AKP ve Tayyip Erdoğan’ın kurduğu saray/başkanlık sisteminin en güzel tarafı, kurumlara ihtiyaç kalmamış olması. Bu yüzden, pek çok makam ve kurum artık, tümüyle diyet, ödül ya da ulufe olarak, saray sakinlerine dağıtılıyor. Egemen Bağış’ın Prag’a, Kavakçıların dünyanın pek çok yerinde hariciyelere, Murat Mercan’ın ABD’ye, Şaban Dişli’nin Lahey’e, Cahit Bağcı’nın Bakü’ye, A. Kadir Önen’in Pekin’e gönderilmesi bu durumun örneği. Uzun sürmüş iktidarın bir bakiyesi olarak, elbette rejimin bir sürü insana hatır gönül borcu var. Yüksek İstişare gibi pozisyonlarda yer bulamayan ya da tahsil durumları bir üniversite rektörlüğüne el vermeyen ihraç fazlaları, dışişleri üzerinden dünyaya ihraç ediliyor. Böylelikle bir yandan, AKP içinde özgül ağırlığı olanlar sarayın bahçesinde kontrol altında tutuluyor, diğer yandan monşerler diplomasisi tasfiye ediliyor ve elbette Venezüela, Meksika, Afganistan ile bir sürü ticari, diplomatik filan ilişki geliştiriliyor.
Genel olarak Dışişleri, özel olarak konsolosluklar AKP’li gaziler tarafından, sarayın uçbeylerinin otağı olmuşken; tüm şikelere ve dalaverelere rağmen, AKP’nin barolar kayyımlığını elinden kaçıran Metin Feyzioğlu’nun da Kıbrıs Türk Cumhuriyeti tarafına konsolos olarak atandığı duyuruldu.
Hürriyet gazetesi bu sevinçli haberi “Hukuk da Kıbrıs da Dede Mirası” manşetiyle selamladı. Oysa AKP’liler monşer diplomasisini yıllarca, "Beyaz Türkler hariciyeye sülük gibi yapıştılar, babadan oğula saltanat sürüyorlar" diyerek demokratikleştirmeye çalışmamışlar mıydı? Bu atamayı, elbette buradan da görmek mümkün. Ne var ki, memleketin tarihi, güncel siyaseti monşerler hikayelerine “Allah başka keder vermesin” dedirtecek cinsten. O yüzden, dededen toruna kalan bu yarım-adayı biraz daha Ergenekon, ulusalcılık, kontrgerilla meseleleri üzerinden görmeye çalışalım.
***
6-7 Eylül olayları dediğimiz olaylar, 1955 yılında yaşanır ve bilindiği üzere İstanbul merkezli büyük demografik, iktisadi ve sosyolojik sonuçları olur. İstanbul sermayesinin etnik yapısının değişmesi, Beyoğlu’nun demografisinin değişmesi, gayri-müslimlerin ve etnik unsurların Türkiye’de kendilerini daha güvensiz hissetmeleri vb… Atatürk’ün Selanik’teki evinin kundaklandığı söylentisi ile başlayan ve güdümlü, kontrollü kitlelerin saldırganlığı ile bilinen olaylar yaşanmıştır. Yıllar sonra, kontrgerillanın önemli isimlerinden olan Sabri Yirmibeşoğlu, “Olaylar kontrgerilla işiydi ve mükemmeldi” diyecektir. Olayları, düzenleyen ve organize eden dernek ise Kıbrıs Türktür Cemiyeti’dir. 1954 yılında kurulmuş ve 1956 yılında kapatılmıştır.
Cemiyet kapatılır ama zaten kontrgerillaya bağlı olan cemiyetin düşünceleri başka biçimde gene kontrgerilla faaliyeti olarak devam eder. 1957 yılında Türk Mukavemet Teşkilatı, Rauf Denktaş’ın başkanlığında ama Fatin Rüştü Zorlu’nun oluruyla ve Türkiye Özel Harp Dairesi’nin* lojistik desteği ve himayesi ile (kimi kaynaklara göre Türkiye’de kimi kaynaklara göre Kıbrıs’ta) kurulur.
1958’den itibaren hem Rum tarafı hem de Türk tarafı, daha gür bir sesle İngiltere’nin garantörlüğündeki ortak devletin lağvedilmesi ve adanın taksim edilmesini talep etmeye başlar. Türk tarafının sloganı “Ya Taksim Ya Ölüm”dür. Adanın tek cumhuriyet olarak kalmasını savunan Türkler ve Rumlar mütemadiyen cezalandırılır. Dahası, TMT yayınladığı ilk bildiride, birlikçileri hem vatan haini hem de komünist ajanı olarak damgalar ve “Komünizm yılanının başı görüldüğü yerde ezilmelidir” ilkesine gönderme yapar. Sonraki yıllarda TMT, Türk vatandaşlarını, ortak sendikalardan istifa etmeye çağırır. Bu çağrıya uymayan pek çok solcu, sosyalist öldürülür ya da darp edilir. "Türk Mukavemet Teşkilatı harekete geçmiş ve [...] kızıllara hizmet etmekten mutluluk duyan alçak hainlere hak ettikleri ölüm cezasını vermeye başlamıştır. [...] Vatan haini ve komünist maşası ilan edilen Sadi Erkurt ve Fazıl Önder hak ettikleri cezayı almışlardır." Mukavemete bağlı mücahitler, birliği bir ihtimal olarak savunanları hedef almaya devam ederler ve bütün Kıbrıs hikayesini “mezalime uğrayan yavru vatan” anlatısına doğru bükmeye devam ederler. 1965 yılında AKEL Partisi üyeleri Kıbrıs Türkü Kavazoğlu ve Kıbrıslı Rum Mişalis, Türk Mukavemet Tugayı tarafından bir arabanın içinde infaz edilerek öldürülürler.
Sonuç olarak, Kıbrıs’ın iki milletli tek parça bir devlet olmaktan çıkartılıp, şimdiki muvazaalı ikili yapıya kavuşması yaklaşık 20 yıl sürer ve hem Yunanistan hem de Türkiye derin devletleri, pek çok sebepten dolayı, bu bölünmeyi destekler, derinleştirir. Örneğin, Yunanistan tarafında yaşanan Albaylar Cuntası’nın gerçekleşmesinde ve sona ermesinde de Kıbrıs meselenin Yunan milliyetçiliği çerçevesinde ele alınışının derin etkileri vardır.
1974’te Ecevit hükümetinin adaya asker çıkarması ile birlikte de yaklaşık olarak şimdiki fiili yönetim biçimi ortaya çıkar. Bununla birlikte, Özel Harp Dairesi’ne bağlı subaylar, paramiliter güçler, milliyetçi muhafazakâr siyasetçiler, Yavru Vatan Kıbrıs’a dolayımlanan büyük bir siyasi, ticari, diplomatik rantın üzerine çökerler.
Ada askeri olarak, Akdeniz’in en büyük uçak gemisidir, siyasi olarak Yunanistan ile Türkiye taraflarının milliyetçilik histerilerini kaşıyabilecekleri büyüklüktedir, narkotik olarak bütün Akdeniz ve Ortadoğu’nun kontrolünü elde tutmaya açıktır ve uluslararası hukukun yokluğu (örneğin Türk tarafındaki uluslararası tanınmama meselesi) adanın hukuki olarak suç, ahlaki olarak günah adasına dönmesi için mükemmel bir ortam sunar.
Sedat Peker’in yakın zamandaki ifşaatları üzerinden bir kez daha düşünürsek, Kıbrıs’ın özellikle Türk kesimi, Türk milliyetçiliğinin bir yandan kendisini doğruladığı, militerleştirdiği ama diğer yandan, her fırsatta adanın asıl sahipleri olan Kutlu Adalı gibi isimleri infaz ederek devre dışı bırakıp ticaretlerine, kumarlarına, narkotiklerine, fuhuşlarına baktıkları, tek kelime ile keyiflerine taş attırmadıkları bir alan durumuna gelmiştir.
Kıbrıs’ın Türk milliyetçiliği için dikensiz gül bahçesi, muhafazakârlar için kurşun atımı mesafede günah adası haline gelmesinde pek çok ismin hizmeti büyük. Örneğin Kar’oğlan Ecevit, Mücahid Erbakan, elbette Albay Rauf Denktaş, Fazıl Küçük, TMT ve Özel Harp Dairesi'nin değişik çap ve markadaki elemanları, Türk medyasının boru tipi unsurları… Tüm bu unsurlar içerisinde, Hürriyet gazetesinin bize sevinçle hizmetlerini hatırlattığı üzere, Turhan Feyzioğlu elbette müstesna bir yere sahip.
70’li yıllarda yükselen devrimci hareket, CHP’yi ortanın solunda bir yere sürükleyince ve Kar’oğlan bir tür halk kahramanına dönüşmeye başlayınca, cumhuriyet bürokrasisinin asıl sahipleri, kontrgerilla ve diğer unsurlar CHP’yi fabrika ayarlarına döndürmek için pek çok manevra yaptılar. Bu manevralardan birisi de Metin Feyzioğlu’nun ve Ergenekoncu tayfanın tıpkı günümüzde rejimi sahiplenmek adına saraya kapılanmalarına benzer bir şekilde, dede Turhan Feyzioğlu’nun yükselen sol dalgaya karşı CHP’den istifa ederek, Cumhuriyetçi Güven Partisi’ni kurmasıydı. Feyzioğlu’nun bu ayrılığının partiler üzerinden değil ama, günümüzde Ergenekon’un oy potansiyeli olmasa da siyasi olarak etkili olmasına benzer bir şekilde, önemli etkileri oldu. 1975-77 arası 1. Milliyetçi Cephe içerisinde, “bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” denilen rejime önemli bir meşruiyet sağladı.
Daha da önemlisi, dede Feyzioğlu siyaseten etkili olduğu bu dönemde, Milliyetçi Cephe’nin Kıbrıs’tan sorumlu devlet bakanlığını yaptı, 12 Eylül’den sonra da 1980-88 arasında Rauf Denktaş’a danışmanlık yaptı.
Bu yıllarda, torun Feyzioğlu büyüdü ve dedesinin icra ettiği meslekleri, işgal ettiği makamları kat etmeye başladı. Dedesi gibi hukuk okudu, dedesi gibi dekan oldu, dedesi gibi zamanı gelince seküler cepheden Milliyetçi Cephe’ye intisap etti ama bir farkla, artık bakanlık kurumu fiilen kalmadığı için kendisine bir tür kayyımlık demek olan konsolosluk görevi, üstelik dededen kalma bir konsolosluk olan Kıbrıs verildi.
Torun Feyzioğlu’nun, Kıbrıs’a kayyum olarak atanması, onun dönekliğinin, yalakalığının bir ödülü olarak görüldü. Ama bu görüş tümüyle yanlış, öncelikle dededen toruna Feyzioğluları’nın döndüğü bir yer yok, onlar pozisyonlarını korumaya devam ediyorlar. Başladığı yer ile mesafesini, muvazenesini kaybetmiş olan birisi varsa o da Tayyip Erdoğan ve saray rejimi. Ayrıca, torun Feyzioğlu’na Kıbrıs kayyumluğunun verilmiş olmasını da saraya kapılanmış birisine verilen bir ulufe olarak görmemek gerekir; zira, Feyzioğluları üzerinden kontrgerilla (hep söylendiği gibi binbir bedelle) adanın asıl sahibi olarak kendisini görüyor. AKP’nin ilk yılları ve bu döneme denk gelen Mehmet Ali Talat yönetimindeki Kıbrıs ve gene bu döneme denk gelen AB görüşmeleri, birlik referandumu vb. olaylar, Kıbrıs’ın, Türk gladyosunun adaya biçtiği rolden bir hayli uzaklaşmasını getirmişti. Öte yandan, 17/25 Aralık operasyonlarını takiben, AKP ve Tayyip Erdoğan büyük bir hızla Ergenekon’la uzlaştı (üstelik Metin Feyzioğlu bu uzlaşmayı müzakere eden en önemli isimlerin başında geliyor) ve Ergenekon’un geleneksel rant ve nüfuz alanlarını aynı hızla kendilerine iade etti. Özellikle, Halil Falyalı’nın öldürülmesini takiben, Çakıcı’nın adaya meskûn edilmesi son derece önemli. Öte yandan, adada tüm olan bitenlerin ve dahası olup biteceklerin Çakıcı gibi akli melekeleri sınırlı birine teslim edilmeyecek kadar önemli olması ve torun Feyzioğlu’nun Kıbrıs ile dedesinin siyasi çizgisi üzerinden kurulan illiyeti, ona Kıbrıs kayyumluğunun yolunu açtı. Hayırlı olsun.
* Özel Harp Dairesi, 1948’de özel harp eğitimi için ABD’ye yani Gladyo’ya gönderilen 16 Türk subayından birisi olan Daniş Karabelen tarafından, Taktik Seferberlik Grubu adıyla kuruldu, sonra Seferberlik Tetkik Dairesi’ne sonra da Özel Harp Dairesi'ne dönüştü.