Dedektif iktisatçı ve toksik döviz kuru
Döviz kurundaki değer kaybının normal koşullarda üretimi rekabetçi tutacak sınırın çok ötesine geçtiği, belli bir düzeyi aşan her şeyin zehre dönüşmesi gibi, artık toksik etki yarattığı açıktır.
Ensar Yılmaz*
Ülkede her geçen gün iktisadi değişkenler arasındaki ilişkilerin ve niyetlerin peşine düşen dedektiflere döndük. Bir süredir “katil değişken” ve “suçun” ardındaki nedeni arıyoruz. Faiz politikasının yarattığı sonuçları ve ortaya çıkan durumu anlamaya çalışıyoruz. Bu durum, rasyonalize etmekte zorlandığımız çok sayıda çelişkinin de ortaya dökülmesine neden oluyor. Ortodoks-olmayan iktisatçılar dahi ortodoks politik önerilerde bulunmaya başladı. Ülkede iktisat literatürüne armağan edilebilecek yeni doğal deney alanları ortaya çıkmakta.
Bu dönemde ısrarcı faiz düşürme politikası ve sürekli değer kaybeden döviz kurunun yarattığı sorunlar çok sayıda insanı bu politikaların bir iktisadi rasyonalitesinin olup olmadığını sorgulamaya itti. Bu sorgulamaya rağmen, herkesin ortaklaştığı konu, faizin düşürülmesine dönük ısrarcı politikanın arkasında ne pahasına olursa olsun bir büyüme ısrarının olduğudur. Fakat bu tür bir büyüme ısrarının bir politik karşılığının olması ancak refahın halk kesimine yayılması ile mümkündür. Bu da büyük oranda işsizliğin azalması, istikrarlı fiyatlar ve yatırım artışına bağlıdır. Fakat son dönemdeki büyümenin bu tür bir niteliği yoktur. Yani faiz indirimi ile büyüme teşvik edilse bile bunun saman alevi etkisi yarattığı görülüyor. Yakın zamanda, yani 2020 yazında bu tecrübe edildi. Finansla beslenen, tüketime dayalı, yatırımı teşvik etmeyen ve adil bir paylaşıma da imkân vermeyen bir iktisadi yapı ile karşı karşıyayız. Bugün aynı politikalar izlense bile aynı etkileri yaratacağından şüpheliyim; belirsizliğin arttığı, yoksulluğun yaygınlaştığı ve yeni risklerin sisteme dâhil olduğu bir ortamda, aynı politikalar aynı sonucu vermeyebilir.
Faizin ısrarla düşürülmesi ile ortaya çıkan en önemli negatif dışsallık döviz kurunun yükselmesi ve buna bağlı oluşan problemlerdir. Türkiye ekonomisi oldukça açık bir ekonomidir, dış ticaret hacminin milli gelire oranı %60’ın üstündedir. Dolayısıyla, ekonominin reel olarak döviz kurundan etkilenmesi normaldir. Fiyatlar genel düzeyi yerli ve ithal malların bileşiminden ortaya çıkmakta, tüketim ve üretim yapısı tüm bu faktörler dış ticaret ve döviz kurundan etkilenmektedir. Diğer yandan, finansal işlemler açısından da ciddi bir dolarizasyon söz konusudur, mevduatların yaklaşık %55’i döviz cinsindendir ve dış borcun milli gelire oranı yaklaşık %60’dır. Bu yüzden, döviz kuru Türkiye gibi ülkelerde basit bir fiyat değildir ve etkileri dikkate alınmalıdır. Daha önceki bir yazımda da ifade ettiğim gibi, dolarizasyona batan bir ülkede döviz kurunun etkisi ve yarattığı komplikasyonlar oldukça fazladır. Böyle bir yapıda, kontrol edilmesi gereken çok sayıda değişken ve ilişki ortaya çıkar. Faiz kararlarının yaratacağı etkiler çok daha öngörülemez olur. Dış şoklara karşı, politik değişimlere veya Fed açıklamalarına duyarlı hale gelen bir ekonomide “öngörü riski” çok belirgin hale gelir.
Döviz kuru uzun süredir değer kaybetmektedir. 2013-2017 arasında dolar karşısında değer kaybı yaklaşık %50 civarında iken, 2017-2021 arasında ise yaklaşık %60 civarındadır. Bu, benzer çok sayıda ülke ile kıyaslandığında dahi ciddi düzeyde bir değer kaybıdır. İktidar partisinin, yerli paranın bu kadar değersizleşmesine müsaade etmesini ben dâhil çok sayıda insan anlamakta zorlanmaktadır. Sorumuz şu: bu tercihin arkasındaki temel motivasyon nedir? Bu sorunun cevabını bulmak için önce döviz kurundaki yükselmenin (yerli paranın değersizleşmesi) pozitif ve negatif etkilerine bakmak gerekir.
İlk önce pozitif etkilere ve bunların da ne kadar pozitif sonuçlar doğurabileceğine bakalım: (i) Döviz kurunun yükselmesi ile ithalatın pahalı hale gelmesi normal koşullarda dış ticaret açığına olumlu etkide bulunur. Fakat yıllardır ithalata bağımlı olan bir ülkenin üretim yapısını sadece fiyat değişimi kanalı ile yönlendirmek hem sorunlu hem de amaçlananın tersine hizmet eder. Her şeyden önce, döviz kuru artışı ile oluşacak ilk etki artan üretim maliyetleri ile mevcut üretimin baskılanmasıdır. Bunu ikame edebilecek yerli üretimin de ne esnekliği ne çeşitliliği ne de niteliği söz konusudur. Dolayısıyla, döviz kurunun bir tür ikame etkisi yaratacağı düşüncesi oldukça sorunludur. Bu, ancak sistemik ve uzun dönemli bir program dâhilinde hal edilebilecek türden bir meseledir. Böyle bir çözüm de şu anki siyasi iktidarın seçim ufku ile çeliştiği gibi, buna tahammülü de yoktur. Bu yüzden, fiyatlar yoluyla kolaycı bir yol tercih edilmektedir (ii) Döviz kurunun yükselmesi ihracatı ucuzlatır ve dolayısıyla artmasına imkân verir. Bu da başlangıçta olumlu bir sonuç gibi durmaktadır. Fakat burada da işlerin öyle kolay olmadığını görebiliriz. İhracatın döviz kuruna duyarlılığı sürekli ve lineer bir ilişki değildir. Belli bir ölçüye kadar etkili olabilir fakat belli bir fiyattan sonra bu etki sınırlıdır. Her şeyden önce ihracatınız karşı tarafın talebine bağlıdır. Dahası, malını ucuzlaştırarak satmak nitelik konusunda da çok şey yapmanızı engeller, katma değeri yükseltmek konusunda firmaları motive etmez. Diğer yandan, Türkiye’nin ihracatında fiyatlar genelde döviz ile belirlenir (dolar veya euro), döviz kurunun değişmesi bu fiyatları etkilemeyebilir. Dolayısıyla, yerli firmalar yükselen döviz kurundan dolayı döviz cinsinden fiyatlarını düşürmeyebilir (iii) Döviz kurundaki yükselme döviz sahiplerini mutlu eder. Fakat bundan sınırlı sayıda bir zümrenin yararlandığı açıktır. Bir ülkenin parasının değersizleşmesinden bir grup kazanacak diye politikacıların bu tür bir politikayı izledikleri ihtimal dışıdır. Politikacılar henüz o düzeyde değildir.
Yukarıda saydığım maddeler içinde döviz sahiplerinin döviz kuru yükselmesinden faydalanması dışında temel mesele yapışkan cari açık problemini iyileştirmeye dönüktür. Fakat ihracatın fiyat esnekliğinin azalıyor olması ve pahalılaşan ithalatın büyümeyi baskılaması yerli paranın değer kaybının cari açığı azaltıcı etkisini sınırlar. Döviz kurunun cari açığı düzelteceği düşüncesi büyük oranda kriz dönemlerinde tecrübelerine dayanır. Bu dönemde döviz kuru ciddi anlamda değer kaybettiğinde cari açık aniden kapanır, bunu Türkiye’nin tüm krizlerinde (1994, 2001, 2008 ve 2018 krizlerinde olduğu gibi) görmek mümkündür. Fakat burada unutulmaması gereken şey, açığı düşüren ihracat artışlarından ziyade ithalattaki keskin düşüştür. Örneğin, 2008 krizinde ihracat artmadı çünkü global krizde dış talep sınırlıydı ve yine 2001 krizinde ihracat ciddi bir sıçrama göstermedi ve benzer olarak 2018’de de ihracat çok yükselmedi, hatta krizin ilk aylarında düştü.
Cari açığın kapanma sebebi büyük oranda ithalatın düşmesinden kaynaklanır. Bu da büyük oranda artan fiyatlardan ziyade azalan talep ve düşen büyümenin bir sonucudur. Fakat ülkede “rekabetçi kuru” fazlasıyla öne çıkaran bir grup iktisatçı cari açığın kapanması için yerli paranın yeterince değersizleşmesi gerektiğini savunuyorlar. Bu görüşün güçlü argümanları olduğunu düşünmüyorum çünkü (a) piyasaya fazla güvenmeleri onları relatif fiyatların üretim yapısını dönüştüreceğine dair gerçekçi olmayan bir beklentiye sürükler (b) ithalat ve ihracata konu olan malların üretim yapılarının dönüşümünün fiyattan ziyade ciddi bir kamusal yönlendirme içermesi gerektiğini dikkate almazlar. Eğer ortak refah arıyorsak, bu belirli oranda merkezi olmak zorundadır (c) gelir paylaşımının emekçilerin aleyhine dönmesine ses çıkarmazlar. Bu şekilde, sermaye birikiminin niteliğini ve refahın paylaşımını ihmal ettiklerinden ve sadece birikim sürecine odaklandıklarından bir tür kırıntı paylaşımını (trickle down) savunmuş olurlar ve dolayısıyla halkın refahındaki değişimi zamana havale ederler. Açıkça, buradan da bir toplumsal refah projesi çıkmaz.
Yerli paranın bu kadar değersizleşmesinin negatif taraflarına bakarsak, bunların daha direkt, yıpratıcı ve daha belirgin olduğunu görürüz. Bunlar da sırasıyla: (i) Enflasyon. Döviz kurunun değersizleşmesi ile artan ithalat fiyatları sadece ithal edilen ürünlerde değil ticarete konu olmayan çok sayıda ürünün de fiyatlarının artmasıyla bir enflasyon döngüsünü başlatır. Ücretler de aynı düzeyde artmadığında ciddi bir yoksullaşma, alım gücünde düşme yaşanmakta (ii) Döviz borç maliyeti. Hem devletin içerden aldığı döviz cinsinden borcu hem de devlet ve özel kesim dış borcunun varlığı döviz kurundaki küçük değişimlerde bile ciddi maliyetlerin oluşmasına neden olmakta. (iii) Artan belirsizlik düzeyi. Ekonomideki tüm risk alanlarını tetikleyen ve iktisadi kararları bozan bir işlev görür.
Görüldüğü gibi, döviz kurundaki sürekli yükselmenin faydaları ve zararlarının alt başlıklarına baktığımızda net etkinin oldukça negatif olduğu görülür. Faydalar olarak tanımlanan alanlarda bile sonuçlar açık olmadığı gibi etkileri sınırlıdır. O zaman yukarıda sorduğumuz soruyu tekrarlarsak, neden böyle bir politika izlenmektedir? Bunun bence birden fazla nedeni olabilir. Olabilir diyorum çünkü rasyonalize etmek için özel bir çaba harcadığımın farkındayım. İktisatçıların sürekli bir rasyonalite arayışı içinde olduklarını fakat yine de bu konuda rasyonalitenin sınırları olduğunu düşündüğümü belirtmek isterim. İktidarın dış politika rasyonalitesi ne kadar ise iktisat politikası rasyonalitesi de o kadardır. Aynı akıldan iki farklı rasyonalite çıkmaz. Ben burada biraz da zorlayarak farklı dört neden üzerinde durdum.
(i) İktidar partisinin döviz kurunun bu kadar değersizleşmesine müsaade etmesinin nedenlerden biri, ki çok sıkça başvurulan bir argüman, bunun sınıfsal/sosyal/klientalist bağlılıklar üzerinden ilerleyen bir politika olduğudur. Buna göre, AKP belli gruplara yaslanarak bir iktisat politikası izlemektedir. Yani bu politikanın yukarıda saydığım etkilerin toplamda bir negatif refah etkisi olsa da toplumsal kompozisyona bakıldığında belli gruplar bundan pozitif etkilenir. Böyle bir bakış açısının ne ölçüye kadar açıklayıcı olduğunu görmek için grupları birbirinde ayırarak bakmak gerekir.
İhracatın önemli bir kısmı az sayıda büyük firma tarafından gerçekleştiriliyor. TÜİK firma datasının da gösterdiği gibi ihracatın yaklaşık %40’ı büyük firmalar tarafından gerçekleşmektedir. Küçük firmalar ihracatın sadece %20’sini gerçekleştirmektedir. İhracat yapan firmaların aynı zamanda yoğun olarak ithal ara ve sermaye malları kullandığını ve sınırlı bir katma değerle ürünlerini ihraç ettiğini biliyoruz. Eğer döviz kurunun yükselmesi ihracat firmalarını pozitif etkiliyorsa, ki bunun sınırlarını yukarıda belirttim, bu az sayıda firmanın elde ettiği bir faydadır. Fakat ihracat firmalarının işçi maliyetleri üzerinden bir maliyet avantajı yakaladığını görmek gerekir. Çünkü ihracat yapan firmaların dövizle kazanıp işçilere TL ile ödeme yapmaları maliyetlerini azaltır. Bu, işçilerin aleyhine bir durum yaratır. Yani hem sınırlı sayıda firma bundan sınırlı bir düzeyde faydalanırken hem de işçiler de döviz kanalı ile oluşan enflasyon üzerinden ciddi refah kayıplarına uğrar. Emeği baskılayarak firmalara alan açılsa bile seçimlerin yaklaştığı bir dönemde bunun ciddi bir politik risk olduğunu da görmek gerekir.
Ticarete konu olmayan sektörlerde faaliyet gösteren firmalara bakıldığında ise benzer şekilde önemli bir kısmının ithal ara ürün ve sermaye malı kullandığı görülür. Bu firmaların, ÜFE ve TÜFE ayrışmasında da görüldüğü gibi, döviz kanalı ile artan maliyetlerini fiyatlarına tam yansıtamadıklarını görüyoruz. Bu durum, büyük oranda reel gelir kayıpları ile oluşan ciddi bir talep sorunu ile karşı karşıya olduklarını gösterir. Burada şu iddia edilebilir, bu durumda ikame ürün üreten firmalar öne çıkabilir, dolayısıyla “daha yerli ve milli firmalar” bundan faydalanabilir. Bunun daha önce ifade ettiğim gibi, o kadar kolay olmadığını bilmek gerekir. Türkiye’de firmaların üretim esneklikleri bunu telafi edecek kadar güçlü değildir. Üretimde bulunsalar bile bunun sınırlı olacağı ve ciddi nitelik sorunlarına neden olacağı açıktır. Bu yüzden, döviz kurundaki bu kadar değer kaybının, normal koşullarda üretimi rekabetçi tutacak sınırın çok ötesine geçtiği, belli bir düzeyi aşan her şeyin zehre dönüşmesi gibi, artık toksik etki yarattığı açıktır. Bu yüzden hem firmaların hem de işçilerin değişen refah kayıplarına sahip olsalar da döviz kurunun bu kadar değer kaybından memnun olmadıklarını düşünüyorum. Dahası, iktidar partisi çalışanların refah kaybını daha fazla önemsemelidir çünkü oyunun önemli bir kısmını onlardan almaktadır. Normal koşullarda, sosyal sınıflar üzerinde bir analiz işe yarayabilir. Fakat bu haliyle, neredeyse toplumun önemli bir kesiminin aleyhine izlenen bir politikada bir “politik rasyonalite” yoktur.
Diğer yandan, döviz kurunu sürekli değersizleştirme politikasının döviz tutanların kazançlarını bilinçli olarak artırmayı amaçladığı iddia edilmektedir. Hatta şehirlerdeki kişi başına düşen döviz miktarları ile AKP oy oranı arasında nedensellik olduğu ifade edilmekte. Fakat AKP’nin geleneksel/bölgesel oy havuzlarındaki oranlara bakarak böyle bir ilişki kurmak ciddi bir analize dayanmıyor. Dövizin, her aktif gibi sınırlı ellerde toplandığını görmek için sadece servet eşitsizliğine bakmak yeterlidir. Halkın belirli bir kesimi de oluşan risklerden dolayı kendilerini korumak için döviz satın almaktadırlar. Ülkede ciddi bir yoksullaşma varken bunu genel bir halk davranışı gibi görmek doğru değildir. Şunu da pekâlâ biliyoruz ki AKP seçmeni nispeten daha yoksul bir kesimdir. Onların döviz istiflemek diye bir lükslerinin olduğunu zannetmiyorum. Bürokrasi üzerinden zenginleşenleri veya inşaatçıları dikkate alarak bunu söylemek gerçekçi değildir.
(ii) Döviz kurunu değersizleştirme politikasına dönük diğer bir açıklama ise, iktidarın aktörler üzerinden değil de daha bütüncül bir iktisadi işleyiş mekanizması üzerinden böyle bir strateji izlediğidir. Buna göre hem faizdeki düşme hem de döviz kurunun yükselmesi, talebi iç piyasaya yöneltmek için izlenen bir stratejidir. Yani faizin etkisi ile artan talep, döviz kurunun daha pahalı hale getirdiği ithalata yönelmemiş olacaktır. Böylece, talebin ithal payının azalması sağlanır. Bu durum, aynı zamanda ihracatı da olumsuz etkilemez çünkü yüksek döviz kuru ihracatın pozitif etkilemesi beklenir. Böylece, düşük faiz ve yüksek döviz kuru ile hem iç talep artmış olacak hem de cari açık oluşmayacaktır. İç ve dış denge aynı anda sağlanır. Fakat böyle bir stratejinin, ülkenin mevcut üretim yapısı ile ve sadece fiyat değişkenleri üzerinden sağlanması yukarıda anlattığım çok sayıda kısıtın devrede olduğu bir yapıda imkânsız düzeydedir. Eğer böyle bir strateji üzerinden hareket ediyorlarsa, döviz kurunun yoksullaştırıcı etkisi, üretim üzerindeki dönüştürücü etkisinin sınırlılığı ve iktidarın seçim ufkundaki darlık yüzünden başarı şansı çok zordur.
(iii) Diğer bir gerekçe de döviz kurunun esnekliğinden faydalanarak olası bir krizin absorbe edilerek zamana yayılmasını sağlamaktır. Dövizin esnek olması, sabit döviz kuru sisteminde olduğu gibi sert kırılmalara neden olmaz, yani cari açık krizi oluşmaz. Sabit döviz kuru sisteminde krizin kriz olduğu daha net görülürken, krizin bu esnek yapı içinde zamana yayılması mümkün hale gelir. Rekabetçi kurla birlikte hem kriz olasılığı ortadan kalkar hem de makro istikrarın sağlanması kolaylaşır. Böylece cari açıklar üzerinde “kalk-dur döngüsü” (boom-bust cycle) de devre dışı kalır.
Şu anda Türkiye klasik anlamda şiddetli bir kriz tehdidi altında değildir. Yani bankacılık, borç ve cari açık krizleri sistemi ani şoklara sürükleyecek durumda değildir. Fakat Türkiye ekonomisi bunların hepsinin zamana sarkan olumsuz etkilerini reel alanda zaten yaşamaktadır. Türkiye’de normal koşullarda herhangi bir kriz sonrası tablo: talep daralması, yüksek işsizlik, yüksek enflasyon ve ciddi yerli para değer kaybı. Bunları bugün zaten yaşıyoruz. İnsanlar zaten altı yavaş yavaş ısıtılan kazandaki kurbağanın kaderini paylaşmaktalar. Bunun için yüksek ateşe gerek yok. Yani sert kırılmalardan ziyade zamana yayılan ve farkına varmadan bir tür sürekli buhran halinin sürmesine neden olan bir ekonomi politikası izlenmektedir. Esnek döviz kurunun absorbe etkisi olabileceği gibi, aynı zamanda krizi yayan ve büyüten etkisi olabileceği unutulmaktadır.
(iv) Son olarak, ısrarcı faiz düşürme politikası ile birlikte artan döviz kurunun aslında istenilen bir durum olmadığı düşünebilir. Çünkü faizin merkez bankası tarafından kontrol edilmesi mümkün olsa bile döviz kuru piyasada belirlenir. Amaç faizi düşürmektir, döviz kurundaki yükselme istemedikleri bir yan etkidir. Bu yanıyla, döviz kurundaki değişmeler faiz sonucu sonrası yaygınlaşan ve artan riskle birlikte kontrolü zorlaşan bir değişkendir. Bu gelişmede dövizin spekülatif olma yönü de devrededir. Bu yanıyla, döviz bir aktif ve döviz kuru bir aktif fiyatıdır. Bu yüzden, piyasanın bu aktife diğer aktiflerde olduğu gibi tepkileri çok sert olabilir. Türev piyasası ürünü olması ve üzerinde bahis tutulan bir değer olması dövizi spekülatif bir finansal ürüne dönüştürür. Bu durum, iktidara döviz kurundaki hareketliliğinin ardında uluslararası bir finansal komplo olduğu argümanını kullanmasına da imkân verir. Fakat tüm bu iddialar, çok uzun süredir TL’nin bu kadar diğer kaybetmesini açıklayacak güçte değildir. Bu, belli dönemler için belli bir ölçüye kadar olan-biteni açıklayabilir ama sistemik ve kronik hale gelmiş bir döviz kuru politikasını açıklayamaz.
Sonuç olarak, yukarıda saydığımı tüm ekonomik ve politik gerekçeler iktidar partisinin bir şekilde kafasında olsa bile bunların ne makro düzeyde bir refah anlayışına hizmet ettiğini ne yaygın sosyal sınıflara yardım ettiğini ne de kendi seçim stratejisine yardım ettiğini görmesi gerekir. Israrcı büyüme amacına dönük izlenen faiz politikasının yarattığı devasa sorunlarla baş etmek zordur. Tüm bunlar, iktisat politikasının sadece bilgi değil, bir sanat olduğunu göstermesi açısından da önemlidir. Sadece düşük faizin işe yaramadığını global kriz sonrası tüm dünyada gördük. Faizler sıfıra doğru indiğinde dahi kredi talebi sınırlı kaldığı gibi bankalar artan riskten dolayı kredi vermeyi tercih etmediler. Bu da şunu ima eder: temel iktisadi koşullar bir değişkenin düzeyinin ne kadar rasyonel ve anlamlı olduğuna karar verir.
*Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü