Dünyanın başına yeniden -ve bu sefer daha büyük- belâ olmaya hazırlanan Amerikalı şımarık cahil ırkçı, iktidara gelir gelmez orduyu sokaklara salacağını, kayıtsız göçmenleri askerî tesislerde kuracağı toplama kamplarına dolduracağını ve askerî uçaklarla sınırdışı edeceğini söylüyor. Bu, evrensel hukuk ve insan hakları alanında yeryüzündeki insan topluluğunun şimdiye kadar üretebildiği değerler ve sarılabildiği güvencelerin iptali yolunda çok büyük ve etkili geri adım olacak.
Evet, böyle bir yoldayız. Ve süreci yavaşlatabilecek, durdurabilecek, tersine işletebilecek bir değerler bütünü, ideal, ütopya vs. ortalıkta gözükmüyor. En kötüsü, bugüne kadarkilerin geçersizliğinin topluca kabulü oldu.
Ütopyaların, gerçekleşmelerinden bağımsız olarak yolunda koşulabilecek hedefler sayılmasından geçtik, inanılır, güvenilir sığınaklar bile olmaktan çıkışının başlıca sorumlusu düşmanları mı, bizzat sahiplenicileri mi? Ayrı ayrı ülkelerin bencil, zalim egemenlerinin eşitlik isteyen yurttaşlarını ezmesi, bastırması, eşitlikçi, hak-adaletçi herhangi bir nüve biryerlerde filiz vermesin diye azgelişmiş dünyanın bu alçaklarıyla birlikte milyonlarca insanı gözünü kırpmadan katlettiren emperyalist patronlar katının felç edici, kanlı icraatı, ütopyaların ete kemiğe bürünmesi sürecini şüphesiz ağır sekteye uğrattı. Ama bu ütopyaları zihinlerden, gönüllerden silmeye yetmezdi. Ütopyalar, yazıldığı kağıtlar yakıldığında yok olmuyor; zihinlere işlenmiş, yüreklere sinmiş kalıyor. Ama bizzat taşıyan elinde haşin silgilerle üzerlerine çullandığında direnemiyorlar. Ütopyayı taşıyana başkaları ne ederse etsin, onu solumuş, koklamış olanın duygusu, direnci, inadı kolay kırılmıyor. Üstelik bu ferahlatıcı, haysiyet kazandırıcı temiz hava ve koku yaşayanlara, geleceği temsil edenlere aktarılabiliyor. Aktarılabilmişti. Şimdiyse, kahramanca mücadelelerin, insan onuru adına kazanılmış başarıların yüreklendirici, efsanevî anlatısı olarak yeni kuşaklara aktarılabilecek her şey, üretilmiş zorbalığın, insan onurunun hiçe sayılışının mahsûlü korku hikâyelerinin koyu gölgesi altında kaldı.
Siyasî fikre, çizgiye, hattâ stratejiye, somut politikalara dönüşmüş eşitlikçi, hak-adaletçi, geniş ufuklu, kavrayıcı ütopyalar, savaşlarda başarılı temsilcileri tarafından tahakküm ve baskı rejimlerinin eciş bücüş elkitapları haline getirildiler. Bir vakitler ütopyaların vücut bulduğu varsayılan yerlerde insanların, haysiyetlerini bir kenara atarak, kapitalizmin sunduğu her türlü oyuncağa -ellerinde mevzuya göre değişen tuzluklarla- koşması ya da adı resmen Komünist Parti olan birilerince yönetilen devletin insan onurunu hiçe sayma teknolojilerinde en öndegelen milyarderler devleti oluşu, elbette, özü adalet kavramının inkârına dayalı kapitalizmin zaferleridir.
Fakat bu zafer, hem ütopyaların rekabetiyle baş edebilmek için kendini kılıktan kılığa sokabilen eşitsizlik rejiminin başındakilerin uyanıklığı sayesinde hem de mecburiyetten, geniş insan hakları açılımıyla birlikte geldi. Nazilerin tek hayrı olduysa, eşitsizliğin yüceltilmesinin nerelere varacağı konusunda insanlığa verdikleri şok edici derstir. Dünyadaki eşitlik-adalet mücadelelerini meşrulaştıran, kapitalizmin eşitsizlik evreninde hiç değilse bazı yerlerde insan onuruna azıcık yer açılması gerektiğine hüküm-makam sahiplerini ikna -ya da mecbur- eden etkendi bu; verdikleri onca kurbana rağmen onyıllar boyunca sindirilemeyen modern işçi hareketlerinin düzen için tehditkâr hatırasının yanısıra.
Fakat işte, bir yandan altlarını oya oya, hem bütün bu “sosyal” mecburiyetlerden kurtulmak için zaten hep fırsat kollayan egemenler, öbür yandan ütopyanın manevî gücünü kendi iktidarlarının dokunulmazlığından ibaret ideoloji kurmakta kullanıp tüketen tek boyutlu, çapsız, utanmasız siyasetçiler, bütün bu tarihin öğrettiklerini kolayca çöpe attılar. Tarihin çöplüğüne eşitsizlik düzenleri değil ütopyalar atılmış oldu. (Henüz orada duruyor olabilirler, belki çıkarıp kurtarabiliriz.)
Ütopyasız âlemde insanların çoğunun, hiç değilse cennetten olmayalım diye dine, hiç değilse mahallemde beni linç etmesinler diye ırkçılığa, hiç olmazsa arada bir bizden zayıfları ezerek kendimizi bulalım diye milliyetçiliğe sardırmasında, evet, üzülünecek çok şey var, ama şaşılacak şey galiba az.
Şimdi dönelim başa: Evrensel hukuk ve insan hakları alanında yeryüzündeki insan topluluğunun şimdiye kadar üretebildiği değerler ve sarılabildiği güvencelerin iptali yolunda, geri vitese takmış, tam gaz gidiyoruz. Düşünen, okuyan-yazan, beraber iş yapabilen, şöyle veya böyle bilinçli, vicdan gibi, idrak gibi yetilere sahip canlıların, birbirlerini gözeterek, görece eşitlik ve adalet içerisinde yaşayacağı gelecek tahayyülleri yakın geçmişte kaldı bile.
İsrail, Batı Şeria’da hız verdiği etnik temizlik ve Gazze’de giriştiği soykırımla, insan hakları ve evrensel hukuku tanımadığını apaçık ilan etti. Şimdiye kadar bu devleti yöneten ırkçı-faşist kadrolara tanınmış suç işleme özgürlüğünün varamayacağı varsayılan “bu kadar da olmaz herhalde” sınırı artık fersah fersah aşıldı. Aslına bakarsanız çoktan aşılmıştı, yine de İsrail’in caniyâne eylemleri hep “münferit suç” muamelesi görüyordu; bunu şimdi bizzat imkânsızlaştırdı. Yapabilmesine, kibir, küstahlık ve zalimliğin İsrail’de âdetâ devlet ideolojisinin yapısal parçası olmasının yanısıra, insan toplumunun vardığı uygarlık aşamasının güncel özellikleri imkân sağlıyor. Kendinden başkalarının da az buçuk insanca yaşamaya hakkı olduğunu teslim edebilen, nadirattan kapitalistle, arzuladığı düzenin kendi tahakkümünden ibaret olmayacağını idrak etmiş sosyalistin üzerinde anlaşabileceği bir “insanlık değerleri” kümesi vardır. Kendinden tavize yolaçmasın diye herkes inkâr etse de.
Bu dönemde işte tam da bunu yok etmeye girişmiş bulunuyoruz. Dünyanın belli başlı bütün düzen güçleri, elbirliğiyle.
Üstelik insanlık tarihinde görülmemiş genişlikte insan hakları, adalet, özgürlük talepleri, hareketleri dünyanın her tarafında uç veriyorken. Henüz üretimi, dolayısıyla modern tanrısal âlem ekonomiyi doğrudan etkileyebilecek güce sahip işçiler, durmadan iş değiştirmek zorunda bırakılacak, vasıfsız, güvencesiz, giderek “gereksiz” insan yığını konumuna sürüklenip kenara itilememişken, bu hareketlerin topluca bir tür direniş enerjisi yaratması, yegâne umut.
Ancak böyle bir insan haysiyeti mücadele hattının oluşabilmesi için yaşanan her şeyin yeni ve yeniden tahlili şart. Yeni yeni yaşananlara, yeni oluşanlara ezber stoklarımızdan çekiverdiğimiz yıpranmış etiketleri takarak olanları anlayamıyor, soruları cevaplayamıyor, önümüze çıkan problemleri çözemiyoruz.
Elbette başka arızalar, kompleksler, zaaflar da önümüzü tıkıyor. Ama galiba yaklaşım meselemize öncelik vermek şimdilik en doğru yol. Bir dünya görüşü sıkıntımız var. “Dünya görüşü” derken, tamlamanın geniş ve derin anlamını gözden kaybetmeden, onu oluşturan iki kelimenin anlamlarına da bu defalık ayrı ayrı yer açmanızı rica ediyorum. Evet, sahiden “dünya” dediğimiz somut olaylar zincirini ve sahiden “görme”yi kastediyorum. Çünkü öyle rastgele bakınca ve doğru dürüst seçememişken görmemiz gereken yerine zihnimizdeki ezberi geçirince zincir gözükmüyor.
Şimdi fazla uzatmadan, düşünmeye taşınmaya katkısı olabileceğini umarak bir-iki somut söz ekleyeyim. “Gezi Davası” denen şeyin, o başlık altında cezalandırılmak için seçilen kişilerin seçiminin, hele Osman’a uygulanan özel, müstesna zulmün, meselâ, yakın gelecekte dönüp bakıldığında, mütehakkim bir muktedirin kişisel kaprisinin neticesi olduğu hükmüyle yetinilemeyecek. Burada doğrudan doğruya bir değer yok etme stratejisinin izleri teşhis edilecek. Osman’ın durumunda, iktidar, “suç işlemesen de hapsederiz” diyor. Hattâ siyasî veya toplumsal etki potansiyelini bile hesaba katmıyor. Unutmayalım, önce Fethullahçı darbe girişimi, ardından casusluk, sonra isyan örgütleme vesaire ile suçlandı bu insan. Yani başından itibaren Gezi’nin örgütleyicisi falan denmedi. Neden sonra, Gezi’nin cezasız kalmasının da iktidarın caydırıcılık kabiliyetini azaltacağı kaygısıyla, sanırım aceleyle ya da isabetsizliğinin onu daha da ürkütücü kılacağı umularak, ilginç bir sanıklar grubu oluşturuldu, Osman’ın da bu cümle içerisinde toplum hayatından uzakta bırakılmasının münasip olacağı, sorgulanmayacağı varsayıldı.
Bunlar işin, deyim yerindeyse, teknik tarafları. Esas işaret etmek istediğim tarafınıysa kısa yoldan şöyle ifade edeyim: Putin’in öldürttüğü, doğrudan siyasetçi olmayan, gazeteci, insan hakları aktivisti, bütün o muhalifler neyi temsil ediyorsa sanırım Osman da bizde, devlet içinde birilerinin gözünde o tarz “tehlikeleri” temsil ediyor. Siyasî veya toplumsal düzlemde, örgütü, “kitlesi”, harekete geçirebileceği hiçbir güç bulunmayan, kendisine sahip çıkması beklenecek kesimlerin dahi, iftiralara kapılıp “mazallah Sorosçu derler” gibi aşağılık kaygılarla uzak durduğu, iktidara karşı somut tehdit oluşturması imkânsız birine böylesine kararlı, sistemli zulmün uygulanmasının “muktedirin kaprisi” dışında izahı varsa, bu, henüz adı konmamış zamâne bilgisiyle ilişkilidir.
İktidar sahiplerinin tehlike olarak sınıflandırdığı şeyler, azıcık geriye yaslanılıp, ezbersiz, komplekssiz, rahatça ve genişçe bakılırsa kolaylıkla tesbit edilebilir ki, gerçekte bugün yeryüzü muktedirlerinin elbirliğiyle ortadan kaldırmaya çalıştığı insanlık değerleridir. Ve bunların yok edilmesi pratiğinde Türkiye -içinde yaşadığımız ve mağduru olduğumuz için belki fark etmiyoruz- dönemin dünyasının öncü güçleri arasında yeralıyor gibi. Öngörü demek fazla, önsezi demek az abartılı kaçsa bile, bu konuda muktedirler düzeyinde bir tür içgüdü karıncalanması yaşandığını düşünebiliriz.