Değerli yalnızlık, 2013 yılında İbrahim Kalın tarafından Türkiye’nin dış politikadaki halini tanımlamakta kullanılmıştı. Aradan geçen on yılda ‘gittikçe artan yalnızlığımızın’ askeri, siyasi ve ekonomik boyutlarının birbiriyle etkileşimi içinde kendini katlayarak derinleştiği ve aslında olmayan değerinin de sürekli düştüğü, birçok alternatif içinden ısrarla yalnızlığı seçmenin, faiz-enflasyon ilişkisi iddiasında da gözlendiği üzere anlamsız bir inattan başka izahının mümkün olmadığı görülüyor.
KUŞATMA MI DIŞLAMA MI?
Amerikan askeri güçlerinin Yunanistan’la savunma iş birliği anlaşması kapsamında 2021 yılından itibaren Ege’ye yerleşme hamlesi, televizyon kanallarında yaşayan ‘jeopolitik strateji uzmanları’ ve AKP yönetimi tarafından kaygıyla izlendi. Özellikle Türkiye sınırına 50 km mesafede bulunan Dedeağaç’taki askeri üslenme, fantazmatik yorumları tetikledi. ABD ve Yunanistan ordularının Trakya ve İstanbul’u işgal ederek Rum Ortodoks Patrikhanesi’yle birlikte Bizans’ı yeniden kurmayı hedefledikleri “kuşku götürmez bir gerçekti”. Bu yığınağın, Ege’yi bir Yunan gölü haline getirmek, Doğu Akdeniz’de büyük enerji kaynaklarının Türkler tarafından keşfini engellemek, Türkiye içlerini vuracak füze rampalarını Ege adalarında konuşlandırmak ve benzeri birçok ‘stratejik’ yan etkileri de mevcuttu. Girit’te modernize edilen Suda üssünden Dedeağaç üssüne ulaşan bir hat üzerinde ABD ve Yunan ordu, donanma ve hava kuvvetleri, Türkiye’yi batıdan kuşatıyordu.
Bizanslaşma tehdidinin önünü Ayasofya’yı cami yaparak kesen Başkan Erdoğan, bu kuşatma teşebbüsünü şöyle lanetliyordu: “Sadece Dedeağaç değil, Yunanistan’ın kendisi ABD’nin bir üssü haline gelmiştir. Şu anda Yunanistan’ın içindeki ABD üslerinin sayısını ben saya saya bitiremedim.”
Bariz tutarsızlığı defalarca vurgulanan bu kuşatılmışlık anksiyetesi, iktidarın milliyetçi ve İslamcı hamaset nutuklarını ateşlemeye devam etti. Oysa Yunanistan Büyükelçisi Pyatt da dahil olmak üzere ABD’li yetkililer, Dedeağaç üssünün NATO’nun Doğu Avrupa ve Karadeniz’e müdahalesi bakımından önemini vurguluyorlardı. 2022’de patlayan Ukrayna savaşıyla birlikte bu gerekçe doğrulandı. Dedeağaç’tan kuzeye, Bulgaristan ve Romanya üzerinden Karadeniz’e ve Ukrayna’ya açılan askeri lojistik hattın işleyişi, Dedeağaç üssünün, ABD ve NATO’nun Rusya’yı Balkanlar ve Doğu Avrupa’dan kuşatma stratejisi açısından önemini açıkça gösterdi. Asıl kuşatma/çevreleme hamlesi Rusya’ya yönelikti. ‘Stratejistler’, bu kez de Türkiye’nin tahkim edilen bu savunma hattının ‘doğusuna’ düşerek dışlanmasından şikâyete başladılar.
Batı sınırındaki askeri dışlanmışlık, aslında güneyde devam eden bir sürecin tekrarıydı. ABD ve müttefiklerinin cihatçılara karşı yürüttükleri operasyonlara İncirlik’ten çok Erbil El-Harir üssünden komuta ediliyor, uçak ve helikopterler Erbil’den hatta Suriye’nin kuzeyinde Rumelian ve Haseke’deki pistlerden havalanıyordu. Hedefleri çoğunlukla Türk kontrolündeki sınır şeridinde bulunan ve genellikle YPG timlerinin de katıldığı bu imha operasyonlarında Türkiye’yle istihbarat paylaşımı bile yapılmadığı söyleniyor. Medyadaki stratejistler, bu askeri dışlamayı da Rojava Kürt oluşumuyla birlikte düşünerek güneyden kuşatılma olarak algılıyorlar.
Türkiye’nin üç tarafı denizlerle ve dört tarafı ABD askeri üsleriyle çevrilmiş bir ülke olduğu ‘stratejistler’ açısından kuşku götürmeyen bir gerçek olsa da Amerikan genelkurmayının, bölgenin en büyük hava üssü İncirlik de dahil olmak üzere sınırları içinde 40 askeri üsse sahip olduğu bir ülkeyi (haritacılar bunları işaretlemeyi ‘unutmuş’) bir de dışarıdan kuşatmaya girişmesi için aklını yitirmiş olması gerekir. Türk yönetimine duyulan güvensizlik sonucu batı ve güney sınırlarına yakın mesafedeki ABD askeri faaliyetlerine katılmamasının tercih edildiği tespiti daha açıklayıcı olabilir.
Nitekim, Başkan Erdoğan’ın sitemkâr üslubu da kuşatılmışlık anksiyetesinden çok tercih edilmemiş olmanın kırgınlığını yansıtıyor: “NATO üyeleri içerisinde gerek asker sayısı itibariyle gerekse mali destek itibarıyla Türkiye ABD’den sonra ilk 7 içerisinde yer alan bir ülkedir. Yunanistan’ın böyle bir durumu yok. Yunanistan çok gerilerde.” Türkiye’nin son on yıllık askeri faaliyetlerinin dökümü üzerinden eldeki güven sarsıntısının haklılığı sorgulanabilir, ama tablo değişmeyecektir: Avrupalı müttefikleriyle birlikte davranmak için fazla doğuda ve doğulu, Orta Doğu içinse fazla kuzeyde ve ‘batılı’ kaldığı için dışlanmış, ünlü sinemacının deyişiyle “yalnız ve güzel” bir ülke.
G20 ‘BAHARAT YOLU’ ŞOKU
Eylül ayının başında Yeni Delhi’de yapılan G20 zirvesinde sürpriz bir küresel ticaret rotası açıklandı. Hindistan, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, İtalya, Fransa, Almanya, ABD ve Avrupa Birliği arasında projeye yönelik ortak protokol imzalandı. Tarihsel ‘Baharat Yolu’ hattı üzerinde Hindistan’ın Mumbai limanından denize açılan koridor, Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki limanlardan demiryoluyla Suudi Arabistan ve Ürdün üzerinden İsrail’in Hayfa Limanı’na uzanıyor; daha sonra Kıbrıs üzerinden Yunanistan’ın Pire Limanı’nda Avrupa kıtasına ayak basıyor ve Doğu Avrupa’yı geçerek Almanya’nın Hamburg Limanı’nda son buluyor.
Türkiye’yi dışarıda bırakan projeyi, Hindistan’da zirveye katılmakta olan Erdoğan sitemle karşıladı: “Türkiyesiz bir koridor olmaz. Türkiye önemli bir üretim ve ticaret üssü. Doğudan batıya trafik için en uygun hat.” İngiltere dışişleriyle görüşmelerde bulunan Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da başkanını destekledi: “Şu bilinmelidir ki bölgemizde Türkiye’nin dahil olmadığı enerji ve ulaştırma koridorlarının etkin ve sürdürülebilir olması mümkün değildir.” Bu küskün beyanatlar, bir istihbarat zaafına da işaret ediyor: G20’deki Türk heyetinin, ilan edilene kadar bu yeni projeden habersiz olduğu anlaşılıyor.
Oysa Türkiye, bir süredir Basra’dan Mersin limanına ulaşarak Avrupa’ya açılan bir ‘Kalkınma Yolu' projesi için uluslararası finansman arayışı içindeydi. Bu proje, ABD önderliğinde açıklanan yeni ‘Baharat Yolu’ karşısında birkaç nedenle hayatta kalma mücadelesi vermek durumunda kalacak. Baharat Yolu’nun yatırım ve finansman kaynakları Kalkınma Yolu’na kıyasla oldukça hacimli ve sağlam. Ayrıca güvenlik sorunlarını yakın geçmişte Donald Trump’ın inisiyatifiyle imzalanan İbrahim Antlaşmalarıyla aşma iddiası taşıyan Ortadoğu devletlerini birbirine bağlayan bir demiryolu projesi içeriyor. Baharat Yolu treni Birleşik Arap Emirlikleri’nden yola çıkacak; Suudi Arabistan’ı boylamasına geçerek Ürdün’e ulaşacak ve oradan İsrail’in Hayfa limanında Akdeniz’le buluşacak. Basra’dan Bağdat, Musul ve Habur’a doğru ilerlemesi öngörülen Kalkınma Yolu güzergâhıysa güvenlik açısından çok daha riskli görünüyor.
Ama Baharat Yolu’nun esas olarak Türkiye’ye değil Çin’in on yıldır inşasını sürdürdüğü Kuşak ve Yol projesine rakip olarak ortaya çıktığı unutulmamalı. Tarihi İpek Yolu’nu canlandırmayı hedefleyen Çin projesi, Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarını demiryolları, karayolları, limanlar ve enerji nakil hatlarıyla birbirine bağlıyor. Güzergâhı üzerinde ve çevre bölgelerde ulaşım, telekomünikasyon, enerji ve diğer altyapı ağlarının inşası, modernizasyonu ve birbirine entegre edilmesi, kredi ve sermaye olanaklarının yaratılması, bölgeler arası gümrük ve vergi koordinasyonu gibi başlıklar içeren kapsamlı bir yeniden yapılanma hamlesi sonucu, ticaret ve yatırım fırsatlarının canlanması bekleniyor. İpek Yolu projesi, kara ve deniz olmak üzere iki ayrı kıtalararası koridor içeriyor. Ayrıca tabloya Rusya’yı da dahil ederek Çin’i kuzeyden Avrupa’ya bağlayan bir Buz Yolu projesi var. Türkiye’de Marmaray, İstanbul Havalimanı, Avrasya Tüneli, Üçüncü Boğaz Köprüsü ve Bakü-Tiflis-Kars-Edirne demiryolu gibi büyük ulaşım altyapısı yatırımları Kuşak ve Yol projesine entegre edilmişti.
ABD, Çin’le sürdürdüğü ticaret savaşı ve askeri rekabet nedeniyle İpek Yolu girişimini uzun süredir kaygıyla izlemekteydi. Avrupa ekonomilerini Çin’e ve Rusya’ya daha bağımlı hale getirme, Orta Doğu ve Afrika’da Çin etkisini artırma sonuçları yanında bu kapsamlı kıtalararası altyapı, gerektiğinde askeri amaçlar için kullanılma riski de taşıyor. ABD-Hindistan önderliğindeki ‘Baharat Yolu’ projesi, belli ki bu kaygılarla devasa bir kıtalararası alternatif olarak tasarlanmış. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, Türk devlet erkanının aksine ‘Baharat Yolu’ ilanının istihbaratını almış olmalı ki G20 zirvesine katılmadı. Zaten Trieste limanıyla Kuşak ve Yol’un son durağı olan İtalya, kısa süre önce projeden çekilme niyetini açıklayarak yeni bir gelişmenin sinyalini vermiş bulunuyordu.
Sonuçta Türkiye’nin başını çektiği Kalkınma Yolu fikri, küresel devlerin İpek Yolu-Baharat Yolu rekabeti içinde feda edilme durumuyla karşı karşıya. Yapısal bozukluk ve kriz semptomlarıyla baş etmek için acil ve hacimli dış yatırım ihtiyacı içinde kıvranan Türkiye ekonomisi, beklediğinin aksine küresel süreçlerin kenarına itilme riski içinde görünüyor.
POLİTİK İZOLASYON VE ERGENEKON SENDROMU
Bir kez daha ABD Başkanı Joe Biden’la randevulaşamamanın kırgınlığı içinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na hareketi öncesinde Başkan Erdoğan beklenen açıklamalarda bulundu. Avrupa Parlamentosu 2022 Türkiye Raporu’nu Avrupa Birliği’nin Türkiye’den kopma gayretinin ifadesi olarak yorumladı ve İsveç’in NATO üyeliğinin onaylanmasıyla F-16 alımının Kongre onayını eşitledi. Bu yıl New York’ta Erdoğan’ın BM nutkundan çok Elon Musk’ın küçük oğluna büyükçe bir top hediye etme teşebbüsü haber oldu. PBS kanalına verdiği röportajda Rusya hakkında kullandığı yumuşak ifadeler dikkat çekti. Hapisteki siyasetçiler ve gazeteciler hakkındaki soru ise beklendiği üzere Erdoğan’ın asabını bozdu. ABD ziyaretiyle toplamda, askeri ve ekonomik düzeylerde süregiden dışlanmanın siyasal düzeyde bir politik izolasyon söylemiyle tamamlandığı bir manzara-i umumiye çizmiş oluyordu.
Bu kadar izolasyon yetmezmiş gibi, Erdoğan’a vakit ayıramayan Biden, BM zirvesi sırasında beş Türki cumhuriyetin temsilcileriyle bir toplantı yaptı. Türki olup da bu toplantıya davet edilmeyen iki ülke vardı: Azerbaycan ve Türkiye.
Bir diplomatik vecize, ‘Eğer bir akşam yemeğinin davetliler listesinde adınızı bulamıyorsanız, menüye bakın’ diyor. Menüye bakmak önemli çünkü Orta Asya toplantısı, Azerbaycan ordusunun Dağlık Karabağ’da Ermeni milislerle çatıştığı sırada gerçekleşti. Türkiye, bu çatışmada her zaman olduğu gibi Azerbaycan’ın yanındaydı. Çatışmanın arifesindeyse Amerikan ve Ermenistan ordu güçleri bir ortak askeri tatbikat gerçekleştirmişlerdi.
Bütün uluslararası ticaret koridorları ve askeri ittifak opsiyonları tükense de Türkiye’nin kadim projesi olarak bir ‘Turan Koridoru’ her daim açık durur. Tarihsel İpek Yolu’nun önemli bir bileşeni olan bu rota, Azerbaycan üzerinden Hazar’ı geçerek Orta Asya ülkeleriyle ve din kardeşi Pakistan’la Türkiye’yi buluşturur ve oradan da Çin’e bağlanır. Haritaya bakıldığında bu Türk-İslam rota üzerindeki tek pürüzün, Türkiye’yle Azerbaycan arasında konuşlu Ermenistan devleti olduğu görülecektir. Dağlık Karabağ’dan sonra Türki silahların doğrudan Ermenistan’a yöneldiğini görmek şaşırtıcı olmayacaktır. Joe Biden’ın beş Türki Orta Asya devlet büyüğüyle yaptığı toplantıda neler konuşulduğundan çok bu toplantı ‘Turan koridoru’ tahayyülüne sembolik bir darbe vurma iradesi olarak okunabilir. Türkiye’nin son barutu Turan çıkışı da ABD müdahalesiyle tıkanıyorsa milli miti Ergenekon’daki sıkışmışlık sendromu yeniden ufukta demektir.
Topyekûn dışlanmanın bir ‘değerli yalnızlık’ olarak nitelenebileceği, on yıl önce dillendirildiği zamana göre daha da sorgulanır hale gelmiş bulunuyor. Dışişlerinden genelkurmay işlerine, yargı pratiklerinden ekonomiye Türkiye’yi yönetenlerin önünde daha rasyonel ve demokratik alternatifler her zaman mevcuttu. Israrla tekrarlanan ‘yalnızlık’ seçimi, ülkenin para birimi gibi bu yalnızlığın kendisini de sürekli değersizleştiriyor, anlamsızlaştırıyor.