Değişen demografi, distopyalar ve yaşlılık
Biyolojik nedenlerle çocuk sahibi olamayanlar ya da bedenlerinde taşımak istemeyenler yoksul kadınların bedenlerini kiralıyorlar. Her şeyin meta haline getirilmesinin, alınıp-satılabilmesinin sonucu.
Ülker Şener
Dünya nüfusu hızla yaşlanıyor. Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde 2021 yılı rakamlarına göre 65 yaş ve üstü nüfusun toplam nüfusa oranı yüzde 21, Japonya yüzde 30 ile yaşlı nüfus oranının en yüksek olduğu ülke. Türkiye’de de yaşlı nüfusun toplam nüfus içindeki oranı yıllar içinde artış gösteriyor. 2014 yılında oran yüzde 8 iken 2022 yılında yüzde 10’a yükseldi. TÜİK projeksiyonlarına göre yaşlı nüfusun toplam nüfus içindeki oranı 2030 yılında yüzde 13 olacak*. Doğurganlık oranlarında meydan gelen hızlı düşüş ve doğuştan beklenen yaşam süresinin artması nüfusun yapısını değiştirmekte, çocukların nüfus içindeki oranı azalırken yaşlıların oranı artmakta. Bu demografik dönüşüm toplumsal yapıyı bir bütün olarak etkiliyor ve etkilemeye de devam edecek; ancak bu değişimin kamu politikalarına yansıdığını söylemek güç.
Türkiye AB ülkeleri ile karşılaştırıldığında doğum oranlarında en hızlı düşüşün gerçekleştiği ülke. 2001 yılında 2.38 olan doğurganlık oranı 2021’e gelindiğinde yüzde 29 azalarak 1.7’ye düştü. Aşağıdaki tabloda bazı ülkelerin doğurganlık oranları veriliyor. İskandinav ülkeleri diğer gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında 2000’li yılların başında daha yüksek doğurganlık oranlarına sahipti. Bu durum kısmen ülkelerin ebeveyn izni ve çocuk bakımı konusunda olumlu politikalara sahip olmasıyla açıklanmaktadır. Ancak bu politikaların etkililiğinin azaldığı da görülmekte. Finlandiya’da ortalama doğurganlık hızı, 2010'daki 1,9'a kıyasla 2021 yılında 1,46 olarak gerçekleşti. Norveç’te 2010'da 1,96 olan doğurganlık oranı 1,55’e geriledi. İsveç ve Danimarka’da doğurganlık oranları görece yüksek olmaya devam ediyor.
Doğum oranlarında meydana gelen hızlı düşüş distopik gelecek tahayyüllerini akla getiriyor, Children of Men (2006) filminde olduğu gibi. Film hamile kalabilen az sayıdaki kadından birine odaklanıyor, film boyunca kadına-anneye-bebeğe kutsal bir objeymiş gibi davranıldığına tanık oluruz. Kısa bir süreliğine de olsa çatışmayı durdurabilen bir güce sahip olduklarına.
Doğurganlık oranının azalışında pek çok faktörden bahsedilebilir. Örneğin oranın en düşük olduğu ülke olan Güney Kore’de sanayileşmeyle birlikte doğumun kontrol altına alınması, rekabetçi-kariyer odaklı toplumsal yapı, eğitimin özelleştirilmesiyle birlikte ailelerin çocuklarını özel okula gönderme istediği ve bunun yaratmış olduğu ekonomik kısıtlılıklardan bahsedilmektedir. 2015 yılında Güney Kore’deki ortaokul öğrencilerinin yüzde 69’u özel okula gitmekteydi. Türkiye’de eğitim masraflarının artmasının çocuk sahibi olma isteğini nasıl etkilediğine dair çalışmalar bulunmamakla birlikte kişisel tanıklıklar benzerlik göstermekte. Doğurganlık oranının düşük olduğu bir diğer ülke olan Japonya’da çalışma koşullarının ağırlığı ve zaman içinde bunun oluşturmuş olduğu kültür, toplumun kılcal damarlarına kadar işlemiş olan ataerkillik, çocuk destek programlarının yetersizliği bu kapsamda sayılmakta. Japon devleti doğurganlık oranlarını artırmak için bir süredir çocuk destek programları açıklıyor. Elbette sosyal destek mekanizmaları çocuk sahibi olmak isteyen herkesin buna erişimini sağlaması için önemli ve mutlaka da olmalı. Ancak İskandinavya ülke örneklerinde olduğu gibi doğurganlık oranları ile sosyal koruma arasındaki ilişki bir noktaya kadar pozitif iken ardından belirsizleşmekte. Bu durum sosyal destek ile birlikte başka nedenler üzerine düşünmek gerektiğini gösteriyor.
Doğurganlığın azalmasında genel olarak kadınların daha az çocuk sahibi olma isteğinin yer aldığı ifade edilmektedir. Eğitim düzeyinin artması, daha çok kadının istihdama katılması, sağlık hizmetlerine erişimin artması nedenler arasında sayılmakta. Ancak görünen o ki kadınlar kadar erkekler de hatta daha fazla oranda çocuk sahibi olmayı istememektedir. Norveç verilerine göre, 2000 yılında 45 yaşındaki kadınların yaklaşık yüzde 11'i çocuksuz iken, 2019'da bu oran yüzde 14'e yükseldi. Aynı dönemde çocuksuz olan erkeklerin oranı yüzde 17'den yüzde 25'e yükseldi. ABD’de 40 bin genç erkeğin katıldığı ve 2000 ile 2019 yıllarını kapsayan araştırma, çocuk sahibi olmak istemeyen erkeklerin 20 yıllık sürede 3 kat arttığını göstermektedir. 2012 yılında 15-49 yaş aralığındaki çocuksuz erkeklerin yüzde 9,9’u çocuk sahibi olmayı istemez iken 2018’de bu oran yüzde 20,2’ye yükselmiştir.
Hane yapısının dönüşümünden, buna eşlik eden yeni yaşam biçimlerinden, yaşamın kurgulanışında ve anlam arayışındaki değişimden bahsetmek mümkün. İnsanlık tarihinin uzun bir döneminde hakim olan döngü: insanlar doğar, büyür, çalışır, evlenir, çocuk sahibi olur, onları büyütür, yapabildikleri kadar biriktirirler ve yaşlandıklarında çocukları tarafından bakılır ve ölürlerdi. Bu arada birliktelikler başlar biter, az da olsa boşanmalar olur, yeni ilişkiler başlar, çoklu birliktelikler sürdürülür ama bunlar da bu genel gidişin bir parçası olarak sürerdi. Bu döngü bir süredir kırılma yaşıyor. Önce büyük aile, üç kuşağın bir arada-yakın olduğu yapı çözüldü ve çekirdek aile hakim hale geldi, şimdi ise olan şey çekirdek ailenin dağılması. Çekirdek ailenin yerini giderek daha fazla bir biçimde tek kişilik haneler, iki kişilik çocuksuz haneler, tek ebeveynli haneler almakta ve bu yeni yaşamlara yeni anlamlar (bazen de anlamsızlık) eşlik etmekte.
Türkiye’de erkeklerin çocuk sahipliğine dair algılarını ölçen araştırmalara rastlamak mümkün değil, akademiye duyurulur. Ancak ABD ve İskandinavya ülkelerinde erkeklerle yapılan çalışmalar çocuksuzluğun nedenleri üzerine şunları söylüyor: Çocuk sahibi olmak bir yük (hem finansal olarak hem de bakım açısından), çocuk özgürlük yitimine neden oluyor, farklı olanaklardan mahrum bırakıyor vb. Forumlarda buna dair pek çok görüşü bulmak mümkün. Babalığın hayata anlam ve mutluluk katmayacağı ama hayat standartlarını aşağıya doğru çekeceği düşüncesi giderek daha fazla yaygınlık kazanıyor sanki. Araştırmalar sınıfsal farklılıkların da çok belirleyici olmadığını gösteriyor, orta sınıf kadar işçi sınıfından erkekler de çocuktan uzak durabilmekte, nedenler farklılaşsa da. Erkekliğin kuruluşunda babalığın öneminden bahseden çalışmalar epey var, belki de bu kuruluş süreci yeniden biçimleniyor, yeni faktörler devreye giriyor.
Elbette bu durum başka distopyaları akla getirmekte. Belki hemen değil ama insanların klonlandığı bir gelecek, kuluçkalar sanıldığı kadar uzak olmayabilir. Taşıyıcı annelik belki de bunun ilk nüvelerini içinde taşıyor. Ticari amaçlı taşıyıcı annelik Rusya, Ukrayna, Gürcistan, Kırgızistan, Belarus, Ermenistan ve bazı ABD eyaletlerinde serbest. Bu ülkelerin önemli bir bölümünün eski Sovyet ülkelerinden olması dikkate değer. Öncesinde ticari amaçlı taşıyıcı anneliğin serbest olduğu uzak doğu ülkelerinde, örneğin Tayland’da, Kamboçya’da, yasaklandığı görülüyor. Biyolojik nedenlerle çocuk sahibi olamayanlar ya da bedenlerinde estetik veya başka nedenlerle taşımak istemeyenler yoksul kadınların bedenlerini kiralıyorlar. Elbette bu “hizmetin” alıcısı orta ve üst sınıf iken bunu sağlayan yoksul kadınlar oluyor. Yoksul kadınların bedenleri bir kuluçka makinesine dönüştürülüyor. Her şeyin meta haline getirilip pazarda alınıp-satılabilmesinin bir sonucu. İnsana dair pazarda satılmayan bir şey kaldı mı, ya da pazarda ne satılmamalı sorusu da yanıt bekliyor galiba. Şu an kişilerin talep ettiği yoksul kuluçkaların, donörler tarafından sağlanan spermlerin yarın daha yaygın bir biçimde devlet-iktidar tarafından kullanılmayacağının, talep edilmeyeceğinin bir garantisi yok. Never Let Me Go filminde (2010, Kazuo Ishiguro’nun kitabından uyarlanan) anlatıldığı gibi. Orada insan, organları için klonlanıyordu. Amaçlar değişebilir elbette. Hoş belki de bu gidişatta radikal bir kırılma gerçekleşir, insanlık tarihinde kırılmalar yeterince var. Yeni bir çekim-yörünge-anlam keşfedilir. Ya da belki de şu an distopya olarak görülen araçlar, yarının dünyasında farklı koşullarda ütopya olarak sunulabilir ve görülebilir. Değerler-anlamlar değiştikçe ütopyalar da değişiyor ne de olsa.
Evet, nüfus hızla yaşlanıyor. Tek başına yaşayan ya da birden fazla yaşlının yaşadığı hane sayısı artıyor. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi sonuçlarına göre 2020 yılında, en az bir yaşlı fert bulunan 5 milyon 903 bin 324 hanenin 1 milyon 478 bin 346'sını tek başına yaşayan yaşlı fert haneleri oluşturmaktaydı. Hizmet sunumu açısından, ileri yaştaki bireylerin olduğu tek kişilik hane halklarının kamusal desteğe daha fazla ihtiyaç duyacağı öngörülebilir. Nüfus yapısı değişirken buna uygun politikaların üretilmesi gerekiyor. Herhangi bir değişim yokmuş gibi geçmişte olduğu gibi yaşlıların hane içinde desteklenmesi mümkün değil. Çocuk sahibi olmak yaşlandığında destek alma garantisi vermiyor elbette, ama yaşlı nüfusa birilerinin hizmet sunması da gerekiyor. Hastaneye gittiğinde sağlık hizmetinin verilmesi, ekmeğin pişirilmesi, parkların yapılması, suyun akması… Artık sağlıklı yaşlılık mümkün ama bir noktada çalışmaya ara vermek gerektiği ve yaşlılığın yeti kaybıyla birlikte gittiği de bir gerçek. Türkiye’de engelli bakımı için geliştirilen evde bakım ödeneğinden yararlananların üçte birini yaşlılar oluşturuyor, yani yaşlılık ile birlikte yeti kaybına uğrayanlar. Bugünkü son distopya da makinelerin insanların yerini alması. Belki bu da artık bir distopya değil ütopyadır. Yaşlanan toplumda gençlerin yapacağı işlerin birileri tarafından yapılması gerekiyor, insan yoksa robotlar olmalı. Bu distopya ya da ütopyaya bilim kurgu filmlerinden çoğumuz aşinayız, benim ilk aklıma gelen I, Robot (2004, Isaac Asimov’un kitabından uyarlanmış).
Her yazının bir amacı oluyor bu yazıyı kaleme almanın nedeni iktidar partisinin seçim bildirgesiydi aslında. Demografik yapıdaki değişimin bakım hizmetlerine nasıl yansıtıldığı ve bildirgede kendine nasıl bir yer bulduğuna dair meraktı. Geleceğe dair senaryolar epey bir yer kapladı. Bitirmeden AK Parti Seçim Bildirgesine dair de birkaç cümle ekleyeyim. Bildirgede sosyal hizmetlerden, yaşlanan nüfustan, engelli bakımından vb. bahsedilmiyor. Sosyal Destek başlığı altında yer alanlar ise son derece sınırlı. Bu bölümün içeriğini ailenin korunması oluşturuyor. Burada da iki söylem öne çıkıyor: “Aile yapımızı, tüm sapkın akımlardan koruma yanında, her türlü maddi-manevi destekle güçlendireceğiz.” “Gençlerimizi aile kurmaya teşvik etmek için, eğitiminden istihdamına, evliliğinden çocuk bakımına kadar her alanda kendilerine maddi katkı vereceğiz.” Yukarıda sıralananlar ailenin “sapkın eğilimler” nedeniyle tehdit altında olmadığını gösteriyor. Dünyada çok köklü bir değişim var ve klasik “sapkın eğilimler” söylemi ile bu köklü değişimlere yanıt vermek mümkün değil maalesef. Bazen dünyayı hayallerimize uydururuz, başka bir renge büründürürüz ve ona göre politika üretiriz. Gerçekliği hayallerimize benzetmeye çalışırız ama benzemez. Başka bir yola girmiştir. Sadece demografiye, hane yapısına bakıldığında bile, eski kavramlarla ne haneyi ne de bakım sorununu anlamanın ve çözmenin mümkün olmadığını, sınıra geldiğimizi söyleyebiliriz. Yeni bir yolun açılması gerekiyor.