Değişim ve süreklilik ekseninde Türkiye seçmeninin oy verme davranışı

Yaklaşık üç çeyrek asırlık deneyimler, bireysel, kollektif, ekonomik, politik, toplumsal-kültürel, araçsal çeşitli etkenlere bağlı olarak seçmenin sandıkta tercihini değiştirdiği örneklerle doludur.

Abone ol

Tanju Tosun

Türkiye’de 14 Mayıs 2023’te Cumhuriyet'in ikinci yüzyılının ilk milletvekili genel ve Cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı. Yaklaşık 7 ay sonra da yeni dönemin ilk yerel seçimine gidilecek. Çok partili siyasal hayatın başlangıcından bugüne çoğulcu ve rekabetçi, nispeten özgür, kısmi temsil adaletli olması anlamında 14 Mayıs 2023’te 20'nci milletvekili genel seçimleri, 28 Mayıs’ta yapılan 2'nci tur seçimi de dahil ettiğimizde halkoyuyla belirlenen 4'üncü Cumhurbaşkanlığı seçimi gerçekleşti. 31 Mart 2024’te ise 1950’den günümüze yapılan 15'inci yerel seçim olacak. Bu seçimlerin dışında, çok partili siyasal yaşamımızda 8 Cumhuriyet Senatosu seçimi, 7 ara genel ve 5 ara yerel ile, 7 referandum vardır. Bu anlamda, 73 yıllık çok partili yaşama sığan 66 seçim ve ortalama her 1,1 yılda bir yapılan bir seçim tarihine sahip bir ülkeyiz. Söz konusu süre içinde kayıtlı seçmen sayısı, demografik yapıdaki değişime bağlı olarak değişirken, (1950: 8.905.743 / 2023: 64.145.504), seçimlere katılım oranlarında da bir önceki seçime göre artış ya da azalış yaşanmaktadır. Örneğin, katılım oranı 14 Mayıs 1950 Seçimi'nde yüzde 89,3 olarak gerçekleşirken, 73 yıl sonra yüzde 88,9 olarak dikkat çekmektedir.  

ÇOK PARTİLİ YAŞAMDA SEÇMENLERİN TERCİHİNE EN FAZLA MAZHAR OLAN PARTİLER

Seçimlerin temel işlevlerinden biri, iktidar için yarışan parti ve adaylar arasında, seçmenin sandıkta yaptığı tercihle işbaşındaki ulusal ya da yerel iktidarın sürmesini ya da değişmesini sağlamaktır. Bu açıdan bakıldığında, 14 Mayıs 1950’den 14 Mayıs 2023’e, seçmenler sandıkta yaptıkları tercihlerle yirmi milletvekili genel seçiminin sekizinde bir önceki seçimde birinci olan partiyi değiştirmiştir. 1950, 1954 ve 1957’de birinci parti yaptığı Demokrat Parti’nin yerine 1961’de CHP’yi taşırken, 1965’te Adalet Partisi’ni birinci parti yapan seçmen 1973’te CHP’yi yeniden birinciliğe taşımıştır. 1983’te birinci parti konumuna Anavatan Partisi yerleştirilirken, 1991’de bu kez Doğru Yol Partisi seçmenin tercihine mazhar oldu. Bu seçimden itibaren seçmenin her seçimde birinci partiyi değiştirmesi, seçmen refleksleri açısından dikkate değer bir bulgudur. Nitekim 1995’te Refah Partisi’ni, 1999’da Demokratik Sol Parti’yi, 2002’de ise Adalet ve Kalkınma Partisi’ni birinci parti konumuna yükseltirken, ardından yapılan 6 seçimde de seçmen birincilik payesini aynı partiye vermiştir. Seçmenin AKP’ye olan desteğinin yoğunluğu bir seçimden diğerine değişip, partinin oyları bir önceki seçime göre bazen artış, bazen azalış gösterirken, son genel seçim olan 14 Mayıs’ta bu partiye ilk katıldığı 2022 Seçimi'nden bugüne en düşük desteği (yüzde 35,6) vermiştir. 

Yaklaşık üç çeyrek asırlık seçmen tercihleri, parti sadakatinin, kendisini bir partiyle özdeşleştirme duygusunun çok yoğun olmadığı, bireysel, kollektif, ekonomik, politik, toplumsal-kültürel, araçsal çeşitli etkenlere bağlı olarak seçmenin sandıkta tercihini değiştirdiği örneklerle doludur. Şu farkla ki, AKP’yi iktidara taşıdığı 3 Kasım 2002 Seçimleri'nden 14 Mayıs 2023’e, yapılan 7 seçimde de birinciliği bu partiye veren, AKP’yi iktidarda tutan bir seçmen tipi ve oy verme davranışı olan bir kitle mevcut. Diğer yandan, Cumhurbaşkanı'nın doğrudan halk tarafından seçildiği 10 Ağustos 2014 Seçimleri'nden 14-28 Mayıs 2023’e yapılan 4 Cumhurbaşkanlığı seçiminin üçünde birinci turda, birinde de 2'nci turda AKP lideri Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçildiğini belirtmek gerekir. Üstelik, Erdoğan’ı Cumhurbaşkanı seçen seçmen, partisinden daha yüksek bir oranla desteklemiştir. Nitekim 2011 Genel Seçimi'nde AKP’ye yüzde 49,8 destek veren seçmen Erdoğan’ı 2014’te yüzde 51,8 ile, 2018’de AKP’ye yüzde 42,8 destek verirken, liderini yüzde 52,6 ile Cumhurbaşkanı olarak seçmiştir. 14 Mayıs’ta AKP yüzde 35,6’ya gerilemesine rağmen, Erdoğan’a gelen destek ilk turda yüzde 49,5, ikinci turda yüzde 52,2’dir. Her ne kadar Erdoğan son 2 seçimde ittifak oylarının desteğiyle seçilse, kendisine gelen destek Cumhur İttifakı partilerinden olsa da, partisinden bir miktar daha fazla, son tahlilde en az 2 seçmenden 1’inin desteğini alması nedeniyle, seçmenin oy verme davranışı açısından çarpıcı örüntü olduğunu belirtmek gerekir. Bu tablo parlamenter sistemden Türkiye tipi Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçişle birlikte seçmenin milletvekili genel seçimine yönelik parti tercihleriyle, cumhurbaşkanı adaylarına yönelik desteğin bir miktar farklılaştığına işaret etmektedir.

Seçmenlerin parti tercihlerine ideolojik yelpazedeki parti konumlanmaları ve yelpazedeki ağırlıkları bağlamında bakıldığında, 20 seçimin sadece dördünde seçmenin yelpazenin solunda konumlanan partileri birinci parti yapması dikkate değerdir. 27 Mayıs darbesi sonrası ilk seçim olan 15 Ekim 1961’de, CHP yüzde 36,7’lik, 12 Mart muhtırasının ardından 4 Ekim 1973’teki ilk seçimde yüzde 33,3’lük oy oranıyla birinci partidir. 5 Haziran 1977’de CHP yüzde 41,4, 18 Nisan 1999’da DSP yüzde 22,2 ile merkez solda birinci partidir. Bir diğer husus; CHP’ye yönelen toplam seçmen desteği 1977’de yüzde 41,4’e ulaşmasına rağmen, tek başına hükümet kuramaması ve seçmenin sol/sosyal demokrat/demokratik sol partilere verdiği desteğin bu seçim dışında yüzde 30’lar civarında seyretmesidir. Buradan hareketle, Türkiye’de seçmenin parti tercihinde bloklar arasındaki oy dağılımının yaklaşık olarak toplam sol oylar maksimum yüzde 30-35, toplam sağ oylar yüzde 60-65 şeklinde olduğuna ilişkin yaygın bir kanaat oluşmuştur. 

OY VERME DAVRANIŞINI AÇIKLAYAN MODELLER

1950’den günümüze seçmenin oy verme davranışında iç içe girmiş olan, değişimle süreklilik arasında seyreden örüntülerin dinamiklerini anlayabilmek için, öncelikle teorik bağlamda oy verme davranışı modellerine değinmek gerekir. Seçmenin oy verme davranışının ardında yatan dinamikler dört temel teorik model çerçevesinde açıklanmaya çalışılır.

Sosyolojik model, sosyolojik yapıların ve bir sosyal grubun üyesi olmanın oy verme davranışı üzerinde etkili olduğu görüşündedir. Bireylerin ait oldukları sosyal gruplar oy verme davranışlarının belirleyicisi olup, seçmenler oy vermeye araçsal bir anlam yükledikleri için, ait oldukları sosyal grubun çıkarlarını en iyi şekilde yansıtan partilere oy verirler. Toplumdaki sosyal bölünmeler bu nedenle önemli olup değerler, yerleşik sınıf, cinsiyet, etnik/dinsel kimlik, inançlar, siyasal değerler, yerleşik olunan kır/kent gibi coğrafya bu tür bölünmelerin öne çıkanlarıdır. Lipset ve Rokkan’a göre sosyal bölünmelerin ikisi kültürel, ikisi fonksiyonel olmak üzere belli başlı dört tipi bulunmakta, kültürel bölünmeler merkez-çevre ile dinsel bölünmeler, fonksiyonel bölünmeler ise kır-kent ve işçi-işveren ya da sınıf temelli bölünmelerdir.

İkinci model olan parti kimliği (party identification) modeline göre parti kimliği seçmenlerin partilere olan psikolojik bağımlılık duygusuna dayanır ve parti aidiyeti, bireyin kendisini bir partiyle özdeşleştirmesi, bir siyasi partiyle kurulan psikolojik yakınlığı, değişmez ve uzun vadeli bir ilişki olarak tanımlanır. Seçmen ile siyasi parti arasındaki bu bağ, erken yaşlarda aile içinde edinilen değerlerin, yaşıtlar ve meslektaşlar arasında görülen davranış pratiklerinden etkilenmesiyle ortaya çıkar ve model erken dönem politik sosyalleşmeye vurgu yapar.

Üçüncü model ekonomik oy verme teorisine dayanmakta olup, rasyonel bireylerden oluşan seçmenlerin her seçim dönemine özgü var olan siyasi ve ekonomik unsurlarla oy verme davranışı sergiledikleri varsayımına dayanır. Seçmenler hangi partiye oy vereceklerine karar verirken, fayda-maliyet değerlendirmesi yaparak, kendileri için en çok faydayı getirecek alternatife yönelerek tercihte bulunurlar. Bu model patron-yanaşma ilişkisi olarak tanımlanan klisentalist ilişkilerle, siyasal kayırmacılığı da içermektedir. Ekonomik oy verme modelinden doğmuş olan stratejik oy verme modelinde de seçmenlerin rasyonel bireyler olduğu, oy vermeyi, parti tercihinde bulunmayı fayda-maliyet hesaplaması olarak gördükleri varsayılır. Farklılık; seçmenlerin seçim kurallarını öğrenmelerine bağlı olarak, istedikleri sonucu almak için en fazla tercih ettiği partiden farklı bir alternatife yönelme durumunu oy verme davranışı opsiyonuna dahil etmeleridir. Oy verme davranışını açıklayan bu modeller veri alındığında, seçmenler genel, yerel seçimlerde, referandumlarda partilerle olan ideolojik yakınlıklarına, partilerin ideolojik yaklaşımlarına ve politika önermelerine göre tercihte bulundukları gibi, ekonomik faktörler de seçmen tercihlerini etkiler, kendileri, aileleri ve ülke için daha iyi ekonomik politika vaat eden partilere oy verebilirler. Etnik ve dinsel kimlikler de oy verme davranışı ve parti tercihinde önemli olup, seçmenlerin kendilerini tanımladıkları bu kimliklerin partiler tarafından nasıl temsil edildiklerine bakılarak da tercihler şekillenir.

Lider ve parti algısı: Seçmenler, siyasi liderlerin kişisel özellikleri, liderlik becerileri ve karizması gibi faktörleri dikkate alarak da tercihte bulunurlar. Ayrıca, partinin imajı, iktidar veya muhalefetteki performansı da seçmen yöneliminde etkilidir. Kadın hakları, çevre sorunları, barış, sığınmacılar, göç, eğitimin niteliği gibi toplumsal sorunlara, konulara partilerin verdikleri önem, yaklaşımları da bir partiye yönelimde etkili olabilir. Diğer yandan, partilerin belirli bölgesel ve yerel sorunlara yaklaşımı, geliştirdikleri çözüm önerileri seçmenlerin aday/parti tercihlerinde etkilidir. 

Siyasi kampanyalar: Siyasi partilerin seçim kampanyaları, mitingler, televizyon reklamları, sosyal medya etkileşimleri seçmenlerin tercihlerini şekillendirebildiği gibi, etkili ve çarpıcı kampanyalar seçmenlerin dikkatini çekerek, belirli bir partiye yönelimini güçlendirebilir.

Seçmenlerin oy verme davranışları, motivasyon ve parti tercihleri örneğinde hükümet sistemlerine göre de farklılaşabilmektedir. Parlamenter sistemlerde siyasi partiler, ittifaklar daha belirgin bir rol oynamakta olup, seçmenler ağırlıklı olarak parti politikalarını, ideolojilerini ve iktidarla muhalefet partilerinin performansını değerlendirirler. Başkanlık sistemlerinde ise seçmenler başkan adaylarının kişiliklerine, liderlik yeteneklerine, vizyonlarına daha fazla odaklanırlar. Başkanlık seçimleri adaylar arasındaki yarışa dayandığından, seçmenler için adayların karakteristik özellikleri, liderlik tarzları, yetenekleri, vaatleri gibi faktörler tercihte öne çıkar. Başkan adaylarının parti politikaları da seçmenlerin tercihlerini etkilese de, özellikle liderlik faktörü, karizmatik nitelikleri daha baskın olur.  

Oy verme davranışı, aday/parti tercihleri hangi modelle ve hangi sistem örneğinde açıklanmaya çalışılırsa çalışılsın, son tahlilde seçmenler duygusal varlıklar oldukları için kararlarını duyguların etkisiyle verirler. Bu nedenle, ideal demokrasi teorisinde seçmen rasyonel bir varlık olarak idealize edilmesine rağmen, duygular devreye girdiğinde, en rasyonel seçmen dahi politikacıların duygulara hitap eden popülist stratejileri ve söylemlerine teslim olabilir, sadece parti/aday tercihleri değil, bir arada yaşama alışkanlıkları dahi etkilenebilir, sonuçta bu sadece oy verme davranışına değil, eylem ve siyasal değerlerine yansıyabilir.

1950’LERDEN 1980’LERE HAKİM SOSYAL BÖLÜNME ÇİZGİLERİ VE PARTİ TERCİHLERİNE YANSIMASI

Türkiye’de çok partili siyaset seçimlerin kazananları ve parti tercihlerinin adresi anlamında büyük ölçüde hakim sosyal bölünmeler tarafından belirlenmiş olup, söz konusu bölünmeler ağırlıklı olarak merkez-çevre, sağ-sol, fonksiyonel bölünmelerdir. Bunun dışında, yukarıda değinilen parti kimliği, ekonomik oy verme, stratejik oy kullanma eğilimlerinin de partilerin sandıkta nasıl bir destek elde ettiklerini anlamamıza yardımcı olur. Tabii ki parti liderlerinin karizmatik nitelikleri, popülizm, siyasette duygular, popülizm, klientalist ilişkiler, siyasal kayırmacılık gibi etkenler de göz ardı edilemez. 14 Mayıs 1950 Seçimleri'nde Demokrat Parti’nin iktidara gelişi merkez-çevre bölünmesinde çevrede yer alan köylü sınıfının yaptığı tercihin ürünü olarak değerlendirilse de, bu parti kırsal kesimden önemli oy almakla birlikte tek başına burjuva sınıfının siyasal temsilcisi olmadığı gibi, köylü sınıfının da temsilcisi değildi. Nitekim DP şehirlerde kırsal alandan daha başarılı olduğu gibi, yapılan araştırmalarda CHP oylarıyla kırsal nüfus oranı arasında pozitif bir korelasyon vardı. Bu anlamda kırsal oylar neredeyse yarı yarıya bölündüğü, DP’nin ülke düzeyindeki yüzde 53’lük çoğunluğu şehirlerdeki üstünlüğü sayesinde elde ettiği tahmin edilmektedir. 1950-1960 döneminde DP’nin şehirlerde ve sosyo-ekonomik açıdan daha gelişmiş bölgelerde, CHP’nin ise kırsal ve daha az gelişmiş bölgelerde özellikle Doğu bölgelerinde ülke ortalamasının üzerinde oy alması dikkat çekicidir. Bunu az gelişmiş bölgelerde daha güçlü olan patron-yanaşma (Klientalist) ilişkilerinin ürettiği “mobilize katılım” olgusu ile açıklamak mümkündür. CHP yerel eşrafın yönlendirdiği oylarla bu çevrelerde nisbi olarak gücünü korumayı başarmıştır. Dolayısıyla, 1950’lerdeki parti karşıtlığını kırsal DP ile şehirsel CHP arasında bir çatışma olarak görmek mümkün olmadığı gibi, taşralılaştırıcı seçimler (provincializing elections) olarak değerlendirmek mümkündür. Diğer yandan, bu yıllarda oy verme davranışında etkili olan, belirgin bir merkez-çevre ya da kır-kent bölünmesinden ziyade, CHP ve DP’ye yönelimde birçok kırsal yerleşim biriminde gözlenen “iki rakip hizbe bölünme” (bifactionalism) olgusuydu. DP’yi rakibi CHP’den ayıran karakteristik ise bu bölünmenin üzerinde hakim olan köycülük popülizmidir. DP’ye yönelik seçmen desteğinde lideri Adnan Menderes’e karizmatik özellikler atfeden seçmen tutumunun, DP’yi milli iradenin biricik temsilcisi olarak gören, Guillermo O’Donnell’in delegasyoncu demokrasi modeline benzerliği de göz ardı edilemez. Ayrıca, kırsal kesime yönelik ekonomik desteklerle, tek parti döneminin ekonomik zorluklarının aşılması, DP’nin özellikle kendisini destekleyen kesimlere sağlamış olduğu ekonomik avantajlar klientalist ilişkilerin yansıması olarak da dikkat çekiciydi. CHP’ye yönelen seçmen desteğinde dönemin merkezinin askeri ve sivil bürokrasi temsilcilerinin rolü de dikkate değerdir.

1960’lardan itibaren seçmenin oy verme davranışını açıklamak için, sosyal bölünmelerde yaşanmaya başlayan değişim önemlidir. DP döneminde karayolu ağlarının genişletilmesi, tarımda makineleşmeyle birlikte köyden kente hızlanan göç kentlerin çehresini değiştirdiği gibi 1965 Seçimleri'yle iktidara gelen Adalet Partisi’nin uyguladığı ekonomi politikaları, sosyo-ekonomik yapıda merkez-çevre bölünmesinden fonksiyonel bölünmeye doğru bir değişimi tetiklemiştir. CHP bu değişime ayak uydurmak için 1965 Seçimleri'nde “ortanın solu” sloganını kullanmaya başlamış, inşa edilmeye başlanan ideolojik yenilenme, 1965, 1969 Seçimleri'nde özellikle Marmara ve Ege gibi en gelişmiş ve Kuzey-Orta ve Karadeniz gibi orta derecede gelişmiş bölgelerde oylarının yükselmesiyle sonuçlanmıştır. Bunun anlamı, partideki ideolojik yeniden yapılanmanın seçmen tercihlerinde etki yapması ve ortanın solu yaklaşımının gelişmiş bölgelerin düşük gelirli sınıfları arasında destek kazanmaya başlamasıdır. 1973 ve 1977 Seçimleri'nde özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde CHP’nin ideolojik kimliğini “demokratik sol” olarak tanımlamasıyla yerel eşraf CHP’den çözülmeye başlayarak, başta Adalet Partisi olmak üzere sağ partilere yönelmeye başlamıştır. Nitekim CHP aynı seçimlerde birinci parti olmayı başarmıştır. Bunda partinin yaşadığı ideolojik kimlik dönüşümü, sınıfsal çelişkilerde emek yanlısı söylem geliştirmesi, politikalar önermesinin payı büyüktür.  

Aynı dönemde seçmenin azımsanmayacak bir kesiminin, milli görüş geleneğinin temsilcisi olarak Anadolu’daki küçük burjuvazinin temsilciliğini İslami hassasiyetlerle harmanlayan Milli Selamet Partisi'ne ve tepkici milliyetçi reflekslerle Milliyetçi Hareket Partisi'ne yönelmeye başlaması, seçmenin oy verme davranışında merkez-çevre bölünmesinden fonksiyonel bölünmeye doğru bir yönelimin ve parti sisteminde seçmen saflaşmasının başlangıcı olarak dikkat çekiciydi. Bu dönemde sağ seçmenin hatırı sayılır bir kısmının köycülük popülizminin yeni versiyonu, temsilcisi karizmatik lider özellikleriyle Süleyman Demirel (Çoban Sülü) ve Adalet Partisi'yle kurmuş olduğu temsiliyet ilişkisinde merkez-çevre bölünmesinde çevrenin toplumsal kesimlerinin hassasiyetlerinin popülist bir söylemle temsili yanında, sanayi burjuvazisinin talep ve çıkarlarının temsilciliğinin de payı vardı. Bu anlamda 60’ların ikinci yarısından itibaren AP’ye yönelen seçmen desteğinde çevrenin sosyo-kültürel değerlerini ılımlı biçimde temsil etmesi kadar, seçmenin iktisadi taleplerine popülist ekonomi politikalarıyla yanıt vermesinin ve seçmenin de ekonomik oy verme davranışıyla hareket etmesinin payı vardır. 

1980’LERDEN GÜNÜMÜZE OY VERME DAVRANIŞINI ŞEKİLLENDİREN DİNAMİKLER

12 Eylül askeri rejiminin uyguladığı politikalar, yaptığı Anayasa ve yasal düzenlemelerle, 1980’lerden itibaren yaşanan sosyo-ekonomik değişim sosyal bölünmelerde değişime, bu da seçmenin oy verme davranışına, parti tercihlerine yansımıştır. 12 Eylül’ün temellerini attığı, 6 Kasım 1983 Seçimleri'yle de iktidara gelen ANAP’ın güçlendirerek sürdürdüğü politikalar -ki bunlar ekonomik boyutuyla Türkiye’yi uluslararası kapitalist ekonomik sisteme entegre eden piyasa ekonomisi, siyasi boyutuyla milliyetçi, muhafazakar değerleri harmanlayarak bir devlet politikası haline getiren Türk-İslam sentezi modeli- temsil ettiği “Dört siyasal eğilim”le (muhafazakar, milliyetçi, sosyal demokrat, liberal) birleşerek geleneksel sosyal bölünmeleri aşan bir siyasi kimlikle herhangi bir sosyal bölünmeye oturmamıştır. Seçmenin 1991 Seçimleri'ne kadar ANAP’ı iktidara taşımasını tek boyutlu bir sosyal bölünmeye dayalı bir parti tercihiyle açıklamak kolay değildir. Nitekim yapılan akademik çalışmalarda ANAP oylarının 1980 öncesi merkez çevre, sağ-sol ideolojik, sınıfsal bölünme boyutlarından hiçbiriyle güçlü bir korelasyon göstermediği tespit edilmiştir. Bu parti, merkez-çevre boyutunun merkez ucuna, sol-sağ boyutunun ise sağ ucuna orta derecede yakın konumlandırılıyordu. 

1983-1995 döneminin hakim bölünme çizgisini Ergun Özbudun ağırlıklı olarak bir sol-sağ bölünmesi olarak tanımlasa da seçmenin merkezin temsilcisi olarak gördüğü ve kısa sürede siyasal hayattan silinen Halkçı Parti ve Milliyetçi Demokrasi Partisi karşısında ANAP’a yönelmesinde pragmatik, oportünist ekonomik oy verme davranışının baskın olduğu söylenebilir. Bu yıllarda 1987 Referandumu'yla siyasi yasaklar kalkınca Demirel, kurdurduğu partinin başına geçmiş, Doğru Yol Partisi ile ANAP serbest piyasa ekonomisini siyasal kayırmacı ve klientalist ağlarla seçmene hizmet şeklinde sunarken, SHP, CHP ve DSP çizgisi sosyal demokrat/demokratik sol kimlikleriyle karma ekonomi savunuculuğuyla daha sosyal adaletçi, devletçi bir çizgiye oturarak 1989 Yerel Seçimleri'nden itibaren seçmenden destek görüyordu. Bu dönemde yapılan seçimlerde seçmenin ANAP, DYP gibi merkez sağ partilere yönelmelerinde Turgut Özal’la Süleyman Demirel’in güçlü, karizmatik lider profillerin de payı ihmal edilemez ki bu dinamikler DYP’yi 1991 Seçimleri'nde seçmen desteğiyle birinci parti yapmıştır.

1994 Yerel Seçimleri'yle birlikte merkez-çevre bölünmesinin, seçmenin oy verme davranışını ve parti tercihini şekillendirme anlamında yeniden etkili olmaya başladığını görüyoruz. Refah Partisi’nin önce 1994 Yerel Seçimleri'nde başta Istanbul ve Ankara olmak üzere büyük kentlerde belediye başkanlıklarını kazanması, ardından 1995 Genel Seçimlerinde birinci parti olması merkez sağ ve solun yaşadığı temsil ve meşruiyet krizi karşısında taşra ve büyük kentlerin çeperlerinde ekonomik sorunlar yaşayan, yoksullaşan kitlelere, çevreye has kültürel, İslami hassasiyetlerle yaklaşması, merkez-çevre bölünmesinde çevrenin temsilciliğine soyunması, yükselişindeki dinamiklerdi. Elitlerinin ise devlet elitleri içinden kopan bir grup olmayıp, çevrenin kendi içinden gelen aktörler olması dikkat çekicidir. Bu anlamda RP’ye yönelik seçmen desteğinde, lideri Necmettin Erbakan’ın karizmatik kişiliğinin, çevrenin dini hassasiyetleri ve kültürel taleplerinin ekonomik beklentilerle harmanlanmasıyla oluşan bir oy verme davranışı örüntüsünden sözetmek mümkündür. Dolayısıyla, RP’nin yükselişi seçmenin parti tercihi bağlamında bir değişime karşılık gelirken, ağırlıklı olarak merkez-çevre bölünmesi, ekonomik oy verme ve liderlik faktörünün de oy verme davranışında etkili olması, değişimle sürekliliğin içiçe olduğunu göstermesi bakımından dikkate değerdir. RP-DYP koalisyon hükümeti, merkezin askeri elitlerinin Milli Güvenlik Kurulu bildirisi aracılığıyla 28 Şubat sonrasında sona erdirildi. Ardından ulusalcı, karma ekonomi modeli benimseyen DSP, Özal'dan sonra Mesut Yılmaz’ın genel başkanlığında merkezin değerlerini içselleştiren ANAP ve DYP’den kopan Demokrat Türkiye partisi ile koalisyon hükümeti kurdu. Sonrasında PKK terör eylemlerinin artması ve lideri Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirilmesiyle birlikte yükselen Türk-Kürt milliyetçiliği, ulusalcı DSP ile uç milliyetçi MHP’ye seçmenin milliyetçi reflekslerle yönelmesine ve bu iki partiyi iktidara taşımalarına yol açmıştır. 

DSP-MHP-ANAP koalisyonunun ekonomik sorunları çözememesi, RP içinde bir elit içi çatışmanın ürünü olarak doğan Adalet ve Kalkınma Partisi’ni 3 Kasım 2002 Seçimleri'nde tek başına iktidara taşıdı. Bu yıllarda CHP, lideri Baykal’la birlikte merkezin klasik hassasiyetlerinin sözcüsü ve temsilcisi olarak, sosyal demokrat etiketine rağmen, laik/İslamcı değerler bölünmesi temelinde ayrışan ağırlıklı olarak kentli, seküler, eğitim düzeyi yüksek, ayrıca Alevi seçmenlerin desteğine rağmen 1999’da baraj altında kalmış, 2002’de ise salt laikliğin korunması, seküler yaşam tarzı gibi değer temelli, sağ-sol bölünmesine oturmayan seçmenin tek boyutlu tercihleriyle solun tek partisi olarak parlamentoya girmişse de, yüzde 20’lik destek dahi alamamıştır (yüzde 19,3). 

CHP 2010’da yaşanan lider değişimine kadar merkeze içkin değerlerin temsilcisi olarak sosyal demokrat parti kimliği iddiası ile sistemde konumlansa da, seçmenden beklenen destek gelmemiştir. Genel Başkanlığa Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçilmesiyle birlikte, CHP’nin geleneksel devletçi, bürokratik vesayetçi çizgisinde kısmi ideolojik yeniden yapılanmalarla kırılmalar yaşanmış, parti sosyal demokrat kimliğe oturtulmaya çalışılmıştır. Fakat, özellikle Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçişle birlikte sistemde Cumhurbaşkanı'nın yürütmenin tek sahibi olarak etkin konuma yükselmesi, CHP’nin sosyal demokrat çizgi yerine her kesimin oylarını almaya aday, herkesi kucaklayan parti (catch-all party) kimliğini tercih etmesi gibi bir stratejik yol ayrımına itti. Partinin bu niteliği 2018 ve 2023 milletvekili ve Cumhurbaşkanlığı seçim süreçlerinde netleşmiştir. Özellikle Cumhurbaşkanlığı Seçimi'nde yüzde 50+1’e duyulan gereksinim Kılıçdaroğlu’nun Millet İttifakı'nı inşası ve helalleşme çağrısının ardındaki temel nedenlerden biridir. Bu çabalara rağmen CHP seçmenden yüzde 25’in üzerinde destek bulamıyorsa, seçmenin parti tercihinde, iktidarın yıllar içinde hatırlattığı ve yeniden ürettiği tek parti yıllarına ait CHP algısının aşılamamasının, özellikle 14 ve 28 Mayıs kampanya sürecinde muhalefetin HDP, hatta PKK ile yan yana getirilmesine dayalı gerçek ötesi algı inşasının payı göz ardı edilemez. CHP Baykal’la ulaştığı yüzde 20’lerin 4-5 puan üzerine çıksa da, 14 Mayıs ve 28 Mayıs’ta özellikle hedeflediği ılımlı muhafazakâr, demokrat sağ seçmenden oy alamadı. Sonuç olarak seçmenin AKP ile temsiliyet ilişkisini değerlerin temsili ve ekonomik temelli araçsal oy vermeyle kurduğu, liderlik etkisiyle Erdoğan ve AKP’yi destekledikleri söylenebilir.

1990’lardan günümüze merkez-çevre bölünmesinin parti tercihine etkisi birbirlerini çapraz kesen bölünmelerle (cross-cutting cleavage) birlikte işlemiştir ki, bu kendisini özellikle Kürt seçmenlerin parti tercihlerinde de göstermiştir. 1980’li yıllarda dünyada yükselen post-modernizmin Türkiye’ye etkisi, terör eylemlerinin artışına ve özellikle etnik Türk, Kürt milliyetçiliğinin güçlenmesine zemin hazırladı. Bir çevresel muhalefet hareketi ve siyasal parti örgütlenmesi olarak doğan çizgide HEP, DEP, HADEP, DEHAP, DTP Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış, halen bu çizginin son partisi HDP’nin kapatma davası ise sürmektedir. Bu partilere yönelen seçmen etnik kültürel bölünme ve sağ/sol bölünmesinde ağırlıklı olarak sol, seküler/muhafazakâr bölünmesinde ise her iki refleksle de oy kullanırken, bu çizginin son dönemdeki partilerinin parlamento dışında kalmaması için sol/sosyalist/sosyal demokrat kimi seçmenin de stratejik oy verme davranışı ile bu partileri destekledikleri yapılan araştırmalarda tespit edilmiştir. 14 Mayıs Seçimleri'nde Yeşil Sol Parti olarak girilen seçimde HDP, yüzde 10’a ulaşmayan seçmen desteğiyle büyüme sınırında olduğu izlenimini vermektedir.

2000’li yıllarda Türkiye’de seçmenin ideolojik yelpazenin sağ ve solunda konumlanmış partilere desteği anlamında yüzde 35-65 şeklindeki oy dağılımının sürdüğü son genel seçimlerde görülmüştür. Cumhurbaşkanlığı Seçimi'nde sağ ittifak adayı Erdoğan yüzde 50’nin üzerinde destek almıştır. Erdoğan’a olan destek muhafazakâr ve milliyetçi seçmenlerin nerdeyse blok olarak kendisini desteklediğini düşündürtmekte. Bu desteğin ardında büyük ölçüde Erdoğan’ın karizmatik liderliği, seçmen kitlesiyle sistemin kaynaklarından maddi ve manevi anlamda yararlandırma, onları ödüllendirme temelli kurduğu ilişki, AKP seçmeninin lideriyle özdeşleşmesi, aidiyet duygusu gibi etkenler yatmaktadır. Buna karşılık, partisinin önceki seçimlerde ulaştığı oy oranının neredeyse 10-15 puan gerisine düşmesi, seçmeninin ideolojik yelpazenin sol bloğundaki partilere değil de, aynı bloktaki MHP’ye yönelmesi, yani blok içi oy hareketliliği ile açıklanabilir. Katıldığı ilk seçimde iktidar olup, süreç içinde hakim parti konumuna yerleşen AKP izlediği politikalarla merkezle çevrenin sosyolojik anlamda ve aktörleri itibarıyla değişmesini, dönüşmesini sağlamıştır. Bugün parti hem ideolojik, siyasal değerler hem de elit kompozisyonu itibarıyla dönüşen merkezin temsilcisi iken, çevreden merkeze taşınan bir MHP’den de söz etmek mümkün. Bu anlamda seçmenin her iki partiye desteğinin ardında merkezin yeni değerlerini temsil etmeleri, karizmatik liderleri, davaya olan sadakat ve tabanlarına iktidar olmanın avantajıyla sunduğu imkanlar göz ardı edilemez. Seçmenin ekonomik, araçsal oy verme davranışıyla bu partilere yönelmelerinde temel motivasyon kaynakları bu anlamda önemlidir.

Doğuşu itibarıyla MHP’deki elit içi ayrışmanın ürünü olup, kendisini merkez sağda konumlandırmak isteyen İYİ Parti, son seçimlerde de görüldüğü gibi ne AKP ne de MHP’nin sosyolojik tabanlarına sirayet edememekte, büyüyememekte, ancak 10 seçmenden 1’inin desteğini alabilmektedir. Seçmenin bu partiye yöneliminde herhangi bir kültürel, sınıfsal bölünmenin izleri yoktur. Büyük ölçüde AKP, Erdoğan ve MHP karşıtlığıyla, liderleri Meral Akşener’e atfedilen “karizmatik abla” algısıyla İYİ Parti’ye yönelen bir seçmen kitlesi öne çıkıyor. Partinin sınıfsal, kültürel önceliklere dayanmayan renksiz kimliği seçmen nezdinde partinin merkez sağda güçlenip, seçmen desteğini arttırmasının önündeki temel engellerden biridir.

2017 Anayasa değişiklikleriyle geçilen yeni sistemde Anayasal olarak yürütmenin tek başına Cumhurbaşkanı'nda toplanması, Meclis yanında partileri de özellikle muhalefette iseler işlevsizleştirmiştir. Seçmen parlamenter sisteme kıyasla liderlerin performansına bakarak yeni sistemde partilere yönelmekte, bu da partilerin sosyolojik tabanlarının en fazla yerleşik oldukları blok içinde yer değiştirmelerine yol açmaktadır. Muhtemelen önümüzdeki dönem Türkiye siyasetinde seçmenlerin oy verme davranışı ve aday/parti tercihlerinde parti kimliği, aidiyetinden çok, liderlere ilişkin seçmenlerde yerleşik olan algı belirleyici olacaktır. Sosyolojik ve politik olanın karizmatik liderlik karşısında yaşadığı zafiyet, politikanın içinin boşalması gibi bir sonuç da üretmektedir.