14 Mayıs, ülkemizde en çok iki grup tarafından heyecanla
bekleniyor. Birincisi geniş anlamda iktidarda olanlar, ikincisi ise
yine geniş anlamıyla iktidarın düşmanlaştırdıkları. Burada geniş
anlamıyla ifadesi önemli. Sadece rejimin karar verici özneleri
bakımından AKP – MHP ittifakıyla ve onların çevresinde kümelenerek
semiren sermaye ile değil, çeşitli sebeplerle kendilerini iktidarda
hissedenleri de hesaba katarak kullanıyorum geniş anlamıyla
ifadesini. Dolayısıyla, AKP – MHP’nin siyasi ve bürokratik
kadroları ve iş gördürdüğü yasa içinde yer alamayan gruplar ile
rejimin sınıfsal tercihlerinden nemalananların dışında bir
“iktidarda olma hissi”ni dikkate almak gerek.
Bu hissi yaşayarak rejimin devamından yana olanları da tekdüze
nedenlerle açıklamak mümkün değil. Çok katmanlı olarak düşünmek
gerek. Örneğin doğrudan doğruya rejimin kadrolu militanı olmayan
fakat kendilerini “diğerlerine” karşı imtiyazlı hisseden
bürokratlar var bu grubun içinde.
İmtiyazlı olma hissinin gerçekçi bir yanı da var, taleplerini
rejim kadrolarına iletebiliyorlar, kadro, tayin vs. gibi
taleplerini kabul ettiremeseler de en azından bu taleplerine
ilişkin umutları diri tutuluyor, kanalları açık. Başka bir örnek
olarak devlet imkanlarının partileştirilmesi sonucunda yoksulluğun
sürdürülmesine dayalı muhtaçlaştırıcı sosyal yardımlara bağımlı
kılınanların ihtiyaçlarının partiye bağlanması var.
Bir başka örnek olarak kendini hakim ideolojinin içinde
tanımlayan ve bunu mülkiyete, ülkenin sahipliğine dönüştürenler
var. Rejim tarafından desteklenen hassasiyetleri kimi zaman insan
hayatına mal olan bir grup bu. Dinsel ideoloji ya da tam adıyla
siyasal İslam’ın yarattığı “ülkenin sahibi olma hissi” çok geniş
bir kitleyi, bu anlamıyla imtiyazlı olarak rejime bağlıyor. Esnaf
içinde, kötü giden her şeye rağmen yaygın biçimde rejime destek
sağlayan bir “duygu” bu.
Bu çok katmanlı nedenlerin çoğu zaman kesiştiğini elbette
söylemek gerek. Fakat bu ayrımları yapmak, 14 Mayıs’a kadar
muhalefetin yürüteceği politikaya ilişkin tercihler bakımından
önemli olacak. Son tahlilde bu tercihler sınıfsal konumlanmalarda
aranmalı.
Türkiye’de geniş halk kitleleri arasında heyecan yaratacak olan
duygu, umut da bu sınıfsal tercihlere bağlı olarak ortaya çıkacak.
AKP ve yoksullar arasındaki bağı kıracak olan sınıfsal tercihler
bağlamında tanımlanacak bir sosyal politika; siyasal İslamcılığın
ülkeye sahip olma duygusuna karşı yürütülecek sınıfsal tercihler
bağlamında tanımlanacak bir laiklik; bürokrasideki imtiyazsızlara
yönelecek politikleştirilmiş bir liyakat kavrayışının doğrudan
doğruya AKP – MHP kadrosu olmayan “geniş” anlamıyla iktidar hissi
yaşayanlarda etki yaratacağını düşünüyorum. Yani bugüne kadar
başarılı olabileceği öne sürülmüş ve hep başarısızlıkla sonuçlanmış
sağcılaşmanın aksine sol politikaların bir etki yaratacağını ve
yarattığını söyleyebiliriz.
Geniş anlamda iktidarın düşmanlaştırdıkları bakımından da benzer
bir durumdan bahsedebiliriz. Birinci grupta doğrudan doğruya
saldırı altında olanlar var. Fiziksel bir etkiyle zarar görenler.
2015’ten itibaren hızlanarak Türkiye’de yurttaşlık çemberini
sürekli daraltan terör çemberi içine sokulanlar, kriminalize
edilenler… İkinci olarak iktidarın sınıfsal tercihlerinin yarattığı
gelir dağılımı uçurumundan zarar gören geniş kitleler var.
Bunlardan kendini imtiyazlı hissetmeyenlerin yaşadıkları
dışlanmışlık duygusu, ideolojik konumlarından bağımsız olarak
kendilerini “düşman gibi” hissetmelerine yol açtı. Üçüncü olarak,
siyasal İslamın bağlaşılığı Türkçülük ile birlikte Türk – İslam
sentezinin makbul kimlikleri içinde yer almayanlar var. Kürtler,
kadınlar, LGBTİ bireyler… Tabii bürokraside Fethullahçıların
baskısından kurtulup onların konumunu devralanlarca aynı baskılara
uğramaya devam edenler var. Bütün bunlarla birlikte geleceğini
Türkiye’de göremeyen üniversite öğrencileri, gündelik hayatları
baskı altında tutulan neşe ve umutları yok edilen
eğitimli-eğitimsiz gençler var. Kendilerini imtiyazlıların
sahiplendiği ülkede “yabancı” hissediyor, öfkelerini başka
“yabancı”lara yöneltiyorlar. Bu çok katmanlı yapının da geçişken
olduğunu söyleyebiliriz.
Dolayısıyla muhalefetin yürüteceği politika bakımından bu “çok
katmanlı ve geçişken" yapıya hitabı bakımından geniş halk
kitlelerine duyurulacak sınıfsal tercihler önem taşıyor. Birinci
grup bakımından “adalet” politikanın en önemli unsuru. Geçiş
sürecine ilişkin olarak adalet kavrayışının mevcut yasallığın
ötesindeki meşru anlamı gözetilerek yürütülecek bir politikanın ne
kadar etkili olduğunu Kılıçdaroğlu her hesaplaşma dediğinde oluşan
heyecandan anlıyoruz. Fakat adaletin ikinci ve üçüncü grupları da
kuşatacak bir eşit yurttaşlık anlayışıyla birleşmesi gerek.
Cumhuriyetçiliğin bu yüzyılında gerçekçi bir program olarak adalet
hukuki anlamının ötesinde ortaya konmalı. Dolayısıyla
cumhuriyetçiliğin eşit yurttaşlık kavrayışı ile birlikte geçiş
sürecinin politik meşruiyetini kuracak bir adalet kavrayışının
programatik hale getirilmesi gerek. Yani yüzü sola dönen bir
politikaya ihtiyaç var.
Böylece bu iki “geniş”liğin geçişkenliğini muhalefet lehine
sağlamak da mümkün. Politika, diktatörlük ve demokrasi arasındaki
eşikte sayıları (verili gerçekliği) dönüştürebilmenin tek yolu.