Türkiye, bir süredir iktidar yanlılarına bile “bu böyle gitmez” dedirten sorunlarla karşı karşıya. Ekonomiden dış politikaya, Türk tipi başkanlık sisteminin sebep olduğu yönetim krizinden yargıda, medyada ve bütüncül olarak sistemi ayakta tutan kurumların neredeyse tamamında karşımıza çıkan yozlaşmaya kadar birçok sorun sıralanabilir. Bunlara, iktidarın ve şakşakçılarının her fırsatta ısıtıp yeniden önümüze sürdüğü ve toplumun bir arada yaşama iradesini sınayan kutuplaşma, düşmanlaştırma çabalarını, her türlü muhalefeti marjinalleştirme girişimlerini ekleyebiliriz. Yalnızca ekonomide değil, eğitimde, yargıda, medyada, dış politikada ve genel olarak toplumsal alanın bütününde yaşanan sorunlar silsilesi, topyekün bir kriz haline işaret ediyor.
Bu krize genel bir öngörülemezlik durumu eşlik ediyor -ki öngörülemezlik baskıcı rejimlerin kendilerini idame ettirmelerinin başat araçlarından biri aynı zamanda. Kısaca, yarın ne olacağını, başınıza ne geleceğini bilemiyorsunuz yatağa girerken.
Bugünlerde konuştuğum birçok arkadaşım yeni güne gözlerini benimle aynı hissiyat içinde açıyor: “Acaba ben uyurken neler oldu?” Bilmem siz de aynı endişeyi yaşıyor musunuz, birkaç saat internet ya da telefon erişimim olmasa, büyük bir olay ya da bir felaket yaşanmış, bir yerlerde bir şeyler olmuş, birileri çok önemli bir açıklamada bulunmuş da ben her şeyden habersiz hayatıma devam etmişim duygusuna kapılıyorum. Tam olarak ne zaman başladığını söyleyemem bu duygunun. Belki Gezi direnişi sırasında, evdeki küçük bebeğimle, olup biteni ekseriyetle penguen belgeseli gösteren televizyon ekranlarından ve sosyal medyadan takip etmek durumunda kaldığımda.
Sonra darbe girişiminin yaşandığı o 15 Temmuz gecesinde, Antalya’da sahildeki bir restoranda annemin doğum gününü kutlarken ve ışıklara doğru yürüdükleri için yollarını kaybeden deniz kaplumbağalarını çalılıkların arasından toplayıp denize yakın bir yere bırakmaya çalışırken… Olağan bir günde, olağan bir akşam arkadaş gruplarından telefonuma haberler akmaya başladığında… Kendi kendime, yok canım, ne darbesi, bu devirde darbe mi olurmuş diye söylendiğimi hatırlıyorum. Oluyormuş.
Böylesi bir öngörülemezlik, her an her şeyin olabileceği hissiyatı, herkes için çok zor olsa gerek. Ancak akademik disiplin içinde yetişmiş ve bilimsel bilginin kesinliğine ne kadar şüpheci bakarsa baksın, toplumsal olayları açıklamanın araçlarına dair şöyle ya da böyle bir tedrisattan geçmiş olanlar bakımından çok daha zor. Çünkü baskı ve belirsizlik arttıkça, siyasal sistemin ve beraberinde getirdiği olayların öngörülebilirliğine dair tüm araçlarınız da etkisiz hale gelmeye başlıyor. Özellikle, tüm kararların tek bir ağızdan verildiği, bir kişinin o anki duygu durumuna da bağlı olarak iki dudağının arasından çıkacak kelimelere bağlı olduğu durumlarda.
Aslında yazıya başlarken niyetim bu konuya yeniden değinmek değildi. Daha önce Gazete Duvar’da "Her an her şeyin olabileceği ülke" başlığı ile yazmıştım bunun üzerine. Bugünkü derdim, bu öngörülemezliğin beraberinde getirdiği başka bir durum: Değişime direnmek.
Bugünlerde, AKP’nin ve dolayısıyla Türkiye’nin başındaki en büyük dertlerden birinin bu olduğunu düşünüyorum. Bizleri yönetenler, her şeyin aynen olduğu gibi kalmasını istiyorlar. Tüm çabaları bu yönde. Bir zamanlar reform talebiyle ve reformist bir söylemle ortaya çıkan AKP’nin başkanlık sistemiyle beraber nihai amacına ulaştığına ve her şeyin çok güzel olduğuna inanmamızı bekliyorlar: Ekonomide işlerin tıkırında olduğuna; dış politikada tüm dünyaya sözünü geçiren, Müslümanların hamisi, zalimlerin korkulu rüyası, Amerika’nın ve Rusya’nın duruma göre dostu, gerektiğinde akıl hocası ve lüzum görülürse düşmanı olabildiğimize; yargının hiç olmadığı kadar bağımsız, basının özgür, eğitimin dünyaya örnek olacak denli ileri ve çadırda ıslanan depremzedelerin “musmutlu” ve cumhurbaşkanımızın zaten her zaman yatay mimariden yana olduğuna; darbeyle ve askeri vesayetle mücadelenin AKP ile doruk noktasına vardığına; Fetö’nün siyasi ayağının muhalefette yattığına ve yolsuzlukları da zaten her zaman muhalefetin yaptığına; ayrıca başkanlık sistemiyle devletimizin güçlü, demokrasimizin en ileri seviyesinde olduğuna… E şimdi, her şey böyle yolundayken değişmek niye?
Muhtemelen, bu toz pembe tabloya mimarları dâhil pek inanan yok. Belki bir kişi, empati kuracak değilim ama yapayalnız olmalı. Çevresinde güvenebileceği insanların sayısı giderek azalırken, değişirse elindeki her şeyi kaybedeceğini düşünüyor olmalı. “Çocuklarım aç” diye haykıranların sesi giderek daha fazla duyulurken dün CHP’nin Ankara İl Kongresi’nde konuşan Kılıçdaroğlu, Türkiye’de 8 buçuk milyondan fazla kişinin aylık gelirinin 673 liradan az olduğunu, aylık geliri 2 bin liranın altında olan emekli sayısının 6 milyon 850 bin olduğunu söylüyordu. Aynı konuşmasında işsizlerin sayısının 7 milyonun üzerinde olduğundan söz ediyordu.
TÜİK verilerine göre 15-24 yaş arası gençlerin dörtte biri ne okulda ne istihdamda. KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır gençlerin Türkiye’nin geleceğine dair derin bir korku ve güvensizlik içinde olduklarını söylüyor. Ağırdır’ın seçmen davranışı üzerine yaptığı çalışmaların bulguları, genç seçmenin büyük çoğunluğunun ne mevcut partilere ne de siyasi kadrolara güvenmediğini ortaya koyuyor. Yine TÜİK verileri yurt dışına gidenlerin oranının 2016 sonrasında katlanarak arttığını gösteriyor. İmkânı olsa gideceğini söyleyenlerin oranı daha da yüksek.
Bu konuda daha önce paylaştığım bir haberi bir kez daha buraya ekleyeyim. Kadir Has Üniversitesi’nin gerçekleştirdiği Türkiye Siyasal Sosyal Eğilimler Araştırması’na göre, kurumlara olan güven de giderek azalmakta. Araştırmanın dikkat çeken bulgularından birisi Cumhurbaşkanlığı kurumuna güvenin 2017’de yüzde 56.5’ten 2018’de yüzde 44.1’e düştüğü. Yargının siyasallaştığını düşünenlerin oranı da yüzde 30’u geçiyor. SODEV’in araştırmasına göre velilerin yüzde 51’i çocuklarının okullarda aldığı eğitimden memnun değil. Başka bir araştırmaya göre medyaya güvenenlerin oranı yüzde 42 ile sınırlı kalıyor.
Yani bir yanda giderek daha fazla görünür hale gelen yoksulluk ve işsizlik, öbür yandan özellikle gençlerin içine düştüğü derin umutsuzluk, çaresizlik, çekip gitme arzusu varken normal bir zamanda sistemi ayakta tutması beklenen kurumlar güven vermiyor. Her an her şeyin olabileceği duygusunun da payı var mutlaka bu yıpranmada. Üzerine, her gün yenisi açığa çıkan skandallar, felaketler ve sorunlar karşısında onları inkâr etmekten öte bir adım atmayan, sadece günü kurtarmaya çabalarken ülkeyi ve kendisini giderek daha çok açmaza sokan ve topluma giderek bir yabancılaşan bir siyasetsizlikle karşıyayız. Değişime direndikçe giderek derinleşen bir tür “neresinden tutsan elinde kalıyor” hali.