Değişimi göremeyen yazar inandırıcı değil!

Bugün, çoğunlukla hayatın dışına düşen romancı ne işçi sınıfı gerçeğini, ne tarım kesiminin sorunlarını bilir; ne de bunlara değinir. Hatta yaşanan zamanın ruhunu kavramaktan ötededir...

Abone ol

“Soma faciası”, birçok gerçekliği yeniden düşünmeye itti bizleri. Maden işçilerinin sorunları ocaklarda, yeraltında yaşanan trajedilerle hatırlanarak gündeme taşınır. Bir süre sonra da unutulur. Ama bu gerçeklik, bize, Türkiye’de toplumsal sınıflarla emek/üretim alanındaki işçi sınıfının nerede konumlandığını, neleri/nasıl yaşadığını da hatırlatır sıklıkla.

Bu anlamda, edebiyat, en iyi tanıma/tanımlama, hatta gösterme aracıdır. Nerede neyin nasıl yaşandığını bilmek, öğrenmek için ille de birtakım trajik olayların olması gerekmiyor.

Dünya edebiyatının bu yöndeki birikimi her dem bize ışık tutmuştur. Özellikle de okunan toplumsal gerçekçi romanların bizlere anlattığı çok şey vardır.

John Steinbeck’in Gazap Üzümleri, Bitmeyen Kavga’sı 1930’ların Amerikası’ndaki tarım işçilerinin durumlarına ayna tutar. Jack London, Demir Ökçe romanında Amerika’da kapitalistleşme sürecinin gerçekliğinden söz ederken, işçi sınıfının mücadelesini/durumunu gözler önüne serer.

Maksim Gorki’nin Ana, Gladkov’un Çimento (Fabrika) romanları ise sınıf mücadelesinin seyrini, işçinin bu süreçteki durumunu yansıtır okuyucusuna. Öyle ki, bu mücadelenin neleri içerdiğine oradan bakar okur. Tarihsel zaman, ülke gerçekliği, üretim ilişkileri her daim yazarın gözlemevindedir. Bir bakıma da tanıklığın diliyle konuşur orada yazar. Gorki’nin ve Gladkov’un tanıklığı toplumcu gerçekçi edebiyatın gelişiminde bir örnektir elbette.

Gene de, edebiyatın bu yöndeki birikimine bakınca; toplumsal sınıflar, ülkenin toprak sorunu, üretim ilişkileri, ekonomik yapılanmasında bunların yeri bir yazarın bakışını etkileyen öğeler olarak öne çıkıyor. Yani yazarın toplumsal bilinci, ötede olup bitenlere bakışta etkilidir.

İLK ROMAN MAHMUT YESARİ'DEN

Edebiyatımızın, özellikle de roman ve öykümüzün bu yöndeki verimine 1930’lu yıllarda tanık oluyoruz.

Mahmut Yesari’nin Çulluk (1927) romanı bir çıkıştır, ama işçi sınıfını anlatmak yerine işçileşme sürecindeki insanın öyküsünü dile getirir. Ama daha çok onun toplumsal yaşamdaki durumu, sürüklenişi konu edinilir. Romancı onun bu durumunu adeta bir “çulluk”a benzetir. Ayrı ve yankısı olan bir durumun anlatımıdır üstelik Çulluk. Olamama, oluşamama halinin gerçekliğinin yansıtılması… Toprağından kopamayan, ama tütün işçisi olma durumunu da bir türlü sindiremeyen insanların öyküsü…

Sadri Ertem’in Çıkrıklar Durunca (1931) romanını bir başlama noktası yaparsak eğer, orada işçi sınıfının durumu/mücadelesinden çok, küçük üreticinin dokuma tezgahlarını işlevsizleştiren bir adım karşısındaki başkaldırısı konu edinilir. Bir anlamda da toplumsal sınıfların henüz biçimlenme sürecindeki emek/üretim/sermaye ilişkisi çok da ayrışmamışken; üretici konumundaki insanın değer üretmedeki durumu/sorunu bireysel bir “iş” gibi görünürken, bunu ortadan kaldıran girişim karşısındaki birlikte hareket etme (deyim yerindeyse uyanış) bilincini yansıtan bir roman olmasıyla dikkati çeker.

Benzer bir durumu Tarık Dursun K.’nin Denizin Kanı (1963) romanında da gözleriz. Sünger işçilerinin emeklerini ucuza kapatan sünger tüccarı karşısında bir araya gelmelerini, o süreçte yaşanan sorunları anlatan roman bir bakıma emek-üretim ilişkisinin seyrini gösterir bize. Kakınç, bir bakıma, ustası Halikarnas Balıkçısı’ndan el alır. Halikarnas Balıkçısı’nın Aganta Burina Burinata (1946), Deniz Gurbetçileri (1970) romanlarında sorunlarını dile getirdiği deniz emekçilerinin gerçeği de bu işçileşme sürecinin tanıklığını içerir.

Reşat Enis Aygen’in Afrodit Buhurdanın Bir Kadın (1938), Sarı İt (1968) romanları bir yanıyla işçileşmenin getirdiği sorunları, sendikal hareketle gelen açmazları ele alarak ülkenin sanayileşme adımının yansılarını gösterir. Fabrika/maden ocağı, işçi, üretim ilişkileri, sendika kavramları romana yansır. Ama henüz işçileşemeyen, bu açıdan sınıfsal konumu çok da belirginleşmeyen bir toplumun kırdan kente göçüyle başlayan insanının işçi olma serüveni anlatılır.

Bu süreç, asıl 1950 sonrasının romanlarına birçok boyutuyla yansır.

Toprak sorununu çözemeyen ülkenin 1950 Demokrat Parti iktidarıyla kapitalist dünyanın uydusuna dönüştürülme projesi göçü hızlandırır, tarımda makineleşmeyle küçük üreticinin “sanayici” olma hevesi kabartılır. Montaj sanayi alıp başını giderken sendikal hareket yaygınlık kazanır. Özellikle de hızlanan bu süreçte işçi sınıfının oluşumu kendini iyice göstermektedir.

Grevler, toplu iş sözleşmeleri, uygulanan lokavt kararları, kitlesel eylemler ister istemez edebiyatın seyrinde etkili olmuştur.

1940’ların toplumcu gerçekçi ruhu daha çok köy/köylülük gerçeğine döner, tarım/toprak sorunlarını ele alan yazarlar kuşağını var ederken; bu kez kent/kentlilik ekseninde toplumsal sınıfların mücadelesi öne çıkar.

TOPLUMSAL SINIFLARIN FARKLILAŞMA SÜRECİ

İç göçle birlikte hızlanan dışgöç olgusu, yani işçi göçü yeni bir “edebiyat”ın doğmasına da neden olur.

Nasıl ki Orhan Kemal Bereketli Topraklar Üzerinde (1954) ve Murtaza (1952), Cemile (Babaevi, Avare Yıllar üçlemesinde; 1949-1952) (1958) , Gurbet Kuşları (1962) romanlarında bu göçle gelen sürüklenişi ve fabrika/işçileşme gerçeğini anlatırsa; Fakir Baykurt da 1960’larda başlayan işgücü göçünün serüvenini “Duisburg Üçlemesi”nde (Yüksek Fırınlar(1983), Koca Ren (1986), Yarım Ekmek (1997) anlatır.

Bu süreçte öne çıkan romanlara baktığımızda, Türkiye’nin toplumsal sınıflarının farklılaşma sürecinin yansılarını konu ettiklerini gözleriz.

Orhan Kemal’in tanıklığında 1950’lerin Türkiyesi’nin dönüşümünü gözleriz. Baykurt ise 1960 sonrası yaşanan sürüklenişi, tarım kesiminin iyice çözülmesini, köylülüğün göçte çare arayışının tanıklığına gider bir anlatıcı olarak.

Dış’tan ve İç’ten bakış dediğimiz gerçeklikte kendi işçileşme serüveninin tanıklığını yazanlarla birlikte; dış gözlemci olarak tanıklıkları dile getirenlerin ürünleri uç verir.

Erol Toy Bal Tutanlar ve Gözbağı (1976) romanlarında Türkiye’nin kapitalistleşme sürecindeki sermayedar kesimin öyküsünü, sendikal hareketi konu edinir.

Öte yanda Aziz Nesin Büyük Grev (1977) adlı masal-öyküsünde dönemin sendikal hareketini konu edinerek eleştirir. Özellikle burada işçi sınıfının bilinçlilik durumu/sendikanın işverenin çıkarına dönük eylemi sorgulanır. Nesin’in getirdiği eleştiri karşı eleştirilerle önemli bir gündem oluşturur.

Gene bu dönemde işçi sınıfının sorunları, sendikal hareketin bu bağlamdaki yeri/anlamı, işçileşme süreci ve bunların yaşamsal sorunları şu romanlara yansır:

Yanartaş (1970, Mehmet Seyda), Grevden Sonra (1976, Hakkı Özkan), Can Dostu (1999, Yücel Sarpdere), Grizu (2005-2011, Muzaffer Oruçoğlu), Direnen Haliç (1988, Nejat Elibol).

İrfan Yalçın, Ölümün Ağzı (1976) romanında Zonguldak kömür havzasındaki maden işçilerinin gerçeğini konu edinir. 1940’lı yılların Türkiyesi’nde o bölgede yaşanan “mükellefiyet” gerçeğini, kömür ocaklarının durumunu bütün boyutlarıyla yansıtır Yalçın. Onun bakışına yansıyan, tanıklığıyla dile getirilen sorun Türkiye’deki maden işçilerinin yaşadıkları gerçeğin nerelerden/nasıl kaynaklandığına da ayna tutar.

Fakir Baykurt’un “işçi göçü”nün tanıklığına sürüklenerek Almanya’ya gidişi, onun roman ve öykülerine yansır. Benzer bir durumun farklı bakışı/yorumu ve aynasındaki gerçekleri ise Güney Dal’ın romanlarında okuruz. İş Sürgünleri /Memeleri Büyüyen İşçi (1976), E-5 (1979), Fabrikada Bir Saraylı (2016) romanlarında bu göç serüvenine katılan insanımızın yaşadığı değişim/dönüşüm, işçi oma/olamama hali, gelişmiş Batı toplumundaki kapitalist üretim ilişkileri içindeki yabancılaşması konu edilir.

Bekir Yıldız’ın öykülerine yansıyan tanıklık ise bu göçün içte ve dıştaki yansılarını içerir. Göçle gelen gerçeklikte “işçileşme”, sanayi işçisi olma durumlarını gözleriz.

Gene de, ülke gerçeğinin biçimlediği sorunların başında gelen sınıf çelişkileri; hayatın birçok alanında (tarım kesiminde, tersane işçilerinin yaşadıklarında, sanayi sektörünün farklı alanlarında…) yaşananların romana/öyküye yansıması 1940’lardan 1980’lere kadarki edebî birikimimizde yoğunluk gösterirken; 1980’lerden sonra bu bakış/ilginin azaldığını söylemek mümkün. Sorunlar artıkça, ülke yabancı sermayenin kıskacına girdikçe, sendikal hareket işlevsizleştirildikçe sorunların edebiyata yansıması bambaşka bir seyir alır.

Örneğin, yayıma hazırladığım Sol Yanım Kömür Karası (2016, Tülay Ferah) romanında yazarın, gene Zonguldak maden işçilerinin yaşadıkları sorunları ülkenin gündemine taşıyan “Büyük Yürüyüş”ü konu edinmesi kayda değer gelmiştir bana. Uzak/yakın bir tanıklık da olsa, ülkenin maden işçilerinin yaşadıklarına dıştan bakışın ansıları da önemlidir.

Yazarın toplumsal bilinci, ülkenin tarihsel toplumsal sorunlarına dönük duyarlıklı bakışı ister istemez yapıtına yansır.

KIRILMA NOKTASI

İlya Ehrenburg’un Buzların Çözülüşü (1954) romanını hatırlarım. 1966’da Alaattin Bilgi’nin çevirisiyle yayımlanan (Sol Yayınları) bu romanın bize hatırlattığı/öğrettiği şeylerin bugün hâlâ geçerli olduğunu düşünürüm. Roman, toplumcu gerçekçi bakışın kırılma noktasında yer alır. Öyle ki, ülke edebiyatında bu romandan öncesi ve sonrası diye bir çizgi çizilir.

Toplumsal sınıfların gerçeğini anlamadan bir yazarın neyi/nasıl yazabileceği bir düşünelim. Üstelik o sınıfsal yapılara öncelikle roman okutmak kaçınılmaz. Çünkü kendi gerçeğini/sorununu yazabilecek insanlar/romancıların da oradan çıkabileceğini,; hatta bu sorunları daha da iyi anlatabileceklerini yadsımamak gerekir.

YENİ ÇIKAN KİTAPLAR

Bugün, çoğunlukla hayatın dışına düşen romancı ne işçi sınıfı gerçeğini, ne tarım kesiminin sorunlarını bilir; ne de bunlara değinir. Hatta yaşanan zamanın ruhunu kavramaktan ötededir, çünkü toplumsal sınıfların ne olduğu gerçeğini bilememektedir. Değişimi/dönüşümü göremeyen bir romancının yazdığı da inandırıcı değildir hiçbir zaman.

Edebiyatımızın toplumcu gerçekçi kuşağı yazarları bu bilinç aydınlığıyla Türkiye insanının, işçi sınıfının, köylülüğün, toprak insanının üretim/yaşam ilişkilerine bakıp, bunları irdeleyip yazmışlardır.

Baş hukukçu: Orhan Kemal