Takıntılı biriyimdir. Takıntılarımın aklımı bulandırdığı da olur, hem de sık sık. Deli Dumrul’a ne zaman takıldığımı tam olarak hatırlamıyorum. Ama o gün bugün bu absürd hikâyenin açıkladığı, üzerine damga diye yapıştığı o kadar çok vaka oldu, üstelik Dumrul geçmişe ilişkin öyle perdeler araladı ki, bu tuhaf takıntımın “Allah’ın bir lütfu” olduğuna kani oldum. Hikâye de zaten Deli Dumrul namlı ve dahi deli-kanlı bir ergeni egemene dönüştüren, yani ona ergemenlik (1) bahşeden lütfun kaynağını aktarır. Vardır elbet bu deliyle bunca meşgul olmama sebep olan “hissiyat”ın bir esbab-ı mucibesi. Uyarayım bu yazı pek öyle iler tutar olmayacak. Serbest çağrışımla müşterek bilinçaltımızın tekinsiz topraklarında dolaşacağım.
Retorik yapıyorum, tabii ki biliyorum Deli Dumrul’a neden takıntılı hale geldiğimi. İktidardaki mevcut zevatın kaç senedir durmaksızın “yol yaptık, köprü yaptık” diye hallenmeleri sebebim oldu. Bu laflar her söylendiğinde cümlenin içindeki gizli nesne (hep özne gizlenecek değil ya) mahzun mahzun bakıyordu baş altından: Biziz tabii o gizli nesne, köprüden, geçmek isteyende 33, istemeyende dayak yiyip bir de üstüne 40 akçe vermek zorunda kalan bizleriz o gizli nesne. Her türlü belayı “Allah’ın lütfu”, yani fırsat olarak gören bu zevatı işittikçe oturdum Boğaz’ın üzerine yapılan köprüleri eşleştirdim ülke tarihinin dönüm noktalarıyla. Bir de ne göreyim, devletlular ne zaman bizimle kavillerini tazelemek isteseler yolumuzun üstüne bir köprü inşa edip başına da gişeleri konduruvermişler.
DEVLETİN DUVAR YAZISI
Nazar AlSayyad kent araştırmalarında hayli saygınlık kazanmış Mısırlı bir akademisyen, “yeni Ortaçağ” (aslında “medieval modernity,” ama direkt çevirince başka kapıya çıkıyor) diyor içinde yaşadığımız zamana. Konut alanlarını güvenli kılmak için etrafına sur misali örülen duvarlardan yola çıkıyor. Bu duvarların işaret ettiği mevzu yalnızca güvenliğin yerselleşmesi değil, aynı zamanda devletin o duvarlarla işaretlenmiş arazilerde yaşayanlar ve yaşananlar üzerindeki egemenliğini kısmen de olsa devretmesi. Devletin kimi kamusal işlerden kurtulmak için yaptığı bu “özelleştirme” hamleleri, aslında ve yurttaşların tecrübe ettiği gündelik hayat pratiğinde egemenliğinin bir kısmının da, o duvarları inşa edenlere transfer edilmesidir. Bu, işleyişi itibariyle eski “özel mülkiyet” tesisinden ve tahsisinden farklı bir durum arzeder. Çünkü devredilen ve çitlenen bu sahalarda yaşayanlar halen devletin yurttaşlarıdır ama devletin kanunlarına ilave başka kurallara da uymaları, dahası ek vergiler (çeşitli aidatlar vs) ödemeleri gerekir. O kuralları koyan site yöneticileri, vergileri alanlar da şirketlerdir. Dolayısıyla sözünü ettiğim gereklilik, pratikte vergi ödenen ve kural koyan şirketin güçlü, zor kullanma kapasitesiyle de “haklı” olduğu bir kontratla yine devletin garantisi altındadır.
Şöyle de özetleyebiliriz bu denklemi: Devlet site merkezli şehir plan(sızlığ)ı ile şehirden vazgeçer. Bu tabii, egemenlik devrinin yalnız bir türü. Gözle görülebilir ve gündelik hayatta hissedilebilir olduğu için neoliberal egemenlik devri mekanizmasını anlaşılır kılan güzel bir örnek. AlSayyad’ın Ortaçağ benzetmesinden devam edelim: Etrafı duvarlarla çevrili her bir siteyi, inşaat firmalarına terk edilmiş feodal beylikler olarak düşünebilirsiniz. Devletin yurttaşları da beylerin arzu ettikleri kadar angarya yükleyebilecekleri serflere dönüşürler bu durumda. Ultra-modern ortaçağa hoş geldiniz. Ortaçağ Avrupa’ya karanlık, bize aydınlıktı argümanını da koyun bir kenara. Güçlü devlet genellikle dermansız yurttaş demektir zira.
Emsal mi istersiniz? “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sloganı manasını geçen hafta düpedüz Meclis iradesi yok sayılarak geçirilen “Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması” kanunu ile bulur. Şu sözünü ettiğim türde “devletin yaşamasına hizmet etmeyecek insan niye yaşasın?” değil mi ama? Devletin insanları değil, şirketleri imtiyazlı yurttaş olarak gördüğüne delalet eden başka dönüşümler de var ne zamandır.
Nitekim aynı mekanizma, devletin başta eğitim, sağlık, gıda, ulaşım ve iletişim olmak üzere pek çok kamusal işi özelleştirdiği her işlemde yerleşir ve yerelleşir. Bu stratejik “sektör”lerdeki her özelleştirme işlemi, aslında bir egemenlik devrine işaret eder. Sonunda devlete yalnızca, o da yine kısmen güvenlik, kalır. Çünkü uygulamada devletin güvenlik sağlama, bu vesileyle zor kullanma tekeli de görünür biçimde değişmiş, aslında kırılmıştır. Dış operasyonlar için paralı ordular, yani paramiliter çeteler (başıbozuk birlikleri) icat olunur, içerde ise emekli polislerin kurduğu güvenlik şirketleri belirmeye başlar. Devlet hâlâ ve en çok güvenlik söylemiyle kendine yer açar yurttaşın gündelik hayatında. Ama kastı bizim güvenliğimiz değildir. Çünkü devlet yukarıda sözünü ettiğim egemenlik devri mekanizmasının bir sonucu olarak başka devletler ve devletler kadar ergemenleşmiş şirketlerle girdiği taahhütlerin askerine dönüşmüştür (2). Almanya Bayer’in ve Siemens’in, ABD Exxon ve Shell’in, Türkiye de “beşli çete” dediğimiz şirketlerin devletidir. Devletin egemenlik sahası, bu şirketlerin yatırım alanlarıdır. Tersi de geçerli: Şirketlerin egemenlik sahası, devletin varlık sebebidir (3).
Dağıtmayayım konuyu, başa dönüp kötü haberi vereyim. Şehir devletin yurdudur. Şehirsiz devlet olmaz. Kentli hayatın her alanındaki egemenlik haklarını şirketlere devreden devletin nereye sıkıştığını ve orada ne yapmakta olduğunu anlamak için ise Wendy Brown’a (4) bağlanabiliriz. Devletlerin sınırlarda yükselttikleri duvarların aslında içerde, ülke içinde egemenliklerinin eridiğini “çaktırmamak” üzere buldukları çareler olduğunu söyler Brown. Bu tür duvarları ne çok yerde gördüğümüzü bir düşünün. Trump Meksika sınırına yapmak istedi, fizikî duvarı finanse edecek kaynak bulamayınca yerine acımasız bir bürokratik mekanizma yerleştirdi ve çoluğu çocuğu anasından babasından ayırıp kafeslere kapattığı bir facia inşa etti. Avrupa, Avrupa-dışı olarak gördüğü her arazi parçasıyla arasında duvarlar örmeye başladı ve Frontex diye bir canavar yarattı. Türkiye boş durur mu, Suriye sınırını duvarladı. O duvarların her biri hakikatte, “ben artık bu duvardan ibaretim, yani aslında yoğum” demenin devletçe bir yoluydu.
DUMRULOĞULLARI DEVLETİ
Senelerdir ne zaman “köprü yaptık, yol yaptık” deseler Deli Dumrul’u hatırlıyorum demiştim. Deli Dumrul’un, “Türklük bilinci”nin kanon metni olduğu söylenen Dede Korkut hikâyelerinden bugünün “halk kültürü”ne kalan neredeyse tek metin olması herhalde tesadüf değildir. Yani Dede Korkut’un hikâyesini anlattığı yiğitler arasında hayatta kalan tek kişi (5) Deli Dumrul gibidir. Boğaçhan ve Tepegöz de daha az olmakla birlikte anılıyor ve bu ikisinin de ortak meselesi -her ne hikmetse- delikanlının baba ya da üvey-baba ile can pazarlığıdır. Dedim size tekinsiz topraklarda gezineceğim diye.
Üç aşaması vardır Deli Dumrul Efsanesi’nin.
Deli Dumrul, kuru çay üzerine bir köprü yapar. Yenilerde dile getirilen bir teoriye göre çayın belirteci “kuru” değil “kuri”dir ve o da “coşkun akan”, yani geçilmesi imkânsız nehirdir. Dere kuru ise Deli Dumrul efsanesi, ergemenin mantık yoksulluğunu hikâye eder. Yok coşkun akıyorsa göçebelerin çaresizliğinden, yani krizlerinden fırsat devşiren bir ergemendir Deli Dumrul. Hangisini beğenirseniz onu alın. Her iki durumda da Dumrul, ergemenliğini Rum’a ve Şam’a (Hristiyan ve İslam illerine) tanıtmak ister. Ey Rum, ey Şam, sen kim oluyorsun ki Dumrul’un yiğitliğini, celasunluğunu, deliliğini tanımıyorsun?
İkinci aşamada, savaşta değil hastalıktan ölen bir yiğitte kendi ölümünün izini gördükten sonra kibir suretine bürünmüş korkuyla Azrail’e meydan okur, elbette yenilir ve can dilenmek üzere önce babaya sonra anaya başvurur. Bilgin Saydam’a göre önce babacıl, sonra anacıl hukuka sığınır bu hareketle. Ama her ikisi de, “dünya şirin, can tatlı” diyerek Dumrul’un canından vazgeçerler. Dumrul böylece görünürde anası-babası olsa da yetim olduğunu anlar. Kimsesizdir.
Üçüncü aşamada, can istemeye değil ama vedalaşmaya isimsiz “el kızı” hatununun yanına varır ve ona çocuklarını yetim bırakmamasını, kendisinden sonra mutlaka evlenmesini vasiyet eder. Sebebi belli değil mi, yetimliğin ne demek olduğunu anlayıvermiştir Azrail’le baş başa kaldığında. Dumrul’u, “el kızı”nın (dostun, arkadaşın, kandaş olmayan eşin) (6) onun canından vazgeçmeyişi kurtarır. İkisi Azrail’in Allah’ına yakarır ve 140 yıl daha ömür kazanırlar. Dumrul’un anası ve babası ise evlatlarını yetim bırakmanın cezasını şirin dünyadan ve tatlı candan olarak öderler. Dumrul, Azrail’in Allah’ına söz verir: “Ulu yollar üzerine imaretler yaptırayım senin için, aç görsem donatayım senin için.”
Deli Dumrul hakkındaki ilk Pertev Naili Boratav’ın ortaya attığı, yenilerde araştırmacılar tarafından delillendirilmeye de başlanan bir teoriye göre bu hikâyede anlatılan, aslında Selçuklu Devleti’nin kurucusu Tuğrul Bey’dir. Deliller hem Dumrul sözcüğünün aslında Tuğrul anlamına geldiği hem de Topkapı Sarayı’ndaki bir el yazmasında benzer bir efsanenin Tuğrul adlı biri için anlatıldığına dayandırılıyor (6). Selçuklu Devleti de biliyorsunuz, Maveraünnehir’e sıkışmış bulunan Kınık Boyu’nun Azrail’in Allah’ının (Sünni) halifesinin sadık asker ihtiyacının karşılanması için kurulan bir ittifak üzerinde şekilleniyor. Hikâyedeki el kızının, Abbasi Halifesi’nin kızı olabileceği spekülasyonu bile geliyor akla. Gerçi bir rivayete göre Tuğrul Bey’le halifenin kızı hiç gerdeğe girmemişler. Zaten Tuğrul Bey de çocuksuz ölmüş ama malum hikâyeler her şeyi olduğu gibi anlatmaz, gönle hoş gelen yalanları çeşni ederler kahramanın yolculuğuna. Hatta ve hatta, Tuğrul Bey’in, kendisiyle evlenmek istemeyen ama mecbur kalan “el kızı” tarafından zehirlenerek öldürüldüğüne ilişkin rivayetler bile var. Artık en doğrusunu ecdadın ruhları bilir, tarihin hangi tarafında iseniz ona göre seçersiniz hangi rivayete inanacağınızı. Bu kadar magazin yeter.
BİR KURU-KURİ ÇAY (ÜZERİNE KÖPRÜ PROJESİ) OLARAK KANALİSTANBUL
Aslında nereye varmak istediğimi çoktan anladınız biliyorum. Ben de yoruldum Dumrul’la uğraşmaktan. Selçuklu’nun, Osmanlı’nın, hülasa ecdad’ın devletlû zevatın zihninde “parlak” ve “çılgın” bir fikir olarak uyanması pek de tesadüf değil. 1980 darbesi sonrasında küresel neoliberal düzene entegre olsun deyû, zaten pek taze olan kurgusu değiştirilen devletin aldığı yeni şekil Deli Dumrul’da vücut bulan ergemenlik anlatısını pek andırıyor.
Aşağı yukarı 2011’den bu yana Kanalİstanbul’dan söz ediyor Dumrulî devlet. Proje yapılırsa evvela arazideki tatlı su çayları kurutulacak. Yer kazılacak, tuzlu su kanalı açılacak. Geçenden 33, geçmeyenden döve döve 40 akçe alınacak. Devletin egemenlik haklarını devrede devrede kuruttuğu ya da (sadık şirket kulları namına coşturduğu) akarların yerine yeni bir akar icat edilmiş olacak. Şöyle de diyebiliriz: Dumrulî devlet, kuru/kuri derenin iki yakasındaki sadık yurttaşlarına üleştirecek yeni akar (hem akçe hem yolcu) ihtiyacında.
Bu kurguya halkın itirazı şu: Ya hu bu ne biçim iş, toprağın, suyun, börtü böceğin, civarda yaşayan ahalinin hali ne olacak, geri alınamayacak ve ekolojik dengeyi temelinden bozacak bir projeyle devletin bunca parasını heba etmek nasıl bir delilik? (Tam bu noktada fıtrata ters diye kadınlara kaş almamayı tavsiye eden Diyanet’in devreye girip, “Allah’ın yarattığı araziye ne ediyorsunuz beyler” diye çıkışarak Azrail’i hatırlatmasını beklemek boşuna tabii.) Emekli amirallerle bir kısım muhalefetin itirazının dayanağı ise Montrö Anlaşması, yani Deli Dumrul’un daha evvelden tanınmış egemenlik haklarını teminat altına alan kontrat. Yeni Dumrul’un savunması ne? O kaynak kurudu, akmıyor, bana yeni akar lazım.
Bir ayrıntı daha var Deli Dumrul’la ilgili. Dumrul köprüyü yaptığında her iki yakayı birbirine bağlar ama geçişleri de ücretlendirir malum. Şöyle söyleyeyim bunu: Her iki yakayı, bir diğerinin kullanımına açar ve aralarındaki ilişkiyi haraca bağlar. Bilgin Saydam o iki yakanın bu dünya ile öte dünya olabileceğini söylüyor. Fakat efsaneler pek çok anlama gelirler. Ben o yakaların aynı zamanda birbirlerine henüz açılmamış topraklar, yani hakimiyet sahaları da olabileceğini düşünüyorum. Türklerin İslam’a girişleri kadar İslamların da Türklerin sahasına/arazisine girişlerini sevk ve idare eder o köprü. Güçlü olanın, can havlinde olanı bağrında eriteceği bir kap(ıl)ma süreci yaşanacaktır ardından.
Hepimizin aklında kimsenin spekülasyondan öte cevabını bilmediği bir soru var: Niye ve kim için yapıyorlar bu kanalı? Her ne kadar "Boğazlardan geçiş arttı, kaldırmıyor artık", deseler de kayıtlar aksini söylüyor. 2007-2020 arasında Boğazlardan geçişler 56 binden 38 bine düşmüş. “Boğazlardan para kazanamıyoruz, halkımız kaybediyor” diyorlar ama Türkiye’nin isterse Montrö’nün kendisine verdiği egemenlik hakları konusunda harekete geçebileceğini, ama yapmadığını söyleyen uzmanlar da var. Uzatmayayım, kanalı kim için yapıyorlarsa devletin üzerimizdeki egemenlik haklarını ona devrediyorlar. Cevabını net olarak aramamız gereken soru bu. Ama biz katiyetle bilmiyoruz. Dumrul’un aklını, devlet aklı da diyorlar ona, okuma uğraşımız boşuna. Çünkü Dumrul, malum-u âliniz, aklıyla nam salmış bir ergemen değil.
Kanal civarındaki arazi transferi projenin sonuçlarından yararlanmak isteyen zevat hakkında bir fikir veriyor ama insan inanamıyor böylesi bir kıyımın birkaç kişi daha çok kazansın diye yapılacağına. Deli Dumrul bile yapmazdı bu kadarını.
Efsanenin başında Dumrul’un ergemenlik arzusunun çılgınlığını tarif etmek üzere anlatır Dede Korkut köprü meselini ama; sonra bir daha dönmez, köprü öyle boşlukta asılı kalır. Dumrul’un kendisine verilen 140 yıl bonus ömürde ne yaptığını da söylemez. Bilgin Saydam’a göre yaşayarak görmekte olduğumuz odur. Görebildiğimiz kadarıyla Dumrul, haraç almak üzere köprüler, yollar yapmaya, doymak nedir bilmeyen kursakları tok gözleri aç kullarını beslemeye devam eder. Yaradanın gözünü boyayabileceğini düşünecek kadar büyütmüştür kibrini. Allah sonunu hayretsin.
1- Ergemen: Bülent Somay’ın buluşudur efendim, er(kek)lik, ergenlik ve egemenlik kavramlarının karışmak suretiyle kamaşmasından oluşmuştur ve bence mevcut haldeki pek çok durumu gayet kestirmeden izah etmektedir. Bu kavramın ilk kullanıcısı olma ayrıcalığı için kendisine minnettarım.
2- Şirketlerin de halet-i ruhiye itibariyle devletler kadar ergemenleştiğine delil ise herhalde Amazon’un Bezos’u, Facebook’un Zucker’i ve nihayet Tesla’nın Musk’udur. Sizin de dikkatinizi çekmiyor mu sağ popülist liderlerle aralarındaki dil benzerliği ve işbirlikleri.
3- Egemenlik bağlamında kurulan bu yeni devlet-şirket mekanizmasının azıcık dışına taşan ama giderek aynı minvale evrilen tek “sektör,” çok acayip ama görünen o ki, başta sosyal medya olmak üzere internet şirketleri. Bilginin, verinin kontrol edilemezliği devletlerle bu tür şirketler arasındaki arazi kavgasını giderek derinleştiriyor.
4- Yükselen Duvarlar, Zayıflayan Egemenlik, çev: Emine Ayhan, Metis, 2011
5- Bilgin Saydam’ın Deli Dumrul’un Bilinci’ni (Metis) okuyun ne olur, başlangıçta en önemli rehberim oydu. Üç sene süren, halen artçıları devam eden Deli Dumrul seyahatimin notlarını dört yazı halinde Birikim yayınladı (371, 372, 373 ve 376’ıncı sayılar).
6- P. N. Boratav’a göre Dumrul, Tuğrul sözcüğünün fonetik bir yorumudur. Türk Mitolojisi: Oğuzların - Anadolu, Azerbaycan ve Türkmenistan Türklerinin Mitolojisi, Ankara, BilgeSu, 2012, s. 64. Ayrıca Topkapı Sarayı Kütüphanesi’ndeki parçalanmış bir el yazmasında Azrail’e karşı savaşan Tuğrul adlı bir delikanlının varlığından söz eder. Dumrul ile Gılgamış’tan tanıdığımız Dumuzi’nin akraba olabilecekleri ihtimali de yok değil etimolojik spekülasyonlar arasında. Səadət Şıxıyeva, yalnız etimolojik değil örüntü ve motifler açısından da Dumrul ve Dumuzi’nin azımsanmayacak ortaklıkları olduğunu tartışıyor şu makalesinde: “Dəli Domrul Boyundaki Bir Motivin Analoqları.” Motif Akademi Halkbilimi Dergisi 4, no. 7 (December 1, 2011): 237–254. Ben bu Tuğrul’un Dumrul’la aynı kişi olduğunu ve ikisinin Selçuklu Devleti’nin kurucusu Tuğrul Bey’in hayat hikâyelerinin bir temsilî olduğunu düşünür, ah saçmalıyorum galiba derken, sağ olsun Oğuzname araştırmacısı Necati Demir arşiv araştırmasına dayanarak doğrudan kayıtlara geçti: Topkapı Sarayı’ndaki bilinmedik bir eserde Deli Dumrul olarak bildiğimiz kişinin Tuğrul Sultan olarak anıldığını anlattı. “Ezberler bozuluyor! Türk tarihini değiştirecek iddia”, Yeni Akit, 29 Haziran 2019.
(7) Bu isimsiz el kızı ile yeni takıntım olan Sofokles’in Antigone’si arasında bir akrabalık var biliyorum, ispat etmeye de hevesliyim.