Erasmus’un “Deliliğe Övgü”sü yıllar önce okuduğum bir kitaptı.
Çok etkilenmiştim. Çünkü en söylenmeyecek şeyleri en açık haliyle
yüzüne yüzüne bağırıyordu insanların Erasmus. Üzerine toz
konduramadığımız insanların en alçaltıcı hallerini okurken hem
utançtan kızarıyor hem de rahatlıyordunuz. "Oh be! Biri çıkıp
söylemiş!" dedirtiyordu insana.
Yenilerde Deliliğe Övgü’nün, Karma Drama tarafından tiyatroya
uyarlandığını duyunca ister istemez heyecanlandım ve geçtiğimiz
hafta Kadıköy’de bulunan mekanlarında izleme şansı yakaladım.
Erasmus’un düz fikir yazılarından oluşan kitabını nasıl bir oyuna
çevirdiklerini çok merak etmiştim. Togay Kılıçoğlu’nun kırık
bacağını katiyen hissettirmeden tek başına oynadığı tek perdelik
oyun bittiğinde, ne kadar alkışlasak az diye düşündüm.
Bugünlerde ülkece delirme halimiz üzerine çokça düşündüğüm
günler. Birkaç yazı önce “Deliriyor muyuz?” diye bir yazı
yazmıştım. Oyunu biraz da bu gözle izledim. Karma Drama da konuya
biraz bu açıdan bakmış olsa gerek ki oyunun broşüründe şöyle bir
açıklamayı uygun bulmuşlar:
Deliliğe Övgü; özgün adıyla “Morias enkomion sey
laus stultitiae”.
Yapıtını birkaç gün gibi kısacık bir sürede tamamlayan
Erasmus, eserini yaratırken hiçbir kitaptan yararlanmamıştır.
Erasmus’un canlılığını, geçerliliğini ve çekiciliğini günümüze
kadar değişmeden koruyabilmiş gülmece türündeki yapıtına egemen
olan iki temel görüş vardır. Birincisine göre gerçek bilgelik
deliliktir. Öteki görüşe göre ise kendini bilge sanmak gerçek
deliliktir. Yazınsal açıdan “Deliliğe Övgü”, Latin ozanı
Horatius’un “Hakikati gülerek söylemek” ilkesinin belki de en
yetkin örneğidir.
Erasmus’un kitabından oyunlaştırdığımız eserle günümüzün
delirme eşiğine gelmiş dünyasına tiyatro sahnesinden bakıyoruz.
Herhangi bir zamanda, herhangi bir şehirde… Pek çok insanın
dünyadaki veya kapısının önünde olanları soğuk bir camın ardından
bir oyun gibi izlediği şu günlerde, hakikatleri gülerek söyleyen
“Delilik” belki de yanı başınızda bir yerlerdedir. Kim
bilir?
Oyunu onaylama anlamında kafa sallayarak izledim ve kendimi her
kafa sallarken bulduğumda kendime güldüm. Erasmus’un sözleri yine
"Oh be!" etkisi yarattı. Açıklamaya çalışayım. Hani yukarıda
Erasmus’un bu eserinin bir bilenlerce iki şekilde yorumlandığı
söyleniyor ya; ‘gerçek bilgelik deliliktir’ ve ‘kendini bilge
sanmak gerçek deliliktir’ şeklinde. Bence her ikisi de. Fakat ülke
–ve hatta dünyaca- delirme halimiz bir miktar ikincisiyle ilgili.
Gerçi Erasmus’un bu eseri 1511 yılında yazdığını düşünürsek demek
ki bu kadim bir sorun. Bana sorarsanız günümüzde sistemsel bir
vaziyete dönüşmüş durumda ve “popülizm” olarak tezahür etmekte.
Okumakta olduğunuz yazıda oyunu da, deliliği de bu açıdan
yorumlamayı tercih edeceğim, bu sebeple benimki biraz deliliğe
sövgü olacak.
Kendini bilge sanmak gerçek deliliktir…
Bunu gün içerisinde sürekli deneyimlemiyor muyuz? Etrafımızda,
televizyonda, sosyal medyada, apartmanda, toplu taşımada, yolda,
sokakta her yerde sürekli her şeyi bilen insanlar var. Ve işin
kötüsü bu kişiler her şeyi bilen bir tavırla hareket edip bu çılgın
özgüvenle cümleler kurduğunda, önemli bir kitle bu kişilere
inanıyor! Bazen fanusun dışına çıkıp bu manzaraya bakasım geliyor,
delirecek (buradaki delilik sanırım bu ikinci halden biraz farklı)
gibi oluyorum! Ve panikleyip hunili insanlarla (bunlardan birinin
kendimiz olma ihtimali çok yüksek) dolu fanusumuza geri
dönüyorum.
Oyuna dönelim; eserde tüm meslek gruplarına deyim yerindeyse
bodoslama dalıyor Erasmus. Hepsini sıra cetvelinden geçiriyor.
Oyunda da cehalet ve böbürlenme arasındaki doğru orantı, güç sahibi
kişilerin içi boşluğu, saçmalama halinin artmasıyla hayran
kitlesinin de artması o kadar iyi anlatılmış ki. Bilginin takipçi
sayısıyla ölçüldüğü günümüz dünyasında, bu oyun eseri çok daha iyi
anlamamızı sağlıyor. Metinden bazı pasajlar aktarmak isterim:
“Şu bizim kendini beğenmişlik dünyanın her tarafında sayısız
insanı birçok şekilde mutluluğun doruğuna çıkarmadı mı?
Özellikle şu oyuncuların, şarkıcıların, hatiplerin ve
şairlerin içlerinde biri ne kadar cahilse o kadar kendini beğenir,
o kadar böbürlenir ve gerim gerim gerilir. Gerçekten ahmaklık
katsayısı arttıkça hayran sayısı da o oranda çoğalır.
Bir insan işinin ehli değilse ve kendini beğendikçe
beğeniyorsa ve hayranlarının sayısı arttıkça artıyorsa, doğru
dürüst bir eğitime ihtiyacı mı kalır artık; her şeyden önce böyle
bir eğitim kendisine pahalıya mal olacaktır, sonra kendisini
müşkülpesent ve ürkek kılacaktır, en sonunda da hayranlarının
sayısını epey azaltacaktır.
…
Oysa kendini bana teslim etmiş olan yazar tarife sığmaz bir
delilik yaşar, öyle gece vakti kandil ışığında bir şeyler
karalayacağım diye hiç uğraşmaz, çünkü aklına ya da kaleminin ucuna
ne geliyorsa, hatta bunlar rüyaları bile olsa, anında yazıya
geçirir, tek ödediği bedel de kağıt parası olur; saçmalıklarını ne
kadar saçma yazarsa o kadar çok okuyucunun, yani o kadar çok
delinin ve cahilin övgüsünü kazanacağından da hiç habersiz
değildir. Ne olur yani yazdıklarını iki üç aydın kişi eleştirmişse,
onlar da okumuşsa tabii? Ama başkalarının eserlerini
kendilerininmiş gibi yayımlayanlar ve başkasının büyük emek
harcayıp kazandığı şöhreti birkaç kelimeyle kendisine mal edenler
çok daha bilgedir.
Halk tarafından övüldüklerinde, kalabalıkta parmakla, a bak
işte o, o büyük adam şeklinde gösterildiklerinde, kitapçılarda
satışa çıktıklarında, her bir sayfanın üstünde özellikle yabancı ve
tılsımlı sözleri andıran üç kelimelik adları okunduğunda nasıl da
kendileriyle gurur duyarlar.”
Oyunu bu noktadan izlemeyi ve yazmayı tercih ettim. Zira hanidir
beni korkutan şey şu; çocuklarımız her şeyi bildiğini zanneden
fakat hiçbir şey bilmeyen insanların elinde yetişiyor. Gençlerimiz
içi bomboş fakat ağzı iyi laf yapan cafcaflı kişileri örnek alıyor.
Bu büyük bir çılgınlık! Hatta bir distopyanın gerçekleşmekte olan
hali. Kimse kusura bakmasın bu, dünyanın sonu demek!
Nitekim, işte bu “çok şey bilme”, senin bildiğini kabul etmeyeni
ya da sana karşı çıkanı linç etme/ettirme, dolayısıyla birtakım
hiçbir şey bilmeyen insanlara tapma/tapınma durumu büyüyüp de
üzerine bir de hızlı iletişim çağıyla sistematikleşince bir
bakmışsınız popülizm doğmuş ve onlarca Trump ile milyonlarca
Trumpçıklar dünyayı ele geçirmiş!
Bilmem anlatabildim mi, diyeceğim ama demiyorum; çünkü biliyorum
ki hepiniz bundan muzdaripsiniz ve beni çok iyi anladınız…
Peki bu deliliğe bir dur demek mümkün mü? Elbette. Trumplara oy
vermeyebiliriz mesela, Trumpçıklara da prim vermeyebiliriz. Popüler
olmakla saygın olmak arasındaki o mükemmel farkı fark edebiliriz.
Dünyayı olumlu yönde değiştirecek olanın saygınlıkla ilgili
olduğunu anlayabiliriz. Bu da ancak bir miktar bilgi sahibi olmakla
ve bilgiye değer vermekle mümkün. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi
olmak diyoruz ya, o işte. Bilgi sahibi olmak da öyle kolay iş
değil, emek istiyor. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan
Trumpçıkları hemen ayırt edersiniz zaten, konuşmaktan okumaya
vakitleri yoktur bu kişilerin genelde. Ve en önemlisi kendimizi de
bu eleştirinin içine katabiliriz.
Belki de bu deliliğin önüne geçebilecek tek düşünce biçimi
Sokrates’inkidir; belki de tek bildiğimiz hiçbir şey bilmediğimiz
olmalıdır. Belki de bütün mesele bilmek ya da bilmemektir.
Böyle dediysek meydanlarda insanlara sorular sorup at sinekliği
yaparak ömür tüketelim demiyoruz tabii. Oyunda şuna da vurgu
yapılmış mesela; insanların kendini sevmesi gerekir, kendini
sevmeyen başkasını nasıl sevebilir ki? Bu yüzden kendimizi kayırmak
hakkımız; fakat mümkünse bunu kendi kendimize yapmalıyız.
Başkalarına ne şahane olduğumuzu anlattığımızda –ya da anlatmıyor
gibi yapıp yan ceplerine koyduğumuzda- üzgünüm ama ikinci kısım
deliliğe doğru yol almışız demektir.
Kitap da, oyun da, bu yazı da bir dertleşme biçimi aslında.
Bugünlerde birbirimizden saklayıp da söyleyemediğimiz gizli şeyleri
kıs kıs gülerek alttan alttan verme. Bir nevi yüzleşme. Bence çok
ihtiyacımız var. Oyunu 1-2 Haziran’da Karma Drama’da
izleyebilirsiniz. İzlemelisiniz.