Dubuffet 1940’larda yaratıcılığın öldüğünü düşünedursun, dünya ve sanat piyasası şimdi daha da acayip bir yerde. Pazarlamacı-sanatçılar, kopyacı sanatçılar, satış kaygısıyla iş üretenler, evin dekoruna uysun diye esere renk değiştirten koleksiyonerler... Dubuffet’nin size bir diyeceği var: “Sanat, göze değil, akla hitap eder. İlkel insanlar tarafından hep bu şekilde değerlendirilmiştir ve bu insanlar haklıdırlar.”
“Benim için delilik, akıl sağlığıdır. Normal olan psikotiktir. Normal, hayal gücü eksikliği, yaratıcılık eksikliği demektir.” Jean Dubuffet
Akıl hastanesinde yatanlar, tutuklular, toplumdan dışlanmışlar... Bu hareketin sanatçıları tam da bu insanlar. Resim çizmeyi, heykel yapmayı kendi kendine öğrenmiş, çoğu zaman bu yeteneğin vahiy gibi indiğini de iddia edebilen, psikotik, herhangi bir eğitim ya da bir entelektüel çevrenin onayını almamış sanatçılar. İşte size Türkçede kimi kaynaklarda “ham sanat” olarak geçen “art brut” hareketine bir giriş...
Deliliğin, akıl hastalıklarının yaratıcılığı beslediğine inanan Fransız ressam ve heykeltıraş Jean Dubuffet, İsviçreli psikiyatrist Hans Prinzhorn'un 'The Art of the Insane' (Delinin Sanatı) kitabını okuduktan sonra akıl hastanelerini, hapishaneleri dolaşarak kendine bir koleksiyon yapmaya başlar. Sanatçı, kendi icat ettiği “Art Brut” terimi çerçevesinde, ziyaret ettiği kurumlarda yaşayan, yaratıcılıklarından çok etkilendiği toplumdan dışlanmış insanların eserlerinden kitaplar oluşturur. Bu insanların hiçbirinin toplumsal kabullerle bir alakası yoktur; hatta bir çoğu toplum olgusunun farkında bile değildir. Onlar, kendi dünyalarında, kendi “deliliklerinde” yaşarlar. Dubuffet’ye göre bu harika bir şeydir çünkü kendini en saf, en ham ifade şekli budur. Başkalarının, kuralların, kabul görmenin farkında olmadan yapılan üretim.
KENDİNE HAS, SAF FİKİRLER
İlk bakışta bu hareket size saçma gelebilir fakat Jean Dubuffet’nin art brut ile ilgili yazılarını, söylemlerini okudukça ve yaşadığımız dünyayı düşünüp tarttıkça art brut gerçekten de anlamlı bir yere oturuyor. Jean Dubuffet’nin seçtiği “sanatçıların” özelliği, hiçbir kültürel koddan etkilenmemiş olmaları. Hiçbir okulda onlara “şöyle resim çizilir, böyle heykel yapılır” denmediği, hiç onların aklına girecek ya da bir şeyler dayatacak bir entelektüel çevre içinde bulunmadıkları, içinde yaşadıkları toplumun kurallarını bilinçli ya da bilinçsiz reddettikleri, cezalandırıldıkları için Dubuffet, bu sanatçıların ister istemez klişelerden değil kendi derinliklerinden beslendiklerine dikkat çekiyor. Onlar için birinden esinlenmek, herhangi bir eseri kopyalamak söz konusu değil. Düşünün ki Dubuffet art brut’yu ortaya attığında 1940’ların ikinci yarısıydı. O zaman insanların maruz kaldığı, etkilenebilecekleri kişiler, araçlar, tartışmalar çok daha sınırlıydı. Günümüz dünyasından milyonlarca farklı kodla büyüyor ve ister istemez çevremizdeki kuralları, insanları, tartışmaları benimseyip etkileniyoruz. Bugün belirli bir çevrede yetişen, yer alan bir sanatçının hakikaten de Dubuffet’nin önerdiği gibi “ham” olabilmesi neredeyse imkansız.
İNANIŞLAR
O yüzden Dubuffet’nin Lozan şehrine bağışladığı koleksiyondaki çizgiler, heykeller önce çocuksu, sonra da büyülü geliyor gözünüze. Çok merak ettiğim müzeyi ömrümde ne zaman denk gelir de görürüm bilmem diye düşünürken hayatın bir oyunu olarak bu şehre taşınınca, hemen müzenin yolunu tuttum. Bizzat kendisi merdiven gibi olan, acayip dik yokuşlu Lozan’ın yokuşlarının tepesinde, sergileri gezdikten sonra uğrayabileceğiniz pek hoş bir birahanenin yanında, dört katlı bir binada Dubuffet’nin bağışından sonra açılan Art Brut Koleksiyonu, nam-ı diğer Collection de l'Art Brut Lausanne. Dubuffet’den sonra da koleksiyona eser katmaya devam eden müzede bin sanatçının 70 bin işi var. Bu işler, sanatseverlerin karşısına kısa süreli sergiler ve bienaller ile çıkıyor.
Benim ilk denk geldiğim sergilenme, art brut sanatçılarının deli iç dünyalarına güzel bir giriş olarak “İnanışlar” konulu 5. Art Brut Bienali oldu. Bahsettiğim gibi bu sanatçılar 'ben resim yapmıyorum, cinler yaptırıyor, tanrı yaptırıyor' diyebilecek, hatta diyen insanlar. Dolayısıyla zaten din, maneviyat, başka dünyalar, gerçeklik ötesi bu sanatçıların sıkça hayatında yer alan “gerçekler”. İşte bu başka dünyaları bu müzede 43 sanatçının yaklaşık 300 çizim, heykel, nakış, kolaj gibi işlerinde seyredebiliyorsunuz. Sanatçıların çoğu kapalı oldukları yerler ya da imkansızlık sebebiyle standart resim, heykel malzemeleriyle çalışmamış; ellerine geçirdikleri tükenmez kalemle acayip detaylı işler yapmak, paçavralardan acayip heykeller çıkarmak bu sanatçıların alametifarikalarından. Gerçek yaratıcılık nedir, kimsenin hatta senin bile kendinden beklentin yokken neler yaratabilirsin, bunları bu müzede izleyip kavramak çok acayip. İnsan beyni kendisini alıp yıkayıp kutulara sokmaya çalışmasak hakikaten çok muazzam yaratımlarda bulunabiliyor. Sanatçıların hepsini anlatmak tek tek mümkün olmasa da meraklıları için bu serginin yıldızlarının isimlerini analım: Adolf Wölfli, Giovanni Battista Podestà, Michel Nedjar, Madge Gill, Elijah, Aloïse Corbaz ve daha niceleri...
Dubuffet 1940’larda yaratıcılığın öldüğünü düşünedursun, dünya ve sanat piyasası şimdi daha da acayip bir yerde. Pazarlamacı-sanatçılar, kopyacı sanatçılar, satış kaygısıyla iş üretenler, evin dekoruna uysun diye esere renk değiştirten koleksiyonerler... Dubuffet’nin size bir diyeceği var: “Sanat, göze değil, akla hitap eder. İlkel insanlar tarafından hep bu şekilde değerlendirilmiştir ve bu insanlar haklıdırlar.”
5. Art Brut Bienali 1 Mayıs 2022’ye kadar Collection de l'Art Brut Lausanne’da görülebilir.