Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında, ekmeğini kazanamamanın çaresizliğiyle yaşamına son vermek isteyen bir işçi, Eugène Sue’nun evine gidip kendini orada asıyor ve bunun nedenini cebinden çıkan notta dile getiriyordu: “Bizi savunan ve seven bir adamın çatısı altında öldüğüm takdirde, ölümün bana daha kolay geleceğini düşündüm.”
Marx’ın daima övgüyle bahsettiği Fransız işçi sınıfına mensup bu müntehir, kadirşinas biriydi, yurttaşı yazarın kendi gibi olanları savunup sevdiğinden haberdardı. (Marx boşuna “uygarlığın bu yeni barbarlarına” bakıp da “Nihayet insanlık dünyaya ayık kafa ile bakmaya başlıyor” dememişti, değil mi?)
Yirmibirinci yüzyılda Türkiye’de de ekmeğini kazanmanın derdinde olanları savunan ve seven adamlar, kadınlar var. Ama bu adamların ve kadınların dünyaya ayık kafa ile bakabilen kadirşinas barbarları var mı, o çok belli değil.
Onlardan biri de Sait Faik’ti. Bugün onun yüz onuncu doğum günü. “Para kazanmak değil, sevişme vakti!” demiş bulunan bu yazar, ekmeğinin derdinde olanlarla empati kurabilecek biri gibi değil de, daha çok tuzu kuru bir bohem olarak algılanır, nedense! Havadan, aşktan, rakıdan ya da şiirden, her neyden olursa olsun, hep böyle bir sarhoşluk hâli, bir koyvermişlik durumu yakıştırılır ona. Hâlbuki kalabalığın derdiyle dertlenen bir yazardı o, kendini kalabalığın bir parçası olarak görüyordu. “Ben” diyordu, “sandallar içinde bir sandal, denizler içinde bir deniz, insanlar içinde bir insan.” (Kalinikhta) İnsansız yapamayan bir yazardı Sait Faik. Mesutları çok az mahallelerdir onun dünyası. ‘Bozuk kaldırımların üzerinde buz tutmuş çamur parçalarını kırarak erkenden işe gidenler’; fakir mektep talebeleri, hocalar, sarhoşlar, celepler, kasaplar, kara bıyıklı poturlu ihtiyarlar, ‘Elâzizli’ hamal çocuklar, ‘burunları nezleli, kafaları grevli’ ameleler... Hepsi, ama hepsi o dünyanın içindedir.
İstanbul’un caddelerini, sokaklarını ve semtlerini, yani bir bütün halinde dışarısını, kendisi için bir iç mekâna dönüştürmüştür, bütün dünyası ve her şeyi orasıdır. Yalnız biriydi gerçi, belki seviyordu da yalnızlığı… Ama onun sevdiği ‘kalabalıklar içindeki yalnızlık’tı! Hişt, Hişt! adlı o güzelim hikâyesini nasıl bitirir? “Nereden gelirse gelsin; dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!.. Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları...” Değil mi?
Kalabalıklar içinde bir başına olma sevdası, insan soyuna yönelik şüphe duyulmayacak büyük sevgisinin ürünüydü. “Yalnızlık dünyayı doldurmuş” diyordu ve şu meşhur cümleyle tamamlıyordu bunu: “Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey.”(Alemdağ'da Var Bir Yılan) Dünyayı riyasız kucaklamak istiyordu.
Sait Faik, başkalarının varoluşu dışında kendi başına bir varoluş düşünemeyen bir bohemdi. Nihayetinde: “Hepimiz şu insanlardandık.”(Tüneldeki Çocuk) “Şu insanlar”ın tadamadığı güzellikler ona da güzel görünmüyordu. “Kilosunun fiyatına bir fakir ailenin bir hafta fit olduğu çilekler ne çirkin şeylerdi!”(İzmir’e) İnsan sefaletinin son sınırının nerede olduğuna ilişkin sessiz bir soruyla başkalarına dikilmişti bu avarenin bakışı.
Ama sidik kokan sokaklarda, kirli, pasaklı yüzlerde daima “gülen bir şey” vardı: Hayat! Sait Faik, dünyanın her türlü bedbahtlığına tahammül gösterebilmiş bir yaşama sevincini temsil eder. Bu yüzden, hikâyeleri, toplumsal gerçekliğin ne olduğunu görebilen, onu derinlemesine kavrayabilen bir çıkış arayışı olarak tanımlanmalıdır. Sızlayan vicdanın, uyuşmamış öfkenin, donmamış duygunun, eksiksiz umudun izi vardır üzerinde. Her hilesiz yüzleşme gibi, onun insan sefaletiyle yüzleşmesi de insana dair umudunu yitirmemiş bir yüzleşme olmuştur.
“İyi insanlar yok mu?” diye soruyordu kendine: “Dolu. Ama nasıl çekilmişler, nasıl ürkmüşler, nasıl kapanmışlar bir yere?” diyordu. Bu çekilmiş, bu ürkmüş, bu kapanmış insanlarla karşılaştığında ondan mutlusu, umutlusu yoktu, çünkü “insanların ümitlerinin ölmediğini” fısıldıyorlardı kendisine: “Demek benim dünyada dostlarım vardı? Daha yaşayabilirdik. Beyhude yere, iftiracılar, namussuzlar, yalancılar, birbirinin ekmeğini kapanlar için, insanları, yaşamağı hor göremezdik.”(İzmir’e)
Belki “dostlarım” dediği kalabalık için Sait Faik diye biri yoktu. Belki bugün de yok. Bu yazarın, kendilerini savunan ve seven bir adam olduğunu hiç bilemediler. Hiç kimse, Elâzizli bir hamal çocuk, burnu nezleli, kafası grevli bir amele gidip de “Şu insanlar için hiçbir şey çok değil!” diyen hikâyecimizin Burgaz Ada’da duran evinde, çalışma masasının üzerinde tavana asmadı kendini. Ama assaydı kimse şaşmayacaktı. Gerçi o bunu hiç istemezdi. Kimse istemez. “Güzel ölüm” diye bir şey yoktur, ancak dekadansın veya militarizmin yönetici bir imgesi olabilir böyle bir şey. Sait Faik’in nezdinde hayat için tutarlı sayılabilecek tek yol yaşama sevincidir. Ne var ki bizim barbarlarımız, kendilerini savunan yazarların çalışma masalarına erişemeden daha, inşaatlarda, fabrikalarda, madenlerde ölüyorlar zaten. Canını kurtarabilmiş olanlar da, rehin alınmış hayatlarını melül mağrur sürdürmeye devam ediyorlar.
Bu şimdilik böyle. Bastırılmış ve akıbeti meçhul bir varlık olan insanın asıl yaratılışı başlangıçta değil sondadır. O sona gelindiğinde, ekmeğinin derdindekileri savunan ve seven tüm adamlar ve kadınlar gibi Sait Faik’in de kadri layığınca bilinecek. Buz tutmuş çamur parçalarını kırarak erkenden işe gidenler; fakir mektep talebeleri, hocalar, sarhoşlar, celepler, kasaplar, kara bıyıklı poturlu ihtiyarlar, Elâzizli hamal çocuklar, burunları nezleli, kafaları grevli ameleler... Hepsi, ama hepsi, geçmişiyle alay ederek vedalaşacak. O zaman… İşte o zaman: “Bir ahlâkımız olacak ki hiçbir kitap daha yazmadı. Bir ahlâkımız, bugün yaptıklarımıza, yapacaklarımıza, düşündüklerimize, düşüneceklerimize hayretler içinde bakan bir ahlâkımız.”(Öyle Bir Hikâye)