DEM Parti’nin yerel seçimlerde İstanbul’da kendi adayını çıkaracağını açıklaması bu kent özelinde olduğu kadar Türkiye genelinde de birçok denklemin hali hazırda değiştiğini ve yakın gelecekte de değişme potansiyeli içerdiğini gösterdi. Taşıdığı mesajlar ve potansiyel sonuçları nedeniyle çok zor varıldığı anlaşılan bu kararın gerisinde muhalefetin yaptıkları ve yapmadıkları kadar DEM Parti’nin özellikle Kürt sorununda giderek daha fazla derinleşen mevcut açmazdan bir çıkış arayışının da olduğunu söylemek yanlış olmayacak.
Geçen yılki genel seçimlerde iktidarın ağır ekonomik kriz ve deprem felaketine rağmen yegâne propagandasının PKK ile ana muhalefeti HDP üzerinden yan yana göstermesi ve bu propagandasında görece başarıya ulaşması karşısında, HDP açısından iki seçimdir tekrarladığı tutumun devamı neredeyse imkânsız hale gelmişti. Hükümet, HDP’nin ana muhalefetle olan iletişimini veya bu bloka verdiği desteği elindeki büyük medya gücünü de kullanarak iki tarafı da zayıflatan çok etkili bir araca dönüştürüyordu. Bunun önüne geçmek için muhalefetin HDP’yle iletişim/ittifak kurmayı normalleştirmeye çalışması gerektiyse de bu yönde bir çaba Kılıçdaroğlu’nun birkaç girişimi dışında ortaya çıkmadı.
HDP, 2019’da İmamoğlu’na verdiği destekle AKP’nin İstanbul’daki 25 yıllık iktidarının sona ermesinde ciddi pay sahibi olmuştu. Ancak kendisi bu hamlesinden AKP’nin aldığı zarar oranında bir kazanım elde edemedi. Aksine AKP’nin bir tür intikam siyaseti yürüterek tüm belediyelerine kayyım ataması, binlerce kişiye yönelen gözaltı operasyonları ve her türlü medya aracını kullanarak yürüttüğü karalama/itibarsızlaştırma operasyonlarıyla karşılaştı. AKP’nin bu “çökertme” operasyonları karşısında da muhalefet tarafından istikrarlı şekilde yalnız bırakıldı.
Bu anlamda, geçen yılki seçim döneminde Millet İttifakı’nı oluşturan partilerden İYİ Parti’nin MHP ve AKP’den farksız tavrı, Kılıçdaroğlu’nun Zafer Partisi’yle imzaladığı ve bakanlıkları paylaştığı protokol, Emek İttifakı içindeki partilerden özellikle TİP ile yaşanan tartışma ve anlaşmazlıklar da eklenince HDP bir bakıma “müstakil” bir siyaset izlemeye itilmiş oldu. HDP böylece kendi başına hareket ederek muhalefeti bir “zorluk”tan kurtaracak, AKP-MHP’yi de her seçimde kullanabildiği ve son derece işlevli oyuncağından edecekti. Bu nedenle partinin eş genel başkanı Pervin Buldan, 14 Mayıs seçimlerinden bir buçuk ay gibi kısa bir süre sonra “Büyükşehirler başta olmak üzere her yerde” kendi adaylarını çıkaracaklarını duyurmuştu.
HDP/DEM Parti’yi müstakil hareket etmeye zorlayan etkenlerden biri de İYİ Parti ve Yeniden Refah’ta da görüldüğü gibi seçmenini başka bir parti/bloka yönlendirmesi nedeniyle oluştuğunu düşündüğü “kimliksizleşme” sorununun önüne geçme ihtiyacı oldu. Başta İstanbul olmak üzere birçok büyük şehirde partilerin kendi adaylarıyla seçime girmek zorunda hissetmesi bir süredir oluşan iki partili/bloklu denklemin dağılmaya başladığına işaret ettiği gibi sürecin partilere kendi kimlik ve özgünlüklerini koruma ihtiyacını dayattığını gösteriyor.
Özellikle 2019 yerel seçimlerinde AKP ve CHP etrafında oluşan blokların daha küçük partilerin oylarını talep etmede hevesli ancak kazanımları paylaşmak konusunda cimri davranması da bu tablonun oluşmasını bir bakıma hızlandırdı. DEM Parti’nin de daha fazla böyle bir durum yokmuş gibi davranamayacağını değerlendirdiği anlaşılıyor. Dolayısıyla DEM Parti’nin İstanbul’da aday göstermesinin bir başka sebebinin İmamoğlu’nun 5 yıllık performansında aranması gerekiyor. Zira DEM’in 31 Mart’ta alacağı her oy CHP’nin 5 yıllık belediye idaresinin de bir muhasebesini yansıtacak. Esasen DEM’in kararının kendisi İmamoğlu’nun bu muhasebeyi -Kürtlerin gözünde- iyi veremediğinin bir kanıtı durumunda. Bu adaylık, ürkek sosyal demokratlık ile İYİ Parti nobranlığı arasında gidip gelen çizginin netice itibariyle ikinci bir desteğe hak kazanamadığının mesajını da içeriyor.
Öte yandan, DEM Parti’nin İstanbul kararını, hükümeti 8 yıldır aralıksız sürdürdüğü ve Kürt siyasi hareketini yerel yönetimlerde tamamen devre dışı bırakan kayyum politikasını değiştirmeye zorlama çabasından da, Kürt sorununda gelinen noktada tek taraflı da olsa yeni diyalog-müzakere imkanlarını zorlama arayışından da bağımsız okumamak gerektiği kanaatindeyim. Başak Demirtaş’ın 21 Ocak’ta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için aday olabileceğine ilişkin açıklamasında dile getirdiği “demokrasi ve toplumsal barışın önünü açacağına inanırsak” vurgusu bu arayışın bir göstergesi olarak iktidara yapılan bir çağrıyı da içeriyordu.
Bu anlamda çözüm sürecinin sona ermesinden bu yana Kürt siyasetinde biraz da mecburen hâkim hale gelen stratejik oy kullanma ve AKP’ye kaybettirme siyasetinin de 31 Mart 2024 seçimleri itibariyle -yine mecburen- sona erdiği anlaşılıyor. Ancak burada asıl belirleyici olan husus değişimin karşı tarafındaki AKP’de oluşmuş baskı/intikam siyasetinin kırılıp kırılmayacağı olacak. Yine de DEM Parti’nin biraz da fiili bir durum yaratarak en azından geçmişin tekrarlanmasının önüne geçmeye çalıştığı görülüyor. Buna karşılık AKP’ye kaybettirme siyasetinden vazgeçilmesinin netice itibariyle bu defa CHP’ye kaybettirme veya AKP’ye kazandırma anlamına da gelip gelmediği sorusuyla yine DEM Parti’nin yüzleşmesi gerekecek.
Sonuç olarak DEM Parti’nin bir hayli zorlanarak ve birçok faktörün bir araya gelmesi sonucu aldığı İstanbul kararı kendisi için olduğu kadar muhalefet ve iktidar için de yeni sonuçlar doğuracak. DEM Parti seçmenini söylem ve adayları etrafında toparlayıp toparlayamadığını test ederken CHP, hükümetin kendisini Kürt hareketi üzerinden yıpratma çabalarından bir ölçüde kurtulmuş olarak gireceği seçimde İmamoğlu’nun partiyi aşan bir etkiye ulaşıp ulaşamadığını ölçecek. AKP ise yıpratma aracı elinden alınmış halde İmamoğlu ile yeni ve daha sahici bir sınava girmiş olacak.