Bilindiği üzere bizdeki adıyla ‘Amerikan güreşi’ özellikle Amerikalılar tarafından çok sevilen hatta kendi içinde olimpiyatları yapılacak kadar önemli bir spor dalı olarak kabul edilmiş olup ayrıca onlar için diğer ‘fetiş’ sporlarından farklı bir anlam taşır. Beyzbol, Amerikan futbolu ve tabii ki basketbol karşılamaları sadece heyecanlı spor mücadeleleri sunmakla kalmaz aynı zamanda kendi ‘efsanelerini’ de yaratmayı başarabilirler. Bahsettiğimiz spor dallarında üstün başarı kazanan isimler zamanla bir yıldız ve adeta bir ‘milli kahraman’ haline dönüşürler. Hatta bazen yaratmış oldukları imaj, onların sportif başarılarının bile önüne geçer!
Bu durum, söz konusu spor dalı ‘Amerikan güreşi’ olduğunda biraz ironik bir boyut taşır çünkü yine bilindiği üzere bu spor müsabakaları adeta ‘önceden ayarlanmıştır’! Rakipler birbirlerine medya aracılığıyla meydan okurlar, müsabaka öncesinde ve sırasında her şeylerini veriyorlarmış gibi bir havaları vardır ve bu kıyasıya mücadeleler her türlü sonuca açık olduğu izlenimi verir. Ama işin aslı biraz farklıdır: aslında bütün bu meydan okumalar biraz göstermeliktir, karşılaşmanın muhtemel galibi önceden bellidir hatta bazen rakiplerin maç öncesinde seyircileri iyice coşturmak için yapacakları hareketleri birbirlerine (kuliste) anlattıkları bile olur. Maçlardaki ‘yarı sahte’ vuruşlar ve abartılı hareketler de bu durumu kanıtlar niteliktedir!
Yönetmen Sean Durkin’in, gerçek bir hikayeden esinlenmiş olan son filmi "Demir Pençe", bu sporda adeta efsane olmuş bir ailenin trajik hikayesini anlatıyor. Ama yönetmen bu aile ve sportif başarılarından ziyade ‘çekirdek ailenin’ içindeki üyelere ve aralarındaki ilişkilere merceğini çeviriyor. Başka bir deyişle ‘Amerikan güreşi’ filmin arka planını oluşturuyor, asıl konusunu değil!
Konudan bahsedecek olursak: Von Erich ailesi, 1980’li yıllarda, baba Fritz yönetiminde, bütün kariyerlerini ve hayat planlamalarını onun isteği doğrultusunda yapmak zorunda kalan dört çocuklu bir ailedir. Kendisi de eskiden güreşçi olan baba Fritz, dört oğlunun her birini kendisi için en büyük hedef olan bu spor dalında şampiyon olarak zorlu eğitimlerden geçirmekte, onları değişik (çoğu kez yerel) turnuvalara katmaktadır. Ancak bu zoraki gidişat aileye zaferler kadar trajediler de getirecektir.
Uyarı: Yazının buradan sonrası bazı olayları açık etmektedir!
BABAM İÇİN DEĞİL BABAM YÜZÜNDEN!
"Demir Pençe"nin daha ilk sekansı filmin ruhunu ve ele almak istediği konuyu açık eden, en azından hissettiren bir ‘flash back’ görüntülerinden oluşuyor. Siyah-beyaz görüntülerle akan bu sekansta baba Fritz’i, gençlik günlerindeki bir ‘Amerikan güreşi’ ringinde rakibini altına almış, sonrasında kendi imzası olacak ‘demir pençe’ tutuşuyla yüzüne büyük bir baskı uygularken görüyoruz. Sonrasında maçı kazandıktan sonra eşini ve o zamanki iki sarışın küçük çocuğunu yanına alıp, yeni arabasına gidiyor ve ailesine gelecek planlamasını anlatıyor.
Aslında bu sekanslar daha en baştan başkarakterin filmi hakimiyeti altına alacak iki özelliğine işaret ediyor: İlki Fritz, ciddi ölçüde egoist bir karakter. Her ne kadar ailesine uygun davranıyor ve maddi açıdan ihtiyaçlarını karşılıyor gibi dursa da, eşinin fikirlerini asla dinlemeyen hatta bu ihtimali söz konusu bile etmeyen, ailesinin gelecek planlamasının kendi gelecek planlamasına uymak zorunda olduğunu düşünen bir adam..
İkinci ve kuşkusuz en önemli nokta ise Fritz’in ringde uyguladığı ‘demir pençe’ baskısını ring dışında da çocuklarına karşı farklı şekilde kullanması oluyor. Ring üstünde seyirciye beklediği coşkuyu veren, etkileyici ve bir anlamda estetik duran bu baskı aileye yönelince çok daha yıkıcı, üzücü, acı verici kısaca daha kötücül bir hal alıyor.
AİLEYE ‘BULAŞAN’ LANET!
İlginç bir şekilde bu baskıcı ortam, seyircinin aksine ‘kurban’ haline gelen dört kardeşi rahatsız etmiyor. En azından başlarda… Babanın bu dayatmalarına hem aile saygısına hem de kendileri için en uygun iş olduğu fikrine sarılarak boyun eğen hatta bir anlamda ‘biat eden’ bu karakterler kendilerine çizilmiş kariyerlerine devam ediyorlar. Ancak yine de her şeyin iyi gittiği anlarda bile kendini hissettiren, sanki yakacağı trajedi ateşinin ‘kıvılcımlarını’ serpiştiren, sessiz ve derinden ilerleyen, rahatsız edici ve bizi diken üstünde tutan bir atmosfer hakim… Hem baba karakterinin otoriter tavrından bir ‘milim’ sapmaması hem başta büyük kardeş Kevin olmak üzere bütün kardeşlerin adeta mekanik bir şekilde kariyerlerine devam etmesi hem de ara sıra izlediğimiz güreş müsabakalarının ilkel, abartılı ve sert görüntüleri, yaklaşan felaketlerin habercisi gibi duruyor.
Aileye musallat olan ve sonrasında ele geçiren ‘Lanet’ ise ne rastlantısal sonuçlardan ne de ‘dışarda’ beliren bir tehditten kaynaklanıyor. Senaryo daha en baştan olayları bir ‘sis’ ortamına büründürmeden ve karakterlere fazla ‘gri’ bölgeler bırakmadan (asıl adları bile bu olmayan) Von Erich ailesinin her üyesine adeta bir virüs gibi yapışan bu lanetin açık bir şekilde ailesini ‘diktatörce’ yöneten Fritz karakterinden kaynaklandığının altını çiziyor.
KEVİN KARAKTERİ VE ÖZGÜRLEŞMESİ…
Dört kardeşin en büyüğü olan ve bu durumun hem sorumluluğunu hem de ‘yükünü’ taşıyan Kevin ise ilginç bir şekilde kardeşleri arasında en ‘kaybolmuşu’, en toyu (daha doğrusu olgunlaşamamış olanı) ve belki de en kolay yönlendirileni… Nitekim kardeşlerinden birinin ufak bir ‘kaçamak’ ile müziğe olan tutkusunu fark ediyor, bir diğerinin ise aileden ayrılıp, uzunca bir süreden sonra baba evine döndüğünü görüyoruz. Kevin ise fiziki açıdan ringe en uygun ve ‘mental’ olarak da en itaatkâr gözükse de hep değişik nedenlerden dolayı babası tarafından ikinci plana itiliyor. Her ne kadar yerel birkaç turnuvayı kazansa da bu zaferlerin sonuçları hep soyut bir anlatımla, başarıları ise ‘hakem kararıyla’ gibi veriliyor. Kaslı vücuduyla bir tezat oluşturan çocuksu hatta aslında ‘boş’ bakışlara sahip Kevin, acılarını içine atmaya alışkın adeta ‘yaralı bir çocuğu’ andırıyor. Dolayısıyla sonrasında aile evi ve ring dışındaki yaşamı, cinselliği, sosyal hayatı keşfetmesi oldukça geç oluyor.
Şunu da belirtmekte yarar var: Amerikan güreşi kadar sert ve şova dönük bir sporda her ne kadar önceden ‘ayarlanmış’ ölçüler olsa da aynı dalda kariyer yapmaya çalışan kardeşlerin ister istemez bir rekabet içinde olması beklenir. Özellikle başlarında böyle bir baba varken… Burada ise kardeşleri ring dışında belli ölçülerde huzurlu, ev alanı dışına pek çıkmasalar da beraberce hoşça vakit geçiren bir ‘grup’ olarak görüyoruz. Ancak belki de bu ‘ayrılmaz’ görüntü adeta bir ‘cehenneme gidişi’ ortak bir hale sokuyor. Ailede trajediler yaşanmaya başlayınca arka arkaya her biri sıradaki ‘kurban’ haline dönüşüyor.
RİNGE ÇIKMIŞ OYUNCULAR…
Filmdeki oyuncular adeta ringe çıkmış güreşçiler gibi sağlam performanslar sunuyorlar. Her biri zaman zaman ön plana çıkıyor ama asla birbirini oyunculuk açısından ‘ezmiyor’. Kevin karakterinde Zac Efron bizce uzun zamandır en iyi performansını sunuyor. Gerçi kardeşlerini canlandıran oyuncular da ona layığıyla eşlik ediyorlar ama Efron’un değindiğimiz tezatlıkları barındıran ve hiç de göründüğü kadar ‘sığ’ olmayan bir karakteri yaratmadaki başarısı görmelere seza! Sakin ve huzurlu görüntüsüne her zaman bir melankoli havası da katmayı beceren usta oyuncu Maura Tierney ise yanında sert ve otoriter baba rolünde adeta ‘döktüren’ Holt McCallany’le birlikte kusursuza yakın bir performans sergiliyor. Sadece fiziği ve oyuncu gücüyle bizi daha önce her zaman etkilemiş olan Lily James’in biraz minimum düzeyde kullanıldığını ve nispeten sönük bir oyunculuk sergilediğini eklememiz gerekebilir.
Sonuçta yönetmen Durkin, daha önceki filmlerinde, gerek bir çifti (‘The Nest’) gerekse de ‘gömülü’ sırları (‘Martha Marcy May Marlene’) odak noktasına koyarak ‘eşelediği’ hakimiyet ve birlik olma konularına bu filmiyle bir halka daha ekliyor. İzleyicileri coşturmak ve eğlendirmek amacıyla sunulan bir şiddetin aslında bu gösterinin ‘aktörlerini’ nasıl psikolojik bir çöküşe sürüklediğini gözler önüne seriyor. Olabilecek en sert ve açık bir şekilde!