Demir Özlü'nün incelikli öyküleri
Demir Özlü farklı türlerde kalem oynatan 'iyi' bir yazardı evet, fakat samimi ve nahif mizacıyla da ayrı bir yer edindi okurlarının kalbinde. Hürriyete düşkünlüğü, duyarlılığı, zamana/mekâna/varlığa dair incelikli fikirleri, bugün üzerine çokça yazıp çizdiğimiz 50 Kuşağı’nın bir parçası olmasında mutlaka etkiliydi. Sanatçı duyarlılığının yanında aydın bilincine de sahip ender isimlerdendi. Flâneur ruhuna sahipti; İstanbul’u her yönüyle ele aldı, onu sevdi, ondan ayrı düştüğünde hep özledi...
Yazma eyleminin insan sevgisini yaymak için bir araç olduğuna inanan, tüm insanlık için, barışçıl bir dünya için yazan; hem kalemi hem zihni çok yönlü bir yazarı, aydını, dostu yitirdik. Demir Özlü’yü yitirdik. Böyle kayıplardan sonra bir şeyler söylemek, her zaman zor...
Çocuk yaşlarda, entelektüel bir ortamda, aile evinde başlayan edebiyat sevgisi, Özlü’nün yazarak anlatmaya adanmış bir yaşam sürmesini sağladı. Özlü, bize her anlamda kuvvetli bir külliyat ve bu külliyatın bir parçası olarak okurken o derin duyarlılığı hissedebileceğimiz öyküler bıraktı. Herkesin yolunun bir gün kesişmesini dilediğim öyküler, yazmasaydı deli olacağı öyküler... Sait Faik’e çok yakın bir cümle kuruyor Özlü, “Bunaltı” öyküsünde: “(...) lokantada yemek yerken, lokantanın kâğıt peçetesine yazmaya başlamıştım, kâğıdım yoktu çünkü. Üzerinde Dandrino yazılı peçete, onu da bulmasaydım çıldıracaktım.” Yine aynı öyküde, yaşamın anlamsızlığını sorgulayan öykü kişisine, anlatıcısına, “(...) yazmaktan başka kurtuluş yoktur. İnsanoğlunun bayağılığını her gün yeniden yüzüne vurmaktan başka,” dedirtiyor.
50 KUŞAĞI ÖYKÜCÜLERİ...
“1950 Kuşağı öykücüleri” dendiğinde, aklımıza önce “birey” gelir. Bu kuşağın temsilcilerini kendilerinden önceki öykü anlayışından ayıran ve aynı çizgide buluşturan birçok nitelik var. Varoluşçu felsefe, gerçeküstücü yaklaşım, biçim denemeleri gibi farklı ortak noktalar sayılabilir, fakat en başta “insan”dan ve ona olan yaklaşımdan bahsetmek gerek. Bilindiği üzere 40’lı yıllara toplum odaklı ve olabildiğince “gerçekçi” bir edebiyat anlayışı hâkimdi. Bu gerçekçilik içinde insan toplumu anlatmak için bir araçtı; “tek başına” insana ve onun ruhuna, duygulanımlarına neredeyse hiç yer yoktu. Düzenin değişmesini isteyen yazarlar, şiirde yaşanan kırılmaya da paralel bir şekilde, kendi ve dönemine göre “yeni” edebiyat anlayışlarını geliştirdi ve metinlerini bu doğrultuda kaleme aldı. “İnsan”ı önceleyen tavırları sebebiyle de, tabii olarak, Batı’da “birey”i merkezine alan fikir akımlarından etkilendiler. Her biri bu akımları kendince yorumladı, kendince yazdı. Böylece bizlere, bugün öyküde “modern yazın” söz konusu olduğunda “öncü” olarak göreceğimiz bir kuşağın metinleri miras kaldı. Ve Demir Özlü’nün de tüm metinlerine yansıyan duyarlı tavrıyla, bu yazarlar arasında yer alması kaçınılmazdı.
Demir Özlü, liseyi bitirdiği yıl bir öyküyle Yunus Nadi’ye başvurur, fakat ödül alamaz. Edebiyat dünyasına ilk adımı, “Dönüm” dergisinde yayımlanan öyküsüyle gerçekleşir. Adıyla Sartre’ın “Bulantı”sını hatırlatan ve bu nedenle her bilinçli okurun en azından “bir merakla” eline aldığına inandığım -belki de umduğum- ilk öykü kitabı “Bunaltı”, 1958’de yayımlanır. 1963’te yayımlanan ikinci öykü kitabı “Soluma”, 1964 TDK Hikâye Ödülü’ne layık görülür. Onları takip eden “Boğuntulu Sokaklar” 1966’da, “Öteki Günler Gibi Bir Gün” 1974’te, “Aşk ve Poster” 1980’de okurla buluşur. 1988’de yayımlanan “Stockholm Öyküleri”, 1989 Sait Faik Hikâye Armağanı’nın sahibi olur. Öyküye verilen kısa bir aradan sonra yazarın seçme öykülerinin yer aldığı “İstanbul Büyüsü” yayımlanır. 2000’li yıllara uzanan bu yolculuk, “Geçen Yaz Kentte Kızlar” ve yine seçme öykülerden oluşan “Şapka, Deniz Kıyısı ve Yüz” ile devam eder. 2011’de Sel Yayıncılık tarafından yayımlanan “Kendi Evine Varamamak: Düş Öyküleri”, yazarın son öykü kitabı olmakla birlikte, Özlü’nün “Bunaltı” ile “Geçen Yaz Kentte Kızlar” arasındaki yedi kitaptan öykülerinin Yapı Kredi Yayınları tarafından “Sürgün Küçük Bulutlar” adıyla 2012 yılında kitaplaştırıldığını da ekleyelim. Öykülerin toplandığı ve tek cilt halinde okura sunulduğu bu kitap, Özlü’yle tanışmamış olanlar için, bütünü yansıtan yapısı ve kolay ulaşılabilirliğiyle iyi bir seçenek.
Tüm bunlar okura Varoluşçu felsefenin kapılarını aralıyor. Ki Özlü de dile getirmiştir bunu. Sözgelimi yazar “Soluma”dan bahsederken bu adı seçme sebebinin “soluk almaktan gelen soluma sözcüğüne varoluşsal bir anın anlatımını yüklemek” istediğini söylüyor. Kitapta yer alan beş öyküde de bireyin varoluşsal bunalımının yaşamının orta yerinde durduğunu görüyoruz. Yahut öykü kitabına “Bunaltı” adını vermesi bir tesadüf değil elbette. Söz buraya gelmişken “Bunaltı”nın hem okurları için hem de Özlü için ayrı bir yerde durduğunu söyleyelim. Yazarın kendi parasıyla yayımlattığı kitap, Özlü için bir “ilk” olmasının yanında, birçok araştırmacı tarafından 50’li yıllarda iye’de varoluşçu felsefenin izlerini yansıtan ilk edebi eser olarak değerlendiriliyor. Kitapta yer alan yedi öyküden “Bunaltı”, “Bağsız”, “Sokak”, “Sokakta”, “Tiyatro” gibi öykülerin atmosferinde, Sartre’ın “İnsan bir bunaltıdır” fikrinin izlerini apaçık görmek mümkün. Yine adıyla öykülerin muhteviyatı hakkında ipucu veren kitaplardan “Boğuntulu Sokaklar”, Özlü’nün dilin imkânlarını zorlayan, biçim-içerik uyumunu dikkate alan, yeni söyleyişlere açık tavrının bir göstergesi. Ayrıca yazarın “kent” algısının belirli bir olgunluğa eriştiğinin de müjdecisi.
“(...) Biliyorum artık, anlamsızlığa başımızı vura vura yaşayacağımızı. Çünkü ne olduğumuzu bilmiyoruz? Niçin varolduk? Durmadan, dinlenmeden bu anlamsızlığı yaşasın diye mi? Niçin beni buna mahkûm ettiler. Mahkûm ettiler, anlıyorum. Ben de bu dünyaya atılmaya, acıyı, üzüntüyü, anlamsız sevinci yaşamaya, ama gene de anlamlı olsun diye çalışmaya, diretmeye mahkûmmuşum. Atılmış, mahkûm edilmiş.”
“Öteki Günler Gibi Bir Gün” ve “Aşk ve Poster”de yer alan öykülerle birlikte Özlü edebiyatında yeni bir dönem başlıyor. Fakat bu, felsefi atmosferin yok olduğu anlamına gelmiyor. Özlü bu kitaplarda yine bireyin sıkıntılarını yansıtmakla birlikte, eleştirel bir tavırla toplumu ve ideolojik yapıyı da yansıtıyor. Yavaş yavaş yaptığı seyahatlerin kalemi üzerindeki etkilerini de fark etmeye başlıyoruz bu öykülerle. Ki “Stockholm Öyküleri”ndeki mekân algısında bu durumu çok daha açık bir şekilde görmek mümkün. Çünkü “Stockholm Öyküleri” bilindiği üzere yazarın Stockholm döneminde yazdığı metinlerden oluşmakta, yani hayatında yepyeni bir dönemi, sürgün dönemini temsil etmekte. Sürgün bir hayat, her insanın hayatını kökünden değiştirir elbet, dolayısıyla Özlü gibi duyarlı bir kalemin “yazmak” üzerine fikirlerini şekillendirmesi/dönüştürmesi de kaçınılmaz. Bu kez yabancılaşan/yalnızlaşan öykü kişileri değil, Özlü’nün ta kendisidir. Farklı türde yazılmış metinlerine yapılacak yazar merkezli okumalarda sürgün halinin metinlerine yansımalarını yıldan yıla takip etmek mümkün.
Özlü’nün cümleleriyle bitirelim. Kendini birdenbire yer altında buluveren Ahmet Nedim üzerinden, (metinlerinde ortak bir şekilde var olan) anlam arayışını “usul usul” hissettiren “Yerebatan” öyküsünden:
“Ne kadar derin olursa olsun, usul usul kazacaksın toprağı, açacaksın yürüyeceğin yolu. Çünkü tek kişi olsan da bir çoğunluksun sen.”