Hiç hesapta yoktu bu konu. Ancak, hazır yeri gelmişken (!) bedelli askerlik tecrübesini anlatmadan olmaz! Belki yakın zamanda askerliğini bedelli yapacak olanlara bir yararı olur. Gerçi ben 28 gün yapmıştım, şimdi 21 gün olacakmış; ne kadar öğrenebilirler, bizim dönem kadar güçlü bir temel eğitim alabilirler mi, bilemiyorum!
Geçenlerde Diken’de, bedelli askerlik konusunun Türkiye’nin ‘riya’ tarihindeki mümtaz yeri üzerine yazmıştım. Avrupa Konseyi üyeleri içinde, son derece medeni bir kurum olan vicdani retçiliği ısrarla kabul etmeyen iki ülkeden biri olan Türkiye’de, düzenli aralıklarla bedelli askerlik kanunu çıkarılması ve yüz binlerce tosunun bu kanunun yolunu gözlemesi, memleketin ortalaması hakkında hayli fikir veriyor. Kişisel bedelli askerlik maceram da, gerek kendimin gerekse diğerlerinin, riya tarihine katkısı konusunda çok şey gözlemlememi sağladı.
Bedelli askerlik macerasını birkaç ana başlık altında anlatmak isterim. Bedelli öncesi, bedelli günleri ve sonu...
Benim yaptığım bedelli askerlik, 1999 depremi sonrasında gündeme geldi. Tartışma hangi gerekçeyle başlamıştı tam hatırlamıyorum şimdi. Muhtemelen gelir ihtiyacı vs... Bedelli askerlik bir ihtimal olarak duyulduğu andan itibaren ok yaydan fırlamış oluyor. Sorumlular, önce her zamanki gibi "Gündemimizde yok" filan diyorlar. "Gündemimizde yok" demek "Gündemimizde ama şu anda açıklayamıyoruz, biraz sabredin" anlamına geliyor. Siyasetçilerin kendilerine özgü bir dilleri var, malum! Her yönetici, o esnada memlekette çok sayıda asker kaçağı, bakaya ve yaşı geçmekte olan er kişi olduğunu, bunların bedelli askerlik beklediğini, büyük çoğunluğuna ihtiyaç olmadığını, dolayısıyla hem maddi hem de siyasi açılardan epey kâr getirecek bir beklentiyle karşı karşıya bulunduğunu bilir. Fakat hem askerlik övgüsü hem bedelli hazırlığı biraz tuhaf kaçacağı için, genellikle bir süre yalan söylenir. Söyleyen de söylenen de bunun farkındadır. Bizimki gibi kültürlerde böylesi eğilimler hiç dert edilmez ve bir gün, ‘bedelli müjdesi’ verilir. Kuşkusuz, bedelli askerlik kararının milli menfaatler açısından ne denli önemli olduğu açıklamalarıyla birlikte. Ortalama vatandaş kendisi için bir şey istiyorsa namerttir ve her şey vatan içindir...
Bedelli dedikodusu duyulunca, o esnada otuzunu geçmiş olan ben, ne düşüneceğimi ve yapacağımı bilemedim. Çünkü bedelli askerliğe ‘prensip’ olarak karşıydım. Buna mukabil, aylarca askerlik yapmak da hiç işime gelmiyordu. Hele ki o yaşta! Doktora eğitimi ardından uzun dönem ihtimali vardı ve gözüm korkuyordu doğrusu. Geriye, vicdani retçilik seçeneği kalıyor haliyle ve o da cesaret edebileceğim, bedelini göze alabileceğim bir tercih değildi. Ayrıca o kadar parayı nasıl bulacağımı da, birkaç ay askerlik için bulmam gerekip gerekmediğini de kestiremiyordum. Bu durumda ne yapar insan?
Önce, ‘Yok ben gitmeyeceğim herhalde,’ dedim. Sonra baktım çevremdeki herkes gitmekten söz ediyor! Ediyor etmesine de, bir kısmı benzer iç çelişkiler yaşıyordu aslında. Büyük ölçüde ‘ideolojik kaygılar,’ diyelim. Tamam, askerlik muhtelif nedenlerle benimsemediğin bir şey ama yapan yapıyor ve o yapanın senden ne farkı var. Tam karşılığı olur mu bilemiyorum, biraz ‘ayıp olur’ gibi bir histen söz ediyorum. Misal, sağcı olsan koşa koşa gidip bedelli olur, sonra da çıtlata çıtlata milliyetçilik yaparsın, "Fena mı, devletimize para verdik, vatana hizmet ettik" filan dersin. Geçen yıl, tanıdığım milliyetçi muhafazakar bir ailenin, en az ailesi kadar milliyetçi muhafazakar oğluna hâl hatır sorduğumda, "Murat abi, iki ders bıraktım, iki yıldır okulu bitirmiyorum, bedelli çıkar belki" dedi ve ben gülümseyince, pişkince sırıttı! O sırıtan yüz ifadesi, ortalamanın yaşam sürme, hayatta kalma pratiği Türkiye’de. Böyle biriysen, sorun yok. Fakat, ukalalık edip ‘olmadığını’ iddia ediyorsan, ister istemez iç sıkıntısı hissediyorsun. Kuşkusuz bir yandan bu sıkıntıyı hissedip diğer yandan ‘ilkeni’ çiğneyerek bedelli askerlik yapmanın da üçkâğıtçı bir yanı var. Sanırım benzer tüm çelişkili duygular, kişilikte kaçınılmaz deformasyona neden oluyor ve işin doğrusu, eğer bir ilkesini terk ediyorsa insan, onu süsleyip püslemeye yeltenmemeli. Ben bir süre süsledikten ve kendimle cebelleştikten sonra, çaldığım minareye uygun kılıflar buldum ve gidip on beş bin Mark’ı ödedim! Altı yedi bin dolar gibi bir meblağa denk geliyordu yanlış hatırlamıyorsam. Çok paraydı! Minareye uygun kılıfı bulma sürecinde, en ikna edici sözler rahmetli babamdan gelmişti. Babam Hüseyin askerliği 1948’de yapmış. Bana, "Evladım ben o kadar uzun yaptım ki, senin yerine de yaptım sayılır, git kısa yap" demişti!
Derslerde konu askerliğe, asker sivil ilişkilerine geldiğinde, bazen bir kesim öğrenciyi şaşırtan, benden beklemedikleri (ya da benim öyle zannettiğim!) ifadeler sarf ediyordum. Militarizm olgusu ile söz konusu olguyu besleyip büyüten ‘asker ocağının’ işlevini, bir ve aynı şey görmemek gerektiğine dair. Bunda, babamın anlattıklarının ve anlatma isteğinin de etkisi vardı sanırım. Herkes başka türlü yaşıyor, algılıyor kendi deneyimini. Babam, köy çocuğu Hüseyin, askerliği çok severdi. Birkaç gerekçeyle. Dünya Savaşı yoksunlukları ve ailesinin yoksulluğu sonrasında, doğru düzgün yemeği ve pabucu, askerde görmüş. Bir de, okuma yazma öğretmişler. Üstelik topçu çavuşu olmuş ve komutanları tarafından takdir edilmiş. Şimdi, genç birine hiçbir şey ifade etmeyebilir. Ancak bunlar, o yaştaki bir köy çocuğu için bir ömür unutamayacağı anılara dönüşmüştü. Orta sınıf şehirli gençler için mümkünse kaytarılmak istenen askerlik, babam için ekmek, disiplin ve eğitimdi. Bir de, bir komutandan sebepsiz yere yediği dayak! O adamı da da hiç unutmuyordu. Gerçi ‘bizde’ böyle şey olmaz; kim bilir, İsveç kökenli filandı muhtemelen o subay! Yaşamında ilk alafranga helayı askerde görenler, ilk kez bir Batı şehri hatta şehir görenler, ilk kez ‘başkalarıyla’ sosyalleşenler, okuma yazma öğrenenler, düzgün beslenenler... Yoksul ve yoksunluklarla dolu ülke hikâyeleri nihayetinde. Diyeceğim, herkes aynı bakmıyor olup bitene...
Her neyse, o on beş bin Mark’ı ödedikten sonra dönüş yok artık. İyi tarafı, en eski arkadaşlarımdan ikisiyle birlikte ödedik parayı ve o yüzden mi bilmiyorum, aynı yere çıktı ‘tayinimiz!’ Şehir ve mekân ismi vermeye gerek yok sanırım. Ama askerliğimi ‘jandarma komando’ olarak yaptığımı söylemek zorundayım. Benim hatam değil, resmi belgeler böyle söylüyor!
Otobüse biniş, birliğe varış, şaşkın ördek gibi sağa sola bakış, kıyafetler, koğuş, dolap, ranza, çarşaf... Hani şu üzerinde para sekmesi gereken çarşaf. Neden para sekmesi gerekiyor, sorgulamamak gerekir böyle şeyleri; önemli olan, konuyla ilgili herkesin aynı talimatı vermesiydi! Saçlar zaten gitmeden kesilmişti. Herkes birbirine benziyor. Böyle ortamların ilginç bir yanı, üniformanın sınıfsal aidiyetleri bir ölçüde görünmez kılması. Ölüm gibi, bir nevi. Nasıl ki göçüp giden kim olursa olsun aynı cins pamuk tıkılıyor, askerde de kim olursan ol aynı kıyafet. Ne zaman ki ‘siviller’ giyiliyor, ak koyun kara koyun açık biçimde çıkıyor ortaya...
Yüzlerce insanı gruplara ayırdılar, ne yapacağımızı, kaçta yatıp kaçta kalkacağımızı anlattılar, kritik konularda uyarılarda bulundular. Kimler? Komutanlar ve uzun dönem askerler. İlk rahatsızlığı, uzun dönemlerle karşılaşınca yaşıyor insan. Siz geldiğinizde aylardır orada olan çocuklar, siz gittikten sonra da orada olacak. Bunun hakikaten can sıkan bir yanı var. Ne bileyim, arada bir durup dururken özür dilemek istiyor mesela, insan. Gerçi bir süre sonra, çocukların bu durumu pek takmadığını, hatta yaşamlarının renklendiğini, çok ilginç bir canlı türü olan ‘bedellileri’ izleme fırsatı bularak eğlendiklerini gözlemledim.
Koğuşa girdik. Yanlış hatırlamıyorsam 138 kişi birlikte kalacaktık. Doktor, hakim, savcı, akademisyen, polis, iş adamı, mirasyedi, ne iş yaptığı anlaşılamayanlar... Vallahi belki garip gelecek ama kimi polislerle, hakim ve savcılarla olduğundan daha rahat diyalog kurabildik! Bana ve alt ranzada yatan otuz yıllık arkadaşım Bülent’e, ‘Siyasiler’ lakabını takmışlardı, SBF’de çalıştığımız için. Alt ranzada, biraz da ilk gün ona attığım kazığın sonucunda, Bülent kalıyordu. Onun yanında Maraşlı bir arkadaş vardı. Bir iki akşam kulak misafiri oldum ‘cazip’ sohbetlerine. Maraşlı, Bülent’e ne iş yaptığını sorup ‘araştırma görevlisi’ yanıtını alınca, ne araştırdığını merak etmiş, bizimkinin tüm çabalarına rağmen konumunu tam anlamamıştı. Bir iki gün sonra Bülent’e, tayinini küçük yere aldırması gerektiğini, yumurtaydı süttü derken yaşamın daha kolay ve ucuz olduğunu anlatmaya başlamıştı. Bülent, mücadeleden umudu kesip Maraşlı’nın her söylediğine ve öğüdüne katılmaya, "Haklısın", "Öyle yapmak lazım aslında" demeye başladı. Benim yanımdaki Malatyalı ise son derece gevezeydi. Yanıma aldığım ve okurum zannettiğim kitapta üç sayfa dahi ilerlememe izin vermedi. Her akşam, kitabı açar açmaz benim ranzama uzanıp bir satıra takılıyor ve konu hakkında ne düşündüğünü anlatmaya başlıyordu. Yirmi küsur gün, böyle geçti. Hiç susmadı...
Görünen o ki bedelli askerliği bir yazıda anlatmak mümkün olmayacak değerli okuyucu. Olsun, ikincisini yazmalı demek ki. İşte bunlar hep, topluma, gençliğe hizmet...