Demirtaş çıkacak, hepinizin adını tek tek yazacak!

Her şeyi anlatmaya kalksam, hayır hafızam asla ihanet etmez bana da mutlaka eksik kalır, ama her şeyi anlatmaya kalksam bir büyük, bir şahane roman olur sevgili Selahattin Demirtaş. Odanızdan tweet atılamıyor belki ama umut geliyor, sizi sevenler aracılığıyla geldi bana bugün, siz zaten biliyorsunuz.

Abone ol

DUVAR - Duyunca annem küstü bana. Önce yumruğunu indirdi masaya. Bir yandan “Sen ne yaptığını sanıyorsun!” diye bağırıyor, bir yandan –yeminle– dünyanın bütün gözyaşlarını döküyor. Annem devlet gibi kadın gözümde, inanılır gibi değil ağlaması. Fikrimi değiştirmeyeceğimi bilmenin verdiği çaresizlik ve yaşanabileceklerin korkusuyla olacak. Annem benim.

Ben de anneyim, çok dokundu ağlaması ama söz verdim bir kere, dönemem. Onun korkuları benim de aklıma gelmedi mi, geldi ama korkmayı yediremem. Annemin yanında kuyruğu dik tuttum tutmasına, fakat evime dönünce ben de ağladım bütün gün, döndüm kurbağaya. Hiç dayanamam çünkü küslüğe. Hele anneminkine.

Her şeyimi anlatırım, bunu saklamıştım özellikle. Bir gazete ilanından öğrenmiş. Mesele, TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nın son gününde (12 Kasım) bir grup yazar ve şairle, Selahattin Demirtaş’ın hikaye kitabı Seher’i imzalayacak olmam.

Metrobüste giderken aklım hâlâ annemde. Demirtaş duysa, gitme imzaya, üzme anneni, derdi diye düşünüp gülümsüyorum. 4 Kasım cumartesi yapılan imza beş saat sürmüş, üç bin insan gelmiş ya, bu defa sakin olur düşüncesiyle, imzaya yarım saat kala giriyorum salona. Şöyle bir bakar, yeri görür, çıkar oyalanırım o saate kadar. Salaklık, deneyimsizlik işte.

Duyan gelmiş, duymayan da kalmamış gibi bir kalabalık. Mahşer yani. Sabahın onunda gelip beklemeye başlayanlar bile varmış, o derece. Helal olsun hepsine, herkese! Ama şimdi ben imzanın en ünsüz yazarıyım ya -zaten gecikmiş gibiyim-, bu yüzden utanıyorum kalabalığı “ben yazarım” diye yarmaya. Züğürt Ağa’nın domates satma sahnesindeki gibi, ancak iç ses denebilecek bir tonda, “Affedersiniz, ben imzacıyım, geçebilir miyim?” diye diye yarım saatte ancak geçebiliyorum yerime.

HALAY BAŞI OLMUŞUZ!

İmza başlamış. Fakat o da ne? Beni halay başı yapmışlar! Yer değiştirmek isteyen olur mu diye dolanıyorum bir süre, cık! Oturuyorum çaresiz. Yanımda Esra Yalazan kafasını hiç kaldırmadan imza atıyor. Bir süre çaktırmadan izliyorum masayı. Derken fark ediliyorum. İlk imzamı “Rojda’ya” Selahattin Demirtaş “adına muhabbetle” atıyorum. Bu da kabusum olmuştu kaç gündür, Demirtaş’a yaraşır havalı bir şey yazmak lazım ama ne? Sonra dedim, Murathan Mungan’ın imza attığı salonda ne yazsam havası olmaz. Böyle böyle bir, beş, on, elli, yüz, yüz elli… atıyorum imzaları aynı şekilde. Bazen muhabbetle’yi sevgiyle’ye çevirerek.

Daha sonra, hayatının ilk imzasını yapan(!) Necmiye Alpay vekaleten imza attığımızın altını çiziyor. Yanlış iş yapmışım anlaşılan. Dedim ama ben, deneyimsizlik işte. Demirtaş duysa kızmaz, aksine dalgasını geçer benimle diye düşünüp boşveriyorum. Yazarlık hayatımda görüp göreceğim en büyük kalabalık (diyenlerin yalancısıyım, altı bin kişi), geçsin artık dalgasını geçebildiğince, hakkıdır.

'DEMİRTAŞ DA BİZİ KÖTÜ AĞIRLADI' DEMESİNLER!

Zaten bir şeyler yazmakla, bekleyen kalabalığı sabaha kadar burada tutarız endişesi yüzünden, hepimizden sadece imza atmamız isteniyor çok geçmeden. Oysa bu vesileyle epey bir Kürtçe isim öğreniyordum diye düşünmüyor değilim. Tabii cehaletim ortaya çıkıyor bu konuda, utanıyorum insanlara isimlerinin nasıl yazıldığını sormaya. E, doğru da yazmak lazım. Sorun böylece çözülüyor.

Vekaleten demişken az önce, Demirtaş’a vekaleten oturuyoruz ya masada, gelenlerin hiçbirini, gözünün içine bakıp “Merhaba, hoş geldiniz. Nasılsınız? Ayağınıza sağlık,” demeden bırakmıyorum. Demirtaş da bizi güzel karşılamadı, güzel ağırlamadı demesinler! Ben ki saatlerce susmadan konuşabilmemle nam salmışımdır âlemde, iki yüz elli, dört yüz, yedi yüz, bin… derken kelimeler bir acayip çıkmaya başlıyor ağzımdan. İmzam da imzalıktan çıkıyor haliyle. Allah’tan, Sezai Sarıoğlu her kitaba kırmızı bir nar mührü basıp nakış gibi süslü ve uzun bir imza atıyor da, onun önündeki yığılma sayesinde arada soluklanıyorum.

Yine bu sayede, insanlarla sohbet fırsatı doğuyor. Altı saattir bekleyenler, geçen cumartesi geldiği ve saatlerce beklediği yetmemiş gibi bu pazar yine gelenler, kucağında Pamuk Prenses kostümlü kızıyla ya da karnında çocuğuyla gelenler, beklerken kitabı bir değil iki kere okuyanlar, birbirlerine şu ya da bu öyküden okumaya başlamalarını tavsiye edenler, sohbeti güzelleştirip neredeyse akraba çıkanlar, nişanlısı için güzel bir çift söz yazmamızı isteyenler, hem sıradakilere hem bize, beklemekten/imza atmaktan şekerimiz düşer diye kutu kutu un kurabiyesi getiren kadın… Bu mahşerde insan insanlığa âşık oluyor ama merak ediyorum birbirine âşık olmuş iki kişi çıkmış mıdır? Hiç değilse bir tane. Ne güzel, ne doğru bir başlangıç olur bir aşka.

Tek kitap imzaladığımızda Esra Yalazan’la şaşırıyoruz. Genelde üçten aşağı kitap getiren yok. Rekor, on iki kitapla, şimdi adını hatırlayamadığım bir kadında. Başlardaki şaşkınlığımız, saatler geçip de sağ el başparmağım (sizlere ömür) sızladıkça, yerini “üçlü kahkaha”, “altılı kahkaha” dediğimiz şeye bırakıyor. Kitap adedine göre küçük kahkahalar basıyoruz. Her kahkahamızda, “yahu, adam içeride dört duvar arasında, Allah bilir daha ne kadar orada kalacak, biz tutmuş gülüyoruz” düşüncesiyle utanıyorum. Zaten her anıyla hem mutluluk hem burukluk yaşatan bir gün. Bu açıdan da değişmiyor. İnsanın her saniye yüreği karışıyor, içi bir tuhaf oluyor.

Sırf bu imza için Şırnak ya da Kars’tan, hatta İsviçre’den kalkıp gelmiş insanlar var. E, bu üç kitaplar, beş kitaplar, sekiz kitaplar da Amerika’dan Japonya’ya, Diyarbakır’dan Van’a kuzenlere, kardeşlere, evlatlara, arkadaşlara ve cezaevlerine gidecekmiş. Yolları açık olsun hepsinin, sahiplerine güzel güzel ulaşsınlar umarım.

Seher, Selahattin Demirtaş, 140 syf., Dipnot Yayınları, 2017.

DEMİRTAŞ ÇIKACAK...

Bir yazardan niye imza alınır? O kitabın size ait olduğu, o imzanın size atıldığının göstergesi olsun diye isminiz yazılsın, hatta altına bir çift güzel söz eklensin diye, değil mi ama? Ee, halay başı benim ya, kötü haberi vermek de bana düşüyor. İsim yazmaya kalkarsak arkanızdakiler daha çok bekler’le başlayan açıklamalarım çok geçmeden, şu an sıra size gelmiş olmazdı’ya bırakıyor yerini. Ne desem olmuyor, ben kötü oluyorum. Arada çaktırmadan kalkıp bakıyorum, herkes tutuyor sözünü. Sözümü bozsam yanacağım, bozmayınca da yanıyorum, ee, ne olacak? Sonunda çareyi “Demirtaş çıkacak hepinizin adını tek tek yazacak” demekte buluyorum. Benim de kafam çalışır arada, ayıptır söylemesi. Hoş, sırf TÜYAP’ta imzaya gelenleri düşününce bile Demirtaş’a şimdiden üzülmüyor değilim ama laf ağızdan çıktı bir kere.

Beş saatin sonuna gelirken bile kalabalığın safları bırakmaması, alkışlar ve zılgıtlarla enerji depolamamız… İlk imzayı alandan son imzayı alan (Kenan kardeşimizi unutmayacağıma söz verdim) kişiye kadar hemen hemen herkesin “Allah sizden razı olsun”, “Ayağınıza, emeğinize sağlık” demesi… Demirtaş’ın tez vakitte ailesine ve diğer sevenlerine kavuşması temennileri… “İnsanlığı ne kadar da belli oluyor hikayelerden değil mi?”lerle dolan gözlerimiz….

'GÖRÜN, BİZ VARIZ'

Her şeyi anlatmaya kalksam, hayır hafızam asla ihanet etmez bana da mutlaka eksik kalır, ama her şeyi anlatmaya kalksam bir büyük, bir şahane roman olur sevgili Selahattin Demirtaş. Görür görmez birbirimize kırk yıllık dost gibi sarıldığımız Mehtap Ceyran’ın dediği gibi, o gün o salonda, “Görün, biz varız!” diyen insanların güzelliğine, kardeşliğine, kardeşliğimize, o insanların güzel, özgür, barışçıl günlere inancına dair bir roman olur. O romanı zaten birlikte yazacağımız için bitiriyorum bu yazıyı.

Annemin bana küstüğü gün, salonun, sokağı göstermeyecek kadar kirlenmiş pencerelerine baka baka ağlamıştım. Ev hanımlığım kötüdür açıkcası sevgili Demirtaş. Diyeceğim, evi ne zamandır bok götürüyordu, anlamışsınızdır az önceki cümlemden, götürüyordu ama vallahi depresyondan. İmzanın ertesi sabahı kalktım, pencereleri mahalleninin inanmaz bakışları altında bir güzel sildim. Hani, pencereden baksanız Mars görünecek, o derece. Sildim de öyle yazdım bu yazıyı. Odanızdan tweet atılamıyor belki ama umut geliyor, sizi sevenler aracılığıyla geldi bana bugün, siz zaten biliyorsunuz.