HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın belli bir süredir Edirne F tipi Cezaevi'nden eşi ve sosyal medya aracılığı ile bize ilettiği resimleri, kendi kendini yetiştiren, masum, samimi sanat insanlarının yarattığı 'naif' akıma yaklaşıyor. Bu vesileyle, ilgili akım üzerinden kendisi ve çabasını, zamanın benzer vakaları ve figürleri eşliğinde, bir daha anmak istedik.
Geçen günlerde Edirne F Tipi Cezaevi'nde tutukluluğunun devamına karar verilen Halkların Demokratik Partisi (HDP) eski Eş Genel Başkanı, siyasetçi, edebiyatçı, ressam Selahattin Demirtaş, bu ay içinde eşi Başak Demirtaş vesilesiyle sosyal medya üzerinden bize yine 'organik' bir resim daha yolladı. Tutuklu bulunduğu sırada Devran ve Seher ile, İngilizce olarak 'Dawn' isimli (Şafak) bir öykü kitabı yazan Demirtaş, daha önce de kendisini ziyaret eden CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu'nun karakalem bir portre desenini yapmıştı. Tanrıkulu bunu sosyal medyada büyük bir sempati ve Demirtaş adına özgürlük özlemi içinde paylaşmış ve Demirtaş da, bunun ardından, Suruç'ta yaralanıp katledilmiş insanları anmak üzere BEKSAV'ın başlattığı çalışmaya destek amaçlı olarak bir başka resmini daha, yine eşi aracılığı ile sosyal medya üzerinden bizlere sunmuştu. Yani temmuz ayı, 'ressam' Demirtaş için hayli verimli geçti.
Bildiğim kadarıyla, Demirtaş'tan üç farklı resim var, şimdi önümüzde. Biri figüratif, öteki soyutlamacı-gerçeküstü, hatta simgesel-sembolist ve diğeri, naif; yani aslında bunların hepsinde bir naiflik var desem, yeri. Naiflik (Primitivizm), günümüz 'yaşayan' sözlü kültürde saflık, kolay kandırılabilirlik ile bir tutuluyor.
Sanat tarihine baktığımızda kimi eleştirmen ve tarihçilerce uygulamada kabul edilen, ama tarihsel bir akım olarak görülmeyen naiflik, özgürlüğü kısıtlanan, suçlanan bir birey olarak Demirtaş'ın imgelerinde, yaşama çocuksu bakışı ve masumiyetinin en bariz göstergeleri olarak da anlaşılabiliyor.
Yine naiflik ve sembolizm, bu anlamda yakın zaman önce tahliye edilen Zehra Doğan'ın hapishanedeki gözlemleri üzerine organik malzeme ile ürettiği eleştirel içerikli ve empatik imgelerinde de kendini hissettiriyor.
Kelime olarak doğal, masum, samimi, saf, deneyimsiz gibi, kulağa ilginç gelen duygu türlerini ifade eden bu tarz, aynı zamanda kendi kendini yetiştirmiş, doğal bir plastik sanat yeteneğine sahip sanatçılar tarafından yaratılan resim sanatına verilen isim olarak da biliniyor. Hani şu, sanat tarihinde olduğu kadar, hayat 'tarihlerimizde' de sürekli karşımıza çıkan, 'okullu' ve 'alaylı' ayrımı, burada sözünü ettiğimiz... Naif, Fransızca 'naive' kelimesinden dilimize geçiyor ve etimolojik bakımdan Latince 'nativus' kelimesine dayanıyor. Bu kelime ise 'doğuştan kazanılmış' anlamı taşıyor. Yani Demirtaş resimlerini, mücadelesi için birer sembol olarak da görecek olursak, bu imgelerdeki özgür irade, hayal gücü, her insandaki doğuştan kazanılmış haklara da alenen karşılık geliyor.
Görsel sanatlar alanına 19'uncu yüzyıl sonları ve 20'nci yüzyıl başlarında, soyut sanatın dünyaya yayıldığı bir dönemde giriş yapan naif sanat, 'Tehlike içindeki özgürlüğü barış içindeki esarete tercih ederim,' sözüyle tanıdığımız filozof Jean Jacques Rousseau’nun da etkisiyle Almanca’ya giriyor ve bir çok sanat tarihi kitabında, bu anlayışın ressam Henri Rousseau ile başladığı rivayet olunuyor.
Demirtaş'ın resimlerine yine naif bir gözle baktığımda, basit olmaya çalışmanın dürüstlüğü dikkatimi çekiyor. Demirtaş, dışarı yolladığı üç hümanist - insancıl imgesiyle de dünyayla alay etmiyor, onu tamamen dışlamıyor veya küçümsemiyor. Psikolojik etkisi çok yüksek bu Tanrıkulu portresinde, kalbiyle anımsadığı bir dostun portresini kendinden emin kalem dokunuşlarıyla kayda geçiren Demirtaş, Suruç ile ilgili çalışmasında insanı aklı ve yüreği ile baş başa bırakan, ağır, yarık bir anının nasıl olup huzur ve şifaya dönüştürülebileceği konusundaki soru işaretini simgeselleştiriyor. Suruç konulu çalışmasında köksüz, diri bir ağaç ve yarısını yitirmiş bir yüreğin baş başalığı, Demirtaş'ın hayal gücünde, turuncu, şafağımsı bir aydınlıkta tasvir ediliyor.Yine, Selahattin Demirtaş'ın bir diğer tavrı da, resimleri üzerine bıraktığı imzası. Gönlünün birer mührü gibi, hep aynı yerde ve görünürlükte. Bir diğer resminde ise, oldukça sağlıklı, sıradan ama temiz yerel kıyafetli genç bir kız ile onu çıplak ayağıyla sırtladığı küçük bir çocuk, sanki bir abla-kardeş, telaş içinde kırda yürüyüşte. Arkada belli belirsiz çayırların yükseldiği, gökte serin bulutların mavi temizlikle batıp çıktığı bir atmosferde bu ikili, kim bilir, neyin müjdesini almış ki, son anda resmedildiğini fark ediyorsa bile, hareketine kararlılıkla devam ediyor. Bu resim çayır, bahar, serinlik kokusu yayıyor. Sanırım Edirne'nin bereketli havası, tel örgüleri aşıp, Demirtaş'ın renklerine galiba bu noktada bulaşıyor ve özlemini çektiği kırları önüne getiriyor.
Türk resim sanatında da naif eğilimde olan sanatçılar, Demirtaş vesilesiyle elbette akla geliyor: Bunların başında Cihat Burak, Turgut Zaim, İbrahim Balaban, Fahir Aksoy, Oya Katoğlu, İhsan Cemal Karaburçak, Fatma Eye, Galip Onat, M. Ali Resimcioğlu, Hüseyin Yüce gibi imzalar bulunduğu gibi, 2000'lerin başında Kile Sanat Galerisi'nde bu alanın sanatçılarını derleyen bir sergide boy gösteren Emin Başaranbilek, Esra Sirman gibi fırçalar da anılabiliyor. Yine dünya sanat tarihinde naif sanatın evrimine baktığımızda ise, Louis Vivin, Andre Bouchant, Seraphine Louis, Camile Bombois, Niko Pirosmani, Joshua Johnson, Grandma Moses, Alfred Wallis, Florine Stettheimer gibi sanatçılar da burada sayılabiliyor.
Demirtaş'ın, hayat, insanlık ve umuttan beslediği hayal gücü ile, sabırla ortaya koyduğu yaratıcılığından ileri gelen naif verimliliği, aklıma resimden hiç vazgeçmeyen Orhan Pamuk'u da getiriyor. Bilindiği gibi Nobel Ödüllü Pamuk da, edebiyatçı kimliğinin yanı sıra, yaptığı (bence naif) resimleri ile tanınıyor. Hatta, 2015'teki 14'üncü İstanbul Bienali'ne sanatçı olarak seçilen ve defterlerindeki, kelimeleriyle de bezeli doğa ve kent - insan imgeleriyle bizi şaşırtan Pamuk, son dönemde fotoğraf ve müzecilik çalışmalarıyla da dünya çapında ilgi görüyor, yurt içi ve yurt dışı projelere çağrılıyor ve büyük övgü topluyor. Bu sentezci üretim halinin bir diğer göstergesi, kendisinin yazdığı romanı vücuda getirdiği, 2014'te Avrupa Müze Forumu Yılın Müzesi Ödülü'nü kazanan, 'Masumiyet Müzesi' zaten. Bu anlamda Pamuk, bir bakıma Selahattin Demirtaş ile şurada da - yazgısal - bir dayanışma halinde görünüyor:
1994 baharında kapatıldıktan sonra 'Özgür Gündem' yerine 'Özgür Ülke' adıyla basılan gazete, bilindiği gibi aynı yılın aralık ayında ölümlü bir bombalı saldırıya maruz kalmıştı. Bu olayın akabinde, gazete ile dayanışma adına, aralarında Pamuk ile birlikte, yazar Aslı Erdoğan, şair, yazar ve oyun yazarı Murathan Mungan, yazar Latife Tekin ile gazeteci Ahmet Altan ile oyuncu Lale Mansur ve oyuncu Orhan Alkaya gibi birçok isim, İstanbul Beyoğlu İstiklâl Caddesi'nde gazete dağıtmıştı. İlerleyen senelerde türlü isimlerle basılan gazeteye, daha sonra da birçok sanatçı ve aydın, tuttukları editörlük / nöbetçi yayın yönetmenliği nöbetiyle destek olmaya çalıştı.
Orhan Pamuk ayrıca, üstat Yaşar Kemal'in 24 yıl önce Ocak ayında Der Spiegel'de yayınlanan eleştirel makalesi üzerine başlayan hukuki süreçle de Demirtaş ile yolunu bir kez daha kesiştirmiş gibiydi. Hakkında dava açılan gazeteci ve yazar Yaşar Kemal'in metni aslında, Düşünce Özgürlüğü ve Türkiye isimli bir kitap için kaleme alınmıştı ve o kitapta ayrıca, Arif Damar, Leyla Erbil, Muzaffer İzgü, Zülfü Livaneli, Orhan Pamuk, Tomris Uyar ve Feride Çiçekoğlu dahil 20 aydının imzası bulunuyordu.
Öte yandan bu 'naif' tespitlerimi bir ilginç hayat hikâyesi ile daha tamamlamak istiyorum.
ABD Michigan'da boş yere 45 yıl hapiste tutulduğu anlaşılan ve parmaklıklar ardında olduğu zaman zarfında resme merakından ötürü önemli bir sanatçı kimliği edinen (yine, bence naif) ressam Richard Phillips, iki yıl önce hapisten çıktığı zaman, bu yapıtlarından oluşan bir de sergi açmıştı.
Bu arada, özgürlüğü kısıtlanan sanatçılar için internette ayrıca ABD çıkışlı bir veri tabanı daha bulunuyor, bunu da duyurmuş olayım.
Umarım Selahattin Demirtaş için bu kadar beklemeyiz. Yoksa Türkiye'de insan hakları ve evrensel demokrasinin varlığına inanmakla yine onun kadar çok mu 'naif' davranmış oluruz?