Demirtaş’ın ketılı: Su kaynıyor

Demirtaş’ın sosyal medya üzerinden yaptığı mitingler, fiziksel yokluğu telafi eden eyleme iradesi, hücresindeki ketılda iktidarın suyunu kaynatmaya talip olmaktan kaçınmayışı, en önemlisi konuşma hakkının olmadığı yerde konuşmayı inatla sürdürmesi siyaset olanağının yok edilemezliğini gösteriyor bana.

Nur Betül Çelik nbcelik@gazeteduvar.com.tr

Yaygın adlandırmayla “baskın seçim” yüzünden siyasetle yatıp siyasetle kalkıyoruz. Cumhurbaşkanı adayları, biri hariç, aynı gün içinde birden çok kentte mitingler yapıyorlar. Gündüz faaliyetleri bitince de kendilerine yer bulabilme şansına sahip olanları yine, televizyon programlarında, çoğu kez iktidarın sorgu yargıcı rolüne soyunmuş gazetecimsilerin karşısında performanslarını sürdürüyorlar. OHAL, seçim zamanlarına özgü politika sahnesinin bilindik düzenini ihlal ediyor elbette. Aktörlerin biri dışında hepsi, kendilerine biçilmiş rollerini, hiçbir tuhaflık yokmuş gibi oynuyorlar. Kendi öykülerinin kahramanları olarak, konuşuyorlar da konuşuyorlar...

Arendt, İnsanlık Durumu adlı eserinde konuşma ve eylem arasındaki ilişkiye, eylemin konuşma olmaksızın açığa çıkaran, görünür kılan özelliğini yitireceğine, eylemin öznesinin konuşmadan açığa çıkamayacağına, dolayısıyla konuşmanın/ sözün eyleyen olarak kahramanı nasıl görünür hale getirdiğine işaret ediyor. Birinin ne olduğu sorusunu, örneğin o kişinin biyografisinden sahip olduğu nitelikler hakkında fikir sahibi olmakla cevaplayabiliriz de onun kim olduğunu bu özelliklerden çıkartamayız diyor Arendt. Eyleyeni kahramana dönüştürense onun ne olduğundan çok kim olduğunda gizli. Her konuşmada, kendiliğinden içerilen bir soru var: Konuşan (eyleyen) kim? Bir başka deyişle, eylem varsa bir kahramanı olmalı, ama o kahraman kim? Eyleyenin kim olduğunu ele veren, kahramanı açığa vuran ise konuşma. Eyleyen ile konuşan aynı kişi ise elbette. Neden? Çünkü insanlar arası ilişkilerde, eylemleri birbirinden ayıran, her birini belli bir aktöre o aktörü özneye dönüştürerek mal edebilen tek insani faaliyet konuşmadır da ondan. Daha basit bir ifadeyle, sarf ettiğimiz her cümlenin öznesi aslında bir eylemin failidir. Konuşurken ettiğimiz her cümlede eylemlerimizin failleri olarak imlenir, açığa çıkıveririz. Eylemimizde imlenense kim olduğumuzdur. Kim olduğumuz, ancak eylerken, konuşurken belli olur (i).

Bu bana hep ilk karşılaşmaları düşündürüyor. Yıllar önce ilk kez tanıştığım birisi, bana beni tanımak istediğini söyledikten sonra kim olduğumu sormuştu. Ben de ailemden başlayıp sevdiğim renge, dinlediğim müziğe kadar hikaye etmiştim kendimi. Ama arkadaşım tatmin olmadı, “Bu anlattıkların senin ne olduğunu gösteriyor. Ben kim olduğunu merak ediyorum” dedi durdu. O zamanlar, gençlik işte, farkı anlayamamıştım. Yıllarca o arkadaşımın sorusu hep meşgul etti beni. Kim olduğunu nasıl anlatırsın? Kendini anlatmak eninde sonunda yalnızca, bir dolu nitelemeyi, niteliği kendine yakıştırmakla başlamaz mı? Eğer Arendt haklıysa, eylerken, konuşurken kim olduğumu açığa vuracağıma göre o arkadaşım beni kendimle ilgili değil, eylediklerimle ilgili konuşurken keşfedebilirdi. Birlikte eylemeden kim olduğumu göremezdi, kendimi ne kadar anlatsam da bu soruyla gelen açmazı aşamazdım. Bunu söyleyebilmek isterdim.

Siyaset, bir anlamıyla göze görünmeyenin görünür hale getirilmesi demekse, insanlar arasındaki ilişkilerde görünürlüğün koşulu olarak eylemle konuşma arasındaki bu karşılıklı muhtaçlık bizi kestirmeden siyasal olana taşır. Demokrasiyi belli bir siyasi rejim değil de, özgül öznesi halk olan bir ilişki biçimi olmakla siyasetin bizatihi kendisi olarak görme eğilimindeki yaklaşımları (örneğin) kendime yakın bulurum. Bu yaklaşımların perspektifinden, halk, siyasal eylemin yok sayılan failidir, konuşur konuşmasına da dinleyeni yoktur! Oysa her konuşmanın bir dinleyeni olmalıdır veya konuşan dinleneceğini varsayabilmelidir ki, konuşma faili imleyebilsin. Dinleyenle konuşan hep yer değiştirir hiç kuşkusuz ama dinleme, bu ilişkiye içkin konuşanın kim olduğuna dair soruyu sordurtan o ilgiyi ilişkiye dahil edendir. Ancak demokrasi, konuşan ile dinleyen arasında mükemmel, rasyonel, simetrik bir ilişki de değildir. Aslında, söz gelimi çağdaş siyaset kuramcısı Jacques Rancière’nin de iddia ettiği gibi, siyaset bu asimetriyi gereksinir, bu ikisi arasındaki uyuşmazlıkta bir olanak olarak belirir. Düşünür, halkı siyasetin öznesi kılan şeyin de bu asimetrik ilişkiyle bağını kurar. Halk (demos), dinleyeni olmadan, dinlenecek sözü olmadan, konuşma hakkı olmadığında bile konuşandır; “hiçbir payı olmadığı şeyden pay alan kişi demos’a aittir” (ii). Siyasal özne olarak halkı kuran, işte onun bu “hiçliği”dir.

Sizi bu yazının ilk paragrafına dönmeye davet ediyorum şimdi. Seçime doğru baş döndürücü bir hızla içinden geçtiğimiz şu sürecin açığa çıkardığı, sarsıcı bir yokluk üzerine tekrar düşünmeye davet olarak düşünün bunu. Cumhurbaşkanlığı seçiminde bizden oy talep eden, vaatleriyle bizi ikna etmeye çabalayan beş adayın dördünün, Recep Tayyip Erdoğan’ın, Muharrem İnce’nin, Meral Akşener’in, Temel Karamollaoğlu’nun, Doğu Perinçek’in, elbette eşit olmayan ama yine de olabilir görünürlüğü karşısında, eylemekten ve konuşmaktan mahrum bırakılan dolayısıyla görünür olma ihtimali neredeyse tamamen elinden alınmış Selahattin Demirtaş’ın yokluğu. Öyle bir yokluk ki bu, siyaset temsilinin bilindik sahne düzenini tepetaklak ediyor. Aslında Demirtaş’a reva görülen bu yokluk, bana kalırsa, basitçe bir adaletsizlik sorunu, bir hak ve özgürlük sorunu olmanın çok ötesine geçen bir anlam taşıyor. Demokratik düzen içerisinde ortaya çıkmış bir kaza, düzen yeniden tesis edildiğinde telafi edilebilecek bir kusur olmaktan çok, düzenleyici erkin kendi sınırlarını alabildiğine genişletirken siyaseti feda etmesine işaret ediyor. Bununla kast ettiğim şöyle bir şey: Demirtaş’ın siyasal bir faile dönüşmesinin engellenmesi, düzen polislerinin önüne ses geçirmez bir duvar ördükleri halkın (demos’un) pay isteyemez, konuşamaz hale getirilmesi demek. Yani, halkın siyasal bir eyleyen olarak kendini bu sürece ekleyebilmesinin engellenmesi; aslında daha iyi bir ifadeyle, halkın halka dönüşme olanağının yerle bir edilmesi demek.

Ama yanlış anlaşılmak istemem, bu çabaların nafile olduğunun da farkındayım. Siyasetin olanağının topyekun bitişi olarak görmüyorum bu durumu. Demirtaş’ın sosyal medya üzerinden yaptığı mitingler, fiziksel yokluğu telafi eden eyleme iradesi, hücresindeki ketılda iktidarın suyunu kaynatmaya talip olmaktan kaçınmayışı, en önemlisi konuşma hakkının olmadığı yerde konuşmayı inatla sürdürmesi siyaset olanağının yok edilemezliğini de gösteriyor bana. Onun fiziksel yokluğu, siyaseti kuran paradoksun, halkın kurucu yokluğunun imi. Onun konuşma iradesi, halkın kendi hiçliğinde pay talep ederek, konuşarak siyasal faile dönüşme ihtimalinin imi.

Yapılacak şey, onun sözünü kendi sözümüze katarak çoğaltmak kısacası. Konuşmak, konuşmak, konuşmak... Sesimiz anlaşılmaz bir mırıltıdan, kulakları sağır eden bir çağıltıya erişene dek susmamak...

(i) Hannah Arendt (1958), The Human Condition, the University of Chicago Press, ss. 177-179.

(ii) Jacques Rancière (2017), “Siyaset Üzerine On Tez”, içinde Çağdaş Marksist Kuramda Tartışmalar: Siyasalın Düzenekleri, Dipnot, s. 160.

Tüm yazılarını göster