Türkiye’nin milli güvenlik kurulu medyası konu Kürt meselesi veya siyasetçileri olduğunda yüzyıldır kendilerine emredildiği şekilde ya haberi çarpıtma ya da haberi tamamen gizleme, hiç yokmuş/olmamış gibi davranma yoluna başvurur. Selahattin Demirtaş’ın 9 gün süren mahkeme savunması içeriği itibariyle o kadar net ve keskindi ki medya bu defa çarpıtma girişimine girmeyi dahi göze alamadı, tamamen görmemeyi tercih etti. Çarpıtmaya çalışsa Demirtaş’ın sözleri daha geniş kitlelere ulaşacak ve daha geniş etkiler doğuracaktı. Yerine, ülkenin şu anda en etkili siyasetçilerinden birinin mesajlarını görmezden gelmek daha güvenli sayıldı. Demirtaş’ın savunmasındaki vurgu ve mesajlar muhalif/sosyal demokrat medya için de fazla gelmiş olmalı ki onlar da son dönemin ne Gezi davasına ne Dilan Polat davasına ayırabildikleri kadar yer ayırabildiler. Demirtaş 9 gün boyunca konuştu, medya da 9 gün boyunca sustu.
Kürt siyasetinin makus talihi olan medya karartması Demirtaş’ın savunmasının etkisinin önüne geçemeyecek elbette, Seyid Rıza’nın birkaç cümlelik sözleri nasıl ki neredeyse yüzyıl sonra bile hafızalardaki yerini koruyorsa Demirtaş’ın uzun süre üzerinde konuşulmayı hak eden, Kürt siyasetinin bugünü ve geleceğine dair fikirler veren konuşması da hafızalarda yer edecek bir savunma olacağa benziyor.
Demirtaş’ın Kobani davasında 25 Aralık’ta başlayıp 8 Ocak’ta tamamladığı savunmasını Kürtçe başlatıp Kürtçe bitirmesinin kendisi önemli bir mesajdı. Kürtçe’ye dönük asimilasyonun ulaştığı tehlikeli boyut Kürt siyasetini de -mecburen- bunun bir şekilde önünü alma çabasına itiyor. Bu ve diğer yönleriyle savunmanın şeklinden içeriğine kadar Kürt hareketinin yakın gelecekteki söylemlerinin bir özetini sunduğunu, başka bir ifadeyle savunmanın yeni dönem Kürt siyasetinin bir tür tutum belgesi olarak da okunabileceğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Demirtaş daha ilk gün savunmasını mahkeme heyetine değil “halkına ve tarihe karşı sorumluluğu gereği” yaptığını söylüyor, mahkeme heyetini tanımadığını, davanın da hukuki değil siyasi olduğunu, bir intikam operasyonunun parçası olduğunu vurguluyor. “Bu hukuki bir yargılama değil, bir siyasi intikam davasıdır (…) Savunmamı heyetinize yapmıyorum. Çünkü siz de bu saldırının bir parçasısınız. Savunmamı halkım için, tarih için yapıyorum. Ben heyetinizi tanımıyorum. Hakkımızdaki bu dava siyasi bir davadır, ben de ara ara siyasi savunma yapacağım.”
Demirtaş’ın mahkeme heyetini ve davayı tanımadığını vurgulaması da 1980’lerdeki Kürt siyasetçilerin siyasi savunmalarını andırıyor. Bu yönüyle de parçası olduğu siyasi hareketin yıllar önce -ve hala- izlediği yol ve tutumu takip ettiğini gösteriyor: “Biliyoruz ki siz kararınızı çoktan vermişsiniz, ferman yazılmış. Ancak kararınızın bizim ve halkımızın nazarında hiçbir hükmü yoktur. Bize baş eğdiremediniz. Kararı yüzüme okumanıza müsaade etmeyeceğim. Eşime, kızlarıma, sizlere vasiyetimdir; karar açıklandığı zaman davul-zurnalarla karşılayın. Çünkü biz de burada öyle karşılayacağız.”
Demirtaş, mevcut yargılamanın, diğer Kürt öncülleri gibi kendisini de yalnızca bir “sanık” yapma çabasını boşa çıkarmayı önceliyor; halkının haklarını savunan, hapsedilmiş bir siyasetçi olarak konuşuyor, Kürtlerde yarattığı sempati ve etkinin farkında olarak bugüne ve geleceğe dair çözüm perspektifini de aktarıyor.
Demirtaş “yargılandıkları” davanın Kobani olaylarıyla ilgisi olmadığını, arkasında uzun bir tarihi, siyasi geçmiş ve bağlam olduğunu uzun uzun anlatıyor, Cumhuriyet’in yüzüncü yılında Kürt sorununda gelinen aşamayı da özetliyor. “Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yanlış bina üzerine inşa edilmiş. Temel yanlış. Biri çıkıp ‘Kürdüm’ deyince o temel sallanıyor. Kürdüz demesek onurumuzdan oluyoruz. Kürdüz deyince ‘terörist’ oluyoruz. O yüzden temeli değiştirmek, bundan korkmamak lazım.”
Onlarca sayfalık savunmada Kürt kimliğine, Kürdistan coğrafyasına, Kürtçe’ye, “demokratik özerkliğe” dair tekrarla yaptığı vurgular ayrıca dikkate değer. “Özerklik bir yönetim biçimidir ve savunulması bölücülük değildir. İnsanlar bağımsız Kürdistanı da savunabilir ki bu da suç olamaz. Nedir demokratik özerklik? (…) Demokratik özerklik yüz yıllık Kürt sorununun bitirilmesinin bir vaadidir." Bu da son yıllarda Kürt hareketinin “Türkiyelileşme” siyaseti dolayısıyla eksen kayması yaşadığı, dolayısıyla söylem ve iddiasının giderek muğlaklaşıp zayıfladığına yönelik eleştirilere -veya belki de tespite-bir yanıt olarak gelinen aşamada “sorunun” ve “çözümün” adını olduğu haliyle telaffuz etme ihtiyacının kendini dayattığını gösteriyor.
Öyle anlaşılıyor ki Kürt hareketi, son yıllardaki devlet pratiği karşısında söylem ve siyasetini yalnızca Kürt çiftçilerinin sorunlarıyla sınırlamasının dahi kendisini baskı cenderesinden uzaklaştıramayacağının ayırdında olduğu için söylemsel muğlaklığa gidererek bir netlik ayarı yapma ihtiyacı duyuyor. Demirtaş, DEM Parti'nin son dönem siyasetine de yansıdığı haliyle söylemsel netliğin daha da gün yüzüne çıkacağının bir tür sağlamasını yapmış oluyor böylece. Hükümetin parti kapatma girişimlerinden siyasi operasyonlara, kayyım uygulamalarından Kürtçe’yi zayıflatma çabalarına kadar ortaya koyduğu amansız politika Kürt siyasetini -belki de mecburen- bu noktaya taşımış görünüyor.
Savunmada dikkat çeken bir başka husus, Demirtaş’ın Kürt meselesini Türkiye’dekiyle sınırlı tutmaması, sorunun Suriye’den Irak ve İran’a geniş bir coğrafyada yaşandığının altını çizmesi, buradaki çözümsüzlüğün tüm bölgeye olan etkilerinin üzerinde durması. Bu vurgu askeri, siyasi ve yargısal baskı araçlarıyla meseleyi çözebileceğini düşünen bölgedeki ulus devletler açısından ayrıca önemli bir hatırlatmayı barındırıyor; sorun lokal olmadığı gibi, çözümü de lokal olmayacak.
Demirtaş Kürt meselesini farklı boyutlar ve örneklerle tarif etmeye, çözüm önerileri sunmaya çalıştığı kadar temsil ettiği siyasi hareketin müzakereci karakterini de tekrarla hatırlatıyor; “Biz bir çözüm üretmek istiyoruz, mağdurlar olarak çözümü biz üretiyoruz. (…) Biz burada bu bedelleri çözüm uğruna ödüyoruz. Çözüm için en büyük desteği biz verdik, veriyoruz. Hapiste de olsak veririz.” Savunmasının son gününde sunduğu 7 maddelik çözüm önerileri de müzakere arayışının bir başka yansımasıydı.
Demirtaş, yargılandığı davanın duruşmasını da politik bir platforma çevirerek topluma sesini duyurmaya, düşüncelerini paylaşmaya çalıştı. Siyasetten hukuka, dinden eğitime kadar farklı alanlara dair okumalarını ve bu okumalardan çıkardığı sonuçları paylaşarak sadece güncel siyasete değil umut ettiği toplumsal yapıya dair de görüşlerini kayda aldırdı.
Kürt meselesinde bugüne kadar söylenmemiş söz kalmamıştır diyenler pek haksız sayılmaz. Ancak meselenin çok boyutluluğu, en az dört ülkedeki dinamik/değişken yapısı her gün yeni bir söz üretilmesini de zorunlu kılıyor. Demirtaş da bunun bilincinde. Dolayısıyla kamuoyunun bilmediği/yeni öğreneceği bir şeyler anlatmanın değil yeni bir perspektif üretmenin/sunmanın peşinde olduğu görülüyor. Böylece giderek daha da büyüyen siyasi etkisinin farkında olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin bugününe olduğu kadar, bundan sonrasına bir iz bırakmak istiyor. Bundan yüzyıl önce İstiklal mahkemelerinde, 40 yıl önce Diyarbakır mahkemelerinde yargılananların bugüne bıraktıkları izler gibi Kürt siyasetçilerin siyasi savunma geleneğini de sürdürmüş oluyor. Bugünün hâkim devlet siyasetiyle çatıştığı kadar onu bir çözüm dinamiğinin içine çekme çabasından da vazgeçmiyor.
Siyasi savunmalar, tarih boyunca yapan kişilerin ortaya çıktıkları dönem ve koşullar, toplumlarındaki yerleri ile savunmalarını ifade ediş biçimleriyle sembolik değerleri yüksek metinler haline gelmiştir. Demirtaş’ın da babasının vefatına rağmen ve cenaze törenine de gitmeyerek yaptığı uzun savunma, hapsedilme şekli ve tabii toplumdaki karşılığı gözetildiğinde sembolik değeri yüksek bir metin olarak önümüzde duruyor.