Seher’deki 12 öyküde Demirtaş, yeni kuşak edebiyatçıların çoğuna taş çıkartacak bir anlatı gücünü yakaladığı gibi, edebiyat dünyasına da güçlü bir giriş yapıyor. Özellikle siyasi baskıların yoğunlaşmasıyla birlikte “ağlak” edebiyatın revaçta olduğu, edebi metni duygusal çöküntü diliyle güçlendirmeye çalışan genç kalemlerin ortalıkta dolandığı bir dönemde Demirtaş, öykülerinde popüler anlatı diline keskin bir eleştiri de getiriyor aslında.
Dipnot Yayınları’nın sahibi Emirali Türkmen, Selahattin Demirtaş’ın öykü kitabını yayınlayacağını söylediğinde içimde uyanan his heyecandan başka bir şeydi. Hapisteki siyasi bir liderin, edebi metinlerle okurlarının ve taraftarlarının karşısına çıkmasının ne kadar büyük bir risk olduğunu kafamda hızla tarttım ama Emirali’ye bunu belli etmek istemedim.
Demirtaş’ın hapisteyken yazdığı birkaç öykü ve şiirini daha önce yayınlamasının, amiyane tabirle “karizmasını” çizdirip çizdirmeyeceğine dair tartışmalara tanık olmuştuk. Oysa Demirtaş, klasik lider profilini sistematik olarak yıkmaktan hiç çekinmeyerek, kendinden önceki hiçbir lidere öykünmeyerek Türkiye’yi yeni bir liderlikle tanıştırıyor.
Konumunu muhafaza etme güdüsünden ziyade sürekli yeni sulara yelken açıyor ve hem kendini yeniliyor hem de kitlesini bu yeniliğe alışmaya zorluyor.
Karşısındaki güçle baş edebilmek için çatık kaşlı, kitlesini coşturmak için yumruğunu masaya vuran, sert mizaçlı liderliğin dışında da bir yol olduğunu hatırlatan Demirtaş, böylece klasik erkek liderlik formuna hapsolmayacak kadar etkili bir güce sahip olduğunu gösteriyor. Siyasette olduğu gibi edebiyatta da el attığı işin hakkını ziyadesiyle veriyor.
DEMİRTAŞ TEBDİL-İ KIYAFET HALKA KARIŞIYOR
Siyasi hayatında suikast girişimlerinden topyekün saldırılara kadar maruz kaldığı tüm baskılara cesaretle direnç göstermiş olan Demirtaş, siyasi hayatının en cesur işlerinden birini yaparak yazdığı öyküleri yayınlıyor; iç dünyasını herkesle paylaşarak, bir siyasetçiye göre ciddi bir riski göze alıyor. Neyse ki güçlü kalemi onun açısından riski tersine çeviriyor.
Seher’deki 12 öyküde Demirtaş, yeni kuşak edebiyatçıların çoğuna taş çıkartacak bir anlatı gücünü yakaladığı gibi, edebiyat dünyasına da güçlü bir giriş yapıyor. Özellikle siyasi baskıların yoğunlaşmasıyla birlikte “ağlak” edebiyatın revaçta olduğu, edebi metni duygusal çöküntü diliyle güçlendirmeye çalışan genç kalemlerin ortalıkta dolandığı bir dönemde Demirtaş, öykülerinde popüler anlatı diline keskin bir eleştiri de getiriyor aslında. Siyasetteki espritüel üslubunu “ağır” hikâyelerinde ustalıkla kullanan Demirtaş’ın öykücülüğündeki alametifarika liderlik kimliğini tamamıyla bir kenara bırakıp, öykü kahramanları üzerinden tebdil-i kıyafet halkın arasına karışmış olması değil sadece. Yazar aynı zamanda mevcut Türkiye’nin çeşitli veçhelerini, sıradan insanlar üzerinden, edebiyatın olanaklarından faydalanarak kayıt altına alıyor ve elbette “hapishane edebiyatına” da önemli bir katkı sunuyor.
DEMİRTAŞ 'SEHER'LE HAPİSHANE DUVARLARINI AŞIYOR
Öykülerinin kahramanı kimi zaman temizlikçi bir kadın, kimileyin yağız bir delikanlı, kimi zaman hınzır bir otobüs şoförü yahut para kazanma hırsıyla yavaşlama arzusu arasında gidip gelen beyaz yakalı bir kadın. Demirtaş’ın kahramanlarının çoğunlukla kadın olması da ayrıca dikkat çekici.
Demirtaş, Hama’dan annesinin eteğine yapışarak Akdeniz’e sürüklenen, hayatında denizi hiç “dışarıdan” görmemiş ve okura denizin dibinden seslenen mülteci bir kızdan Ankara’nın Mamak’ında dolmuşa binip yol boyunca karşılaştığı tanıdıklarını anlatan ve bir süre sonra kendini hapiste bulan temizlikçi Nazo’ya, aynı fabrikada çalışıp gönül verdiği Hayri’yle hayatı kararan Seher’den bir zamanlar pavyonda tanıştığı Asuman’ın peşinden sürüklenen Diyarbakırlı otobüs şoförüne kadar “sıradan” karakterin sıradan öykülerini, okurun hiç tahmin etmeyeceği güçlü finallere ittirirken okurla diyalog içinde kalmaktan da geri durmuyor.
Yazının şehvetine kapılıp ağdalı dile tenezzül etmeyen Demirtaş, böylece anlatısının gücünün ayırdında olduğunu gözler önüne seriyor. Meramını anlatmak için çırpınmıyor, öyküyü bu yüzden süründürüp uzatmıyor ama sloganik dil çukurlarının üstesinden de ustalıkla atlıyor.
(Kitabın son öyküsü “Sonu Muhteşem Olacak” bu açıdan istisna oluşturuyor. Zira Demirtaş nedense bu öyküde didaktik ve kısmen sloganik bir anlatıya başvurarak Kürtlere kürsüden seslenme ihtiyacı hissediyor. Sanırım edebiyat eleştirmenlerinin en çok takılacağı öykü de bu olacak.)
'YANILMIŞIM, HAYAT ÇOK UZUN'
Cezaevinde iki serçe kuşunun yuva yapışı üzerinden cinsiyet rollerini tartışarak başlayan öykü kitabı, Cizre’de öldürülen Mehmet Tunç’un yeğeninin yıllar sonraki başarı öyküsüyle bitiyor.
Abartısız, bir solukta okunan “Seher”, Türkiye siyasetinin en güçlü liderlerinden birinin hapishane duvarlarını nasıl ustalıkla aştığını gösterdiği kadar, mağdur diline hapsolmuş genç edebiyatçılara da yeni bir yol çiziyor.
Siyasetin dalgalı sularında kulaç atarken edebiyata da yelken açabilen bir lider olarak Demirtaş’ın, edebiyat dünyasında -hâlâ bir tartışma zemini kaldıysa- Seher’le epey tartışma yaratacağı anlaşılıyor.
“Halep Ezmesi” öyküsüne “Yanılmışım, hayat çok uzun” cümlesiyle başlayan Demirtaş, kendi yolunun da epey uzun olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.
OKURA BİR HEDİYE
Yayıncı arkadaşım Emirali Türkmen’in izniyle, Seher’deki “Bildiğiniz Gibi Değil” öyküsünden bir parça da okura hediye ederek hatırlatalım: Bu sürükleyici öykü kitabı haftaya bugün (16 Eylül), Dipnot Yayınları etiketiyle rafları süsleyecek. Kitabın etkileyici kapağı ve içerideki çizimlerin de Demirtaş’ın kızkardeşi Bahar Demirtaş’a ait olduğunu aktarmış olalım.
Seher
Dipnot Yayınları,
144 Sayfa
17 TL
KİTAPTAN
Kemendi boynuma geçirip hiç tereddüt etmeden tabureye vurdum tekmeyi. Tabure yerde taklalar atarken, gözlerimi tavana dikip tekrar tekrar düşün- düm. Bütün hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden aksın diye bekledim ama öyle olmadı. Bu şekilde neredeyse on dakika geçti. Şeritlerin her bir karesinde onun gülen yüzü vardı. Sadece ondan ve aynı karelerden ibaret hayatım burada son bulacaktı, eğer yerde sırtüstü vaziyette uzanıyor olmasaydım...
İnsan kendini yatay şekilde asamıyormuş. Bunu keşfetmiş olmak içimde yeniden bir yaşama isteği uyandırdı. Kalktım, kemendi çıkardım boynumdan. Günlük intihar girişimimi tamamlamış olmanın verdiği iç huzurla mutfağa gittim. Üç yumurta kırıp kahvaltı yaptım. Tıraş oldum, giyinip dışarı çıktım.
Asansörde, emekli mafya reisi Kadir Amca’yla karşılaştım. “Günaydın Kadir Amca,” dedim, “Günaydın Musti, n’aber?” dedi. “İyidir be amca, ne olsun işte,” dedim. “Biliyor musun Kadir Amca, aslında ben az önce intihar girişiminde bulundum,” demek geldi içimden. Sarılıp bana saçımı okşasın, şefkatini esirgemeyip merhametinden sunsun istedim. Ama demedim. Az önce intihar girişiminde bulunmuş biri gibi baktım sadece. Kendisi anlasın istedim. Bir şey demedi, kahroldum. Asansörden indikten sonra durdu, geri dönüp, “Senin gözlerinde bir şey mi var oğlum?” dedi. Ağlamamak için zor tuttum kendimi. “Yok be amca, ne olsun işte,” dedim. “E, ne diye asansörde güneş gözlüğü takıyorsun dümbük?” dedi. Eşekten düşmüş karpuz misalindeki eşek gibi hissettim kendimi. Amaçsızca dolaştım birkaç sokakta. Bugün işe gitmemek için geçerli bir sebebim var, dedim kendi kendime, işsizim çünkü.
Son iki aydır öyleyim. İş dediğim de bir pizzacıda servis elemanlığı yapmak bir süre, yani bir günlüğüne. İşe başladığım gün servis motosikletini çaldırınca, “Sen bir daha gelme!” dediler. Ondan önce de hiç çalışmadım zaten. Sağ olsun, babam para gönderirdi her ay. Pizzacıda çalışmaya başlayınca, “Gönderme artık, gerek kalmadı,” dedim. Ertesi gün arayıp işten atıldığımı söylemeye utandım. Babam beni halen pizzacı sanıyor. Daha doğrusu pizzacı dükkanı açtığımı sanıyor. Geçen hafta aradığında, “Oğlum hep sormayı unutuyorum da, pizza nedir?” dedi. Karlıova’da yayladalarmış, telefon iyi çekmiyordu, cızırtılar arasında, “Dış kaplama malzemesidir,” dedim. “İyi,” dedi, telefon kesildi. Biraz sonra yine aradı, “Dış kaplama nedir?” dedi, bir şey demedim, telefon kesildi.
Yürüye yürüye öylece Bernaların evinin önüne kadar geldim. Bu saatte evde olmaz Berna. Bankada çalışıyor, ya da bir banka için çalışıyor işte. “Buyrun beyefendi, size bir kredi kartı çıkaralım,” dedi. “Yok,” dedim. Israr da etti ama istemedim. “Bir kimlik fotokopisi yeter, gerisini biz hallederiz,” dedi. Bu kez kıramadım, “Tamam,” dedim, “Hayırlı olsun,” dedi. Marketin girişindeki standda işlemleri çabucak halletti. Göğsündeki etikette “Berna” yazıyordu, oradan biliyorum ismini. O da benim ismimi biliyordur, fotokopisini çekerken kimliğime baktı bir ara. Yedi ay geçti üzerinden ama unutmamıştır kesin. Çok güzel güldü bana. Ertesi gün tekrar gittim görmeye, evine kadar takip ettim ama beni fark etmedi. Sonra marketin önünde göremedim birkaç gün. Bankaya gidip sordum, makineden sıra numarası alıp bekle, dediler. Sıram gelince yine sordum. Sen bir daha gelme, dediler. Bir daha da göremedim Berna’yı. Her gün evin önünde sabah akşam bekledim, rastlamadım bir türlü. Gülüşü bende kaldı.