Geçtiğimiz hafta Macaristan’da ve Sırbistan’da gerçekleşen seçimler Rusya’nın Ukrayna işgalinden sonra siyasi gündemde en dikkat çeken konu oldu. Özellikle Macaristan seçimleri, Victor Orban yönetimi ve ona karşı ittifak kuran altı partinin Türkiye’deki durumu düşündürmesi nedeniyle daha fazla ilgi uyandırdı. Bunun yanı sıra 10 Nisan’da gerçekleşecek Fransa cumhurbaşkanlığı seçimleri ve 15 Mayıs’ta Lübnan’da yapılacak parlamento seçimleri de uluslararası medyanın yakından takip ettiği diğer seçimler. Dolayısıyla seçimler nerede olursa olsun, kamuoyunun ilgiyle izlediği ve siyasi beklentilerin bir göstergesi olarak değerlendirilen süreçler. Ancak burada bir adım geriye atarak, seçim nedir, devletin yapısı ve demokrasinin işleyişi açısından neyi gösterir, seçmen davranışı kamuoyunun siyasi algısını ne kadar yansıtır üzerine daha geniş bir çerçeveden bakmak ve seçimlerin siyasi sistem içindeki yerini doğru anlamak gerekir.
SEÇİMLER BİZE NEYİ GÖSTERİR, NEYİ GÖSTERMEZ?
En basit siyaset bilimi bilgisiyle baktığımızda seçimler demokrasinin önkoşuludur. Demokratik sistemler seçimler aracılığıyla iktidarın meşruiyet kazanmasını sağlar, aynı zamanda iktidar üzerinde iyi yönetim yönünde bir baskı oluşturarak iktidarın bozulmasını ya da gücünü kötüye kullanmasını engeller. Bu nedenle demokratik sistemlerde seçimlerin adil ve özgür olması, çoğunlukçu değil çoğulcu sonuçlar ortaya koyması ve iktidarın belli bir dönem sonunda değişmesini sağlaması sistemin sürekliliği açısından önem taşır. Bir başka deyişle seçimler, devlet mekanizması, iktidar ve partiler için kendilerini test ettikleri bir güvenlik mekanizması olarak da işler. Bu tanım, seçimlerin adil ve özgür düzenlendiği, seçim sürecinin şeffaf bir biçimde yürütüldüğü, toplumun tüm kesimlerinin katılımının mümkün kılındığı ideal koşullarda geçerlidir; bugün birçok ülkede seçim süreçleri demokratik işleyişten uzak mizansenlere dönüşmüş durumda. Freedom House’un 2022 Dünyada Özgürlük Raporu’na göre dünya çapında 2006 yılından beri, 16 yıldır devam eden bir demokratik gerileme söz konusu. Bu gerileme seçim süreçlerinin yanı sıra çoğulculuk ve katılım, siyasi kurumların işleyişi, ifade özgürlüğü, hukukun üstünlüğü, örgütlenme hakkı ve bireysel haklar gibi tüm alt kategorileri de kapsıyor. Artan otoriterleşme seçim sistemlerinin hem temsiliyet hem de bir fren ve denge mekanizması olarak işlevini sorgulanır kılıyor.
Siyasi mekanizmanın ötesinde asıl mesele, seçimlerin halkın taleplerini ne kadar yansıttığı, kamuoyunu ne kadar temsil ettiğidir. İnsanlar neye oy verir; lidere mi, partiye mi, ideolojiye mi? Bunların dışında bireylerin kendi sınıfsal konumları, ekonomik koşulları ve sosyal aidiyetleri siyasi tercihlerinde ne kadar belirleyici olur? Bütün bu unsurlar bireylerin karar verme ve seçim yapma süreçlerinde mutlaka belirleyicidir; ancak bunun ötesinde sistemden beklentileri ve karşılarındaki siyasi seçeneklerin bu beklentileri karşılama potansiyeli de seçmen algısında etkilidir. Basit bir örnekle anlatmak gerekirse Türkiye’de yaşanan ekonomik krize ve demokratik hakların gerilemesine rağmen seçmenin önemli bir kesimi iktidar partisine oy vermekten vazgeçmiyor. Bu durum iktidarın başarısından ya da dezenformasyonla yaşanan sosyo-ekonomik çöküşü saklamasından kaynaklandığı kadar, muhalefetin sunduğu siyasi kapasite ve politika seçeneklerinin ikna edici olmamasından da kaynaklanıyor. Türkiye’de hâkim patrimonyal siyasi gelenek çerçevesinde seçmen bir hak talebinden çok elindekini muhafaza etme güdüsüyle hareket ediyor. Böyle olunca iktidar seçim sürecinde gerçek bir testten geçmiyor, hele ki üst üste ondan fazla seçim kazanmış bir iktidar, ulaşabildiği devlet aygıtlarıyla kemik oyunu artırmayı başarıyor. Özellikle bu süreçte kurulan yandaşlık ya da kavramsal bir ifadeyle patronaj ilişkileri iktidarın sürekliliğini sağlamada rol oynuyor. Dolayısıyla bütün bu farklı bileşenler bir arada değerlendirildiğinde seçimlerin genel kanıyı ya da kamuoyunu yansıttığını söylemek oldukça zor.
DEMOKRATİK SİYASET SEÇİMLERDEN ÇOK DAHA FAZLASINI İÇERİYOR
Her ne kadar kamuoyunu anlamak için popüler süreçler olsa da seçimler tek başına demokratik işleyişin ya da halkın siyasete katılımının göstergesi değil. Hatta tam tersine, demokrasinin temsili demokrasiye ve belli bir dönem için halk egemenliğinin bir temsilciye devrine dayalı olması nedeniyle, seçimler demokrasinin yumuşak karnı. Bu temsili süreçlerde halkın söz hakkı neredeyse hiç işlemiyor, seçmenler temsilcilerine ulaşamıyor, ya da karar alma süreçlerinde hantal bürokrasi nedeniyle etkin olamıyor. Parti siyaseti ve taleplerin partiler aracılığıyla aktarılması da bu hantal yapının bir parçası. Parti programları toplumun değişen yapısına ve ortaya çıkan yeni meselelere yönelik politika üretme konusunda kısır kalıyor. Bütün bunlar demokratik siyasetten beklediğini bulamayanlar için seçimlerin ötesinde bir demokrasi pratiği inşa etme çabasını zorunlu kılıyor.
Yerel demokrasi, merkezi yönetimlerin hantal yapısını ve seçimlere indirgenmiş bir hak mücadelesinin kısıtlarını aşmak konusunda en önemli seçeneklerden biri. Yerel demokrasilerde de bir seçim süreci var ama bunun ötesinde gerek kent konseyleri gerekse yerel örgütlenmeler aracılığıyla hak temelli bir mücadele yürütmek mümkün. Özellikle kent vatandaşlığı ve kent hakkı anlayışı çerçevesinde örgütlenecek bir yerel demokrasi, daha küçük ölçekte sorunları yerinde çözmeyi, sosyal olarak uzak ama mekânsal olarak yakın kesimleri bir arada buluşturmayı becerdiğinde o ölçeğin sınırlarını aşacak yeni bir toplumsal sözleşmenin nüvesi haline gelebilir. Örneğin merkezi yönetim içinde yer bulamayan dezavantajlı kesimler, göçmenler ve seslerini duyuramayanlar yerel düzeyde yeni bir siyaset pratiğinin üyeleri olabilirler.
İşyeri demokrasisi, daha çok sınıfsal dinamiklerin belirleyici olduğu ve talepler açısından daha odaklanmış bir yaklaşım olsa da doğrudan demokrasiye ve genişletilmiş bir katılım sürecine yakınlığı nedeniyle toplumun dezavantajlı kesimleri açısından kullanılabilir. Son aylarda dikkat çeken işçi mücadeleleri işyeri demokrasisinin ve bunun gelişimini besleyecek bir proleter kamusal alanın önemini bir kere daha gözler önüne serdi. İşyeri demokrasisine dair deneyimler demokrasi pratiğinin farklı ölçeklere ve farklı alanlara aktarımı açısından bir öğrenme süreci yaratacaktır.
Bir başka seçenek ise Charles Tilly tarafından kavramsallaştırılan mücadeleci siyaset yaklaşımı. Mücadeleci siyaset devlet ve devlet dışı aktörler arasındaki mücadeleye odaklanır ve toplumsal taleplerin kolektif bir eylemlilik haliyle siyasi arenaya taşınmasını ifade eder. Mücadeleci siyaset, toplumsal hareketlerden ve sivil toplum örgütlenmesinden farklı olarak, toplumsal taleplerin siyasi arenaya taşınması ve farklı eylem repertuarları aracılığıyla devletin müzakereye veya politika değişikliğine zorlanması anlamına geliyor.
Bütün bu seçenekler bildiğimiz demokrasi pratiğinin, halkın seçimlere indirgenmiş siyasi varlığının sorgulanması, değiştirilmesi ya da iyileştirilmesi gerektiğini gösteriyor. Seçmen davranışına yönelik kalıp yargılar, defalarca test edilmiş, onaylanmış ama hiçbir şey değiştirmeyen analizler, kamuoyu yoklamaları ve hevesli ama etkinlikten uzak muhalefet atmosferinde halkın sesi kaybolup gidiyor. Aslında seçimler hiçbir şeyi değiştirmiyor. Seçim akşamı haritanın değişen renklerine karşı siyasetin rengi aynı kalıyor. Sırf bu yüzden belki seçimler yerine birlikte yaşamayı kolaylaştıracak yeni seçenekler üzerinde durmak gerekiyor.