Demokrasi Konferansı başladı: Adaletsizliğe, baskıya boyun eğmeyeceğiz

Demokrasi Konferansı toplandı. Rıza Türmen, "Bu konferans Deniz Poyraz'ların konferansıdır. Artık susmaya dayanamıyoruz. Adaletsizliğe, baskıya daha fazla boyun eğmeyeceğimiz için buradayız" dedi.

Abone ol

DUVAR - Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) eski yargıcı Rıza Türmen’in Demokrasi İçin Birlik Meclisi ve medya üzerinden dile getirdiği önerinin ardından çeşitli demokratik kurum ve kişiler tarafından çağrısı yapılan Büyük Demokrasi Konferansı başladı.

Baskı politikalarına karşı, halkı ekmek, adalet ve özgürlük talepleri etrafında birleştirmek ve demokrasi ve barış havasının sağlanmasında katkı yapmayı hedefleyen konferansın çağrıcıları arasında Ahmet Türk, Canan Arın, Celal Fırat, İhsan Eliaçık, Genco Erkal, Melda Onur, Murathan Mungan, Nejla Kurul, Öztürk Türkdoğan, Rıza Türmen, Şebnem Korur Fincancı, Tarık Ziya Ekinci ve Zülfü Livaneli gibi isimler yer almıştı. 

Ocak ayından bugüne 220 bileşen, "Demokratik bir ülke için" ekolojiden kadına 21 alanda çalışmalar yaptı. Çalışmaların ardından "talepler ve önerilerini birleştiren" bileşenler bugün Fatih Yenikapı’da bulunan Dr. Mimar Kadir Topbaş Gösteri ve Sanat Merkezinde buluştu. 

Demokrasi Konferansı için çalışan 200'ü aşkın bileşen Yenikapı’da bulunan Dr. Mimar Kadir Topbaş Gösteri ve Sanat Merkezinde buluştu. 

 
'ARTIK SUSMAYA DAYANAMIYORUZ'

Demokrasi Konferansı'n açılış konuşmasını Rıza Türmen yaptı. "Nihayet yaptık. Gerçekleştirdik. Bu konferans çok büyük emek, çaba ve umutlarla gerçekleştirildi. Emeği geçen herkese teşekkür etmek istiyorum" diyen Türkmen şunları söyledi: "Bu konferans hak arayanların, hakları gasp edilenlerin, ezilmişlerin, dışlanmışların konferansıdır. Bu konferans barış, özgürlük, iş, aş ve adalet isteyenlerin konferansındır. Bu konferans Deniz Poyraz'ların konferansıdır. Artık susmaya dayanamıyoruz. Adaletsizliğe, baskıya daha fazla boyun eğmeyeceğimiz için buradayız. Biz bunun için varız. Özgürlük, adalet, iş, aş ve adalet bunlar hepsi eşittir. Temelinde demokrasi vardır. Türkiye'deki otoriter rejim, hakların ileri sürüleceği kanallar kapalıdır. İşte bu konferansın amacı bu kanalları açmak, ve buradan hareketle ülkeyi yeniden inşa etmektir. Bu çalışmalar çok değerlidir. Ama tabiki yeni bir toplum yeni Türkiye inşa etmektir. Bu konferans bir son değil bir başlangıçtır. Yeni bir Türkiye'nin inşaası için çığ gibi büyümeyi amaçlıyoruz. Siyasetin amacını ve aktörlerini değiştirmesini amaçlıyoruz. Halkın kendi geleceğini eline alması bu bilinci yerleştirmemiz gerekir. Bu adaletsizliklere son verebilir. Bu konferans yeni Türkiye'nin inşasında halk olarak söyleyecek sözümüz olduğunu ortaya koymaktadır. Devletin halkı değil, halkın devleti kontrol ettiği yeni bir Türkiye için hep birlikte yola çıkıyoruz. Yolumuz açık olsun!"

'ELEŞTİREL AKLIN YUVASI ÜNİVERSİTENİN YERİNİ GİRİŞİMCİ ÜNİVERSİTE ALDI'

Bilim Akademisi Çalışma Grubu adına açıklama yapan Beyzade Sayın, üniversite krizinin demokrasi krizi olduğunu söyledi. Sayın sözlerine şöyle devam etti: "Üniversitenin, bilginin meta formuna büründürülerek kapitalist ilişkiler içine çekilmesiyle içine düştüğü 'varoluşsal kriz'ini ve tüm anlamını ve değerini bu ilişkiler bağlamında kazanması nedeniyle yaşadığı 'meşruiyet krizi'ni, aynı zamanda bir demokrasi krizi olarak anlamlandırmak mümkündür. Kapitalizmin küreselleşen koşullarında, yaşamın her alanı olduğu gibi bilim ve akademi alanı da sermaye mantığına tabi kılınmakta; sermaye birikiminin öncelik ve beklentileriyle uygun hale getirilmektedir. Eleştirel aklın yuvası ve hasbi bilgi üretim merkezi olması gereken üniversitenin yerini, varlık nedenini kapitalist etkililik ve verimlilik anlayışında bulan, dolayısıyla da işlevselci aklın tüm zafiyetlerini sergileyen bir “girişimci üniversite” almış, bilginin ve eğitim hizmetinin metalaştırılması ve üniversitelerin şirketlere dönüştürülmesi süreci ivme kazanmıştır. Ekonomik faydası olmayan, piyasa için önemsiz bulunan bilim dalları geri plana itilmiş; tekno-bilim diğer bilimsel alanlarını sömürgeleştirmiştir. Bu sözde bilim, süreç içerisinde artan bir biçimde sermayenin çıkarlarına bağımlı hale getirilmiş; bu kapsamda üniversiteler toplumsal yarardan çok sermaye yararına bir vizyon izlemeye yönelmiştir. Bir yandan üniversitelere aktarılan kamu fonları azaltılmış; diğer yandan bilim emekçilerinin ücretleri düşük tutularak, kurumlar ve emekçiler “ek gelir” peşine düşürülmüştür. Böylelikle, akademik faaliyetlerin ticarileştirilmesi ve piyasalaştırılması için uygun zemin hazırlanmıştır. Bilginin toplumsallaşması ve kamusallaşması engellenmiş; bilginin özel mülkiyetini temel alan uygulamalar yaygınlaştırılmıştır. Özel/vakıf üniversiteleri, ikinci öğretim programları, paralı yaz okulları, sertifika programları, tezsiz yüksek lisans uygulamaları ve her geçen gün artan öğrenci har(a)çları, yükseköğretimdeki ticarileşmenin somut göstergeleridir. Bu koşullar altında üniversitenin kapıları emekçi çocuklarına kapanmıştır."

ORTAK ÖNERİLER

Sayın, üniversitenin yeniden inşası için ortak önerilerini şöyle sıraladı:

"Kapitalizmin bilimsel üretim sürecinde yarattığı antidemokratik dönüşümler karşısında bilim emekçilerinin vereceği yanıt kısmi ya da arızi değil, bütünsel ve yapısal özellik göstermek zorundadır. Özgür ve eleştirel bilginin emek, doğa ve toplum yararı için üretimi ve evrensel paylaşımı ilkesi, ancak ülkede ve üniversitede demokrasinin kurulmasıyla yaşama geçirilebilir. Bunun güvencesiyse akademisyeninden, öğrencisine ve idari çalışanına dek tüm bileşenlerin oluşturduğu bağımsız özyönetim organları olmalıdır.

Demokrasi güçlerinin önünde üniversitenin bugününe ve geçmişine dair gerçekçi tespitlerden beslenen ve üniversitenin geleceğine dair bir tahayyülü içeren politik bir program oluşturmak ivedi bir gereklilik olarak kendini hissettirmektedir. Üniversite siyasetine dair böyle bir program, temelde üniversiteyle toplum arasındaki iletişim ve etkileşimin ve de üniversite bileşenlerinin üniversiteyle ilişkilerinin nasıl kurulacağını içermelidir.

Üniversitelerin içine düşürüldüğü bu krizi yüzeysel ve geçici önlemlerle aşabilmek mümkün değildir. Yaratılan bu kriz ortamından çıkmanın yolu bugüne kadar yerleşmiş olan bu akademik düzenin köklerinden sökülüp atılmasıyla mümkündür. Kamusal finansman, kurumsal özerklik, iş güvencesi, akademik özgürlükler ve üniversite bileşenlerinin yönetim ve denetim mekanizmalarında yer aldığı eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik özyönetim ilkeleri garanti altına alınmadan böylesi bir kopuşun sağlanamayacağı da unutulmamalıdır.
Bu çerçevede, idari ve teknik personelden öğretim elemanlarına, öğrencilerden işçilerine kadar tüm üniversite bileşenlerinin sorunlarına çözüm üretmek, üniversitelerimizi her türlü ayrımcılığın ve eşitsizliğin ortadan kalktığı, insan, toplum ve doğa yararına faaliyet yürüten kurumlara dönüştürmek ve demokrasiyi yeniden inşa etmek için tüm gücümüzü seferber etmeliyiz. Mücadeleyi şu temel ilke ve hedefler doğrultusunda sürdürmeyi öneriyoruz:

Üniversiteyi şirketleştirip küresel sermayenin hizmetine sokmaya dönük hiçbir düzenleme, girişim ve uygulama kabul edilemez.

• Üniversiteyi şirketleştirip küresel sermayenin hizmetine sokmaya dönük hiçbir düzenleme, girişim ve uygulama kabul edilemez. Bireyci-rekabetçi bilgi üretimi yerine kolektif bilimsel üretim; bilginin özel mülkiyeti yerine de toplumsal mülkiyeti esas olmalıdır. Üniversite, piyasanın ihtiyacı olan bilgiyi üretmek ve elemanı yetiştirmek yerine, evrensel kültürün ve eleştirel düşünme yeterliğinin kazandırıldığı bir kurum olmalıdır. Bilginin ürün ve teknolojiye dönüştürülmesinde emek, toplum ve doğa yararı gözetilmelidir. Araştırma ve geliştirme (Ar-Ge) ve patentleme sistemleri, toplum yararı önceliğiyle yeniden düzenlenmelidir.

• Yükseköğrenim temel bir haktır ve herkesin parasız yararlanabileceği toplumsal bir hizmet olarak piyasa mekanizmalarına (fiyat, rekabet, verimlilik vb.) ve koşullarına terk edilmemelidir. Öğrenci har(a)çları, emekçi sınıfın yükseköğretime ulaşması önünde bir engeldir ve tamamen kaldırılmalıdır. Öğrencilere eğitim ve araştırma gereçleri, barınma, beslenme ve ulaşım parasız sağlanmalıdır. Yeni özel/vakıf üniversitelerinin açılmasına izin verilmemeli ve var olanlar kamulaştırılmalıdır. Üniversite bünyesinde ticarî amaçla faaliyet gösteren dernekler, vakıflar ve merkezler kapatılmalıdır.

• Üniversitenin kendi kaynaklarını yaratması adı altında yürütülen ticarileştirme, piyasalaştırma ve özelleştirme uygulamalarına son verilmelidir.

Yükseköğretimde maliyeti toplumsallaştırırken faydayı bireyselleştiren bir meta finansman formülü (“yararlanan öder!”) yerine yükseköğretimin faydasını da maliyetini de toplumsallaştıran bir kamu finansmanı esas alınmalı; bunun için genel bütçeden ayrılan pay artırılmalıdır.

• YÖK yerine, üniversitelerin doğrudan temsil edildiği bir üst kurul oluşturulmalı

• Üniversite özerkliğinin hayata geçirilmesi için gerekli tüm düzenlemeler yapılmalıdır. Akademik özgürlüğün, ifade özgürlüğünün ve üniversitelerin yönetsel özerkliğinin sağlandığı bir sistem kurmak üzere YÖK yerine, üniversitelerin doğrudan temsil edildiği demokratik bir üst kurul oluşturulmalıdır. Bu üst kurulun görevi, eğitim politikalarını belirleme, yükseköğretim kurumları arasında eşgüdüm sağlama ile sınırlı olmalıdır. Bu kurulda demokratik bir yapılanmanın gereği olarak öğretim elemanları, öğrenciler, işçiler ve memurların örgütlü yapıları yer almalıdır.

• Bütün eğitim tür ve düzeylerinde olduğu gibi, yükseköğretimde de uzaktan ya da çevrimiçi öğretime ancak ötekilerle kurulacak yüz yüze iletişim ve etkileşimle inşa edilebilen bireysel ve kolektif özneleşme ve de kolektif bir gelecek tahayyülü geliştirme imkânını ortadan kaldırdığı; bu nedenle de özgürleşimci bir öğrenme pratiği olmadığı için karşı çıkmak gerekir. Uzaktan öğretim özellikle ezilenlerin kolektif düşünme ve eyleme kapasitesini zayıflatırken; egemenlerin merkezî denetim gücünü artırmaktadır. Yükseköğretim hizmetinden yararlanmada özel mülk ve servet sahipliğinin belirleyiciliğini artıran uzaktan yükseköğretime, çok istisna haller dışında karşı çıkmak ve “yüz yüze” eğitimi inatla ve ısrarla savunmak gerekiyor.

• Akademik personelin doktora sonrası akademik gelişmeleri konusundaki ilke, kriter ve prosedürler, akademide hiyerarşilerin oluşmasına izin vermeyecek biçimde, akademik topluluklarca ve katılımcı bir süreçle yeniden belirlenmelidir.

• Yöneticilerin seçimi ve kurulların oluşumunda, tüm karar ve denetim süreçlerinde üniversite bileşenlerinin tümü yer almalıdır. Karar ve denetim süreçlerinde kişilerin değil, kurulların egemenliğini esas alan eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik özyönetim ve özdenetim modeli hayata geçirilmelidir.

• Akademik çalışma ortamı, hiyerarşik yapılanmadan kurtarılmalı, ast-üst ilişkisi yerine birlikte üretim esas olmalıdır. Akademik unvanlar, hiyerarşik göstergelere dönüştürülmemeli, ticari nüfuz kaynağı olmamalıdır.

• Üniversiteler sadece otoriter ve baskıcı zihniyetiyle değil, kent dışındaki konumları, “güvenlik kaygıları” bahane edilerek kurgulanan kısıtlayıcı/gözetleyici fiziksel mekânları ile halka kapalı/uzak, öğrenci ve öğretim elemanını izole eden steril yerler haline gelmiştir. Üniversitenin kameraları, turnikeleri, tel örgüleri ve demir parmaklıkları sökülmelidir. Mevcut disiplin yönetmeliklerinin, özgür ve demokratik üniversite ile bağdaşan bir tarafı yoktur. Özgür düşüncenin önüne engel koyan disiplin mekanizmaları terk edilmeli; yerine tüm bileşenlerce oluşturulacak “ortak yaşam ilkeleri” hayata geçirilmelidir.

• Yükseköğretim kurumlarındaki fazla mesai uygulamalarının ve yaptırımlarının tamamen ortadan kaldırılması gerekmektedir.
Üniversitelerde ırk, etnisite, inanç/inançsızlık ve cinsiyet temelli her türlü ayrımcılığa ve baskıya son verilmelidir.

• Üniversitelerde ırk, etnisite, inanç/inançsızlık ve cinsiyet temelli her türlü ayrımcılığa ve baskıya son verilmelidir. Etnisite, cinsiyet, cinsel yönelim, cinsiyet kimliği ve cinsiyet ifadesi gerekçe gösterilerek uygulanan her tür dışlama, yok sayma, yıldırma, sindirme ve baskı politikasının anayasal olarak suç sayılan temel insan hakları ihlali olduğu unutulmamalıdır. Bu tür hak ihlallerinin üniversitelerde yaşanmaması amacına yönelik olarak, evrensel/ulusal hukuk normları ve etik ışığında politika belgeleri hazırlanmalı; kurumsal düzeyde ise çalışmaları yasal güvenceye kavuşturulmuş birimler ve etik kurullar oluşturulmalıdır.

• Kadınlara yönelik psikolojik, fiziksel, cinsel taciz ve şiddeti önlemek üzere birimler kurulmalı, yönetmelikler hazırlanmalı, bunları uygulama mekanizmaları oluşturulmalıdır. Üniversitelerde “toplumsal cinsiyet çalışmaları” veya “kadın çalışmaları” adıyla akademik birimlerin kurulması ve bu birimlerin lisansüstü programlar açmaları kolaylaştırılmalıdır.

• Akademisyenlere asli görevleri olan bilimsel araştırma ve öğretimi gerçekleştirebilecekleri ve insanca yaşayabilecekleri bir ücret ödenmelidir. Bu koşullar altında akademisyenlerin şirketlere danışmanlık, yarı zamanlı çalışma gibi ticarî faaliyetlerine son verilmeli ve tam gün çalışmaları esas olmalıdır. Tüm üniversite emekçilerine koşulsuz iş güvencesi sağlanmalıdır. Üniversite emekçilerinin ve öğrencilerin örgütlenme ve siyaset yapma hakları önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Tüm üniversite emekçilerine toplu sözleşmeli, grevli sendika hakkı tanınmalıdır. Özel/vakıf üniversitelerinde çalışan bilim insanları ve işçiler “piyasalaşmış üniversite”nin sorunlarını en çıplak biçimde yaşamaktadırlar. Bu kurumlardaki eğitim ve bilim emekçileri örgütlü mücadelenin dışında bırakılamaz."

'DEMOKRASİ KONFERANSI HAYATİ BİR ÖNEM TAŞIYOR'

Ekonomide Demokrasi Çalışma Grubu adına açılmayı Mert Büyükkarabacak yaptı. "21. yüzyılın ilk çeyreğinde 2008 Büyük Resesyonunun yanı sıra küresel ölçekte gözlemlenen bir olgu olarak yaşanan otoriterleşme ve demokratik gerilemenin altında yatan sebeplerin en başta geleni hiç kuşku yok ki neoliberal kapitalizmin biriktirdiği çok yönlü eşitsizliklerdir" diyen Büyükkarabacak, şunları söyledi: "Piyasa ilkelerinin yaşamın tüm boyutlarını esir alması ve metalaşmanın kamusal alanın her noktasında kazandığı Pirüs zaferi, solun ve demokrasi güçlerinin bir eşitlik projesi ortaya koyamadığı koşullarla da birleşince yoksulluktan bunalan halk kesimlerinin sağ popülist-neo faşist liderlerin destekçisi haline gelmesinin koşullarını yarattı. Demokrasinin kendisini sadece bir takım kurumsal düzenlemeler olarak tarif eden, siyasal özgürlükleri sosyal eşitsizliğin giderilmesine dönük bir mücadele programıyla birlikte ele almayan, işçi sınıfının içine düştüğü güvencesizlik ve yoksulluk ile ilgili net bir çözüm önerisi geliştiremeyen arayışlar ise demokrasiye ve halk egemenliğine ekmek ve su kadar ihtiyaç duyan halk sınıflarını demokrasiye yabancılaştırıyor ve egemen sınıfların çeşitli fraksiyonlarının fırsatçı hegemonya projelerinin saflarına itiyor. Bu yüzden demokrasi mücadelesini güçlü bir yeniden dağıtımcı-bölüştürücü ekonomik programla birlikte ele alabilmek, demokrasinin ve kamusal olanın geleceğinin savunulması açısından hayati bir önem taşıyor. Türkiye’nin içinden geçtiği otoriterleşme süreci de benzer dinamiklerden besleniyor. Siyasi gücünü; insanın, doğanın, kadının karşılığı ödenmeyen emeğinin, özcesi yaşamın talan edilmesi yoluyla sermaye birikimini her ne pahasına olursa olsun büyütmek için kullanan tek adam rejimi, meşruiyetini büyük oranda neoliberal projenin derinleştirilmesini, emekçi sınıfların rızasını devşirerek yürütme kapasitesinden alageldi. Bu projenin hayata geçirilebilmesi için uygun küresel ekonomik koşulların 2015 sonrasında bozulmasıyla otoriterleşmenin derinleşmesi arasındaki paralelliğin altı çizilmelidir."

'19 YILLIK ABARTILI PARLATMA'

Büyükkarabacak sözlerine şöyle devam etti: "19 yıldır tek başına iktidar olan AKP’nin bu süreçte 1 trilyon doları bulan yabancı kaynak ve onlarca trilyon lirayı bulan vergi gelirleri biçimindeki iç kaynağı kullanarak, özellikle de iktidarının ilk yıllarında üretilen 'ekonomik başarı' hikayeleri en hafif tabiriyle abartılı bir parlatma çabasından ibaretti ancak bugün ekonomide yaşanan yıkım, geniş emekçi kesimlerin iktidara açık bir biçimde sırtını dönmesine yol açıyor. İktidara sırtını dönen emekçi kesimlerin kararsızlık çemberinden çıkarılarak demokrasi mücadelesine kazanılabilmesinde ise yukarıda anılan çerçevede eşitlikçi, yeniden paylaşımcı ve güvencesizlikle mücadeleyi merkeze alan; şirketleri, finansal oyunları ve kârlarını değil insanı ve doğayı önceleyen bir ekonomik demokrasi programının rolü büyük olacaktır. Denebilir ki faşizm ile demokrasi güçleri arasında oluşan kararsız dengenin insanlık onuruna ve halklarımızın çıkarlarına uygun bir yönde bozulmasında demokrasi güçlerinin halkçı bir seçenek ortaya koyabilmesini mümkün kılacak ekonomik demokrasi programının ortaya konmasının ve ortaklaşa sahiplenilmesinin ne kadar belirleyici bir role sahip olduğunun altı ne kadar çizilse az gelecektir."

'KADINLAR EN ÖNDE'

Demokrasi Konferansı Kadın Çalışma Grubu'ndan Cemile Baklacı, eşit, özgür, şiddetsiz bir hayat mücadelesinde, emek sömürüsüne, insanlık dışı yaşam ve çalışma koşullarına karşı mücadelede, barış, eşit yurttaşlık, dil ve kimlik hakları için verilen mücadelede, Doğanın rant uğruna katledilmesine karşı mücadelede, demokratik üniversite, bağımsız yargı, özgür sanat, engelsiz yaşam mücadelesinde, mafyalaşmış, her türlü kirli ilişkiyi barındıran, sömürüye, soyguna, talana, ranta, erkek egemenliğine dayalı yönetim anlayışına karşı mücadelede, demokratik bir ülke, iş, aş, eşitlik, adalet mücadelesinde kadınların en önde olduğunu söyledi. Baklacı şunları söyledi: "Demokrasi Konferansı Kadın Çalışma Grubu olarak, çeşitli alanlarda mücadele yürüten direnç odaklarını bir araya getiren, toplumsal mücadelelerin birbirini beslemesini, birlikte hareket etmesini sağlayacak ortak bir mücadele programının tartışılacağı Demokrasi Konferansı’nda kadınların hayatın her alanında biriktirdiği mücadele deneyimlerinin ve taleplerinin görünür olmasının, bu taleplerin gereğinin hayat bulması için verilen mücadelenin bütün demokrasi güçlerinin ortak sorumluluğu olduğuna dikkat çekmenin hayati olduğunu düşünüyoruz."

'DEVLET, ERKEK ŞİDDETİNİN SUÇ ORTAĞI'

İktidarın kadına yönelik şiddetin suç ortağı olduğunu ifade eden Baklacı, sözlerine şöyle devam etti: "Türkiye tarihinde, daha önce görülmemiş nitelikte sorunlar gündemde iken, kadın cinayetleri, vahşi şiddet olayları, çocuklara dönük her türden istismar da artıyor. Üstelik bu öyle bir artış ki öne çıkan devasa gündemler bile yaşanan erkek şiddetinin üstünün örtülmesine yetmiyor. Bunda elbette şiddetin artmasına neden olan koşulların derinleşmesi kadar, mücadeleye her koşulda devam eden kadınların, kadın hareketinin de rolü var. Kadınlar boşanmak istedikleri eşlerinden, ayrılmak istedikleri partnerlerinden, en yakınlarındaki erkeklerden şiddet görüyor, kendi hayatları hakkında karar almak istedikleri için öldürülüyor. Kadına yönelik şiddet vakaları kutsal aile söylemleriyle meşrulaştırılmaya çalışılırken, kolluk güçleri açık açık suç işleyerek kadınları şiddet failleriyle 'uzlaştırmaya' çalışıyor, erkek yargı adaletsiz kararlarıyla hem mahkeme salonunda adalet arayan kadınlara, hem de şiddet cenderesinden çıkabilmek için güvence arayan tüm kadınlara 'sus otur' diyor, verdiği kararlarla tüm kadınlara bir mesaj veriyor. Görevlerini yapmayan kolluk güçleri kadınları şiddet ile baş başa bırakırken, ve hatta bizzat 'üniformalı'ların dahil olduğu şiddet suçları söz konusuyken, erkek yargı failleri aklarken, iktidar cezasızlığı beslerken; failler saklanıyor, korunup kollanıyor, deliller karartılıyor, kaza ve intihar süsü verilerek, yüksekten düştü denilerek kadın cinayetleri şüpheli hale getiriliyor. 'Çok sevdiği için, saygın mesleği olduğu için, erkeklik gururu zedelendiği için, kravat taktığı için' faillere ayrımcı indirimler uygulanıyor. Zenginliği, nüfuzu, iktidara yakınlığı, kamu görevlisi olduğu için bizzat iktidar tarafından korunan şiddet failleri aramızda gezerken, kadına yönelik şiddet suçlarında cezasızlık adeta resmi bir devlet politikası haline gelmişken, hayatını savunmak için şiddet gördüğü erkekleri öldürmek zorunda kalan onlarca kadın yüksek cezalarla karşı karşıya bırakılıyor. Yetmiyor, her fırsatta çıkarılan aflar, yapılan infaz yasası düzenlemeleriyle binlerce şiddet faili erkek, aldıkları cezalar kuşa çevrilerek serbest bırakılıyor. Şiddet faillerine cezasızlık ve teşvik politikasıyla, kadınları ikincilleştiren, aileye mahkûm eden, kadınları korumayan iktidar, kadına yönelik erkek şiddetinin ve kadın cinayetlerinin suç ortağıdır."

Emine Şenyaşar konferansta bir konuşma yaptı.

EMİNE ŞENYAŞAR: ADALET ARIYORUM POLİS SALDIRIYOR 

Demokrasi Konferansı'na Şenyaşar ailesi de katıldı. AK Parti Milletvekili İbrahim Halil Yıldız’ın koruma ve yakınlarının saldırısı sonucu yaralanan oğlu Ferit Şenyaşar ile aynı saldırıda yitirdiği eşi ve 2 oğlu için “adalet” mücadelesi veren Emine Şenyaşar, Kürtçe bir konuşma yaptı. Emine Şenyaşar şunları söyledi: "Çocuklarım için buraya geldim. Çocuklarımı vurdular. Hastaneye götürdüler orada benim gözümün önünde vurdular. Adalet istiyorum. Bizi dövüyorlar. Katliam yapıyorlar. Yaralı bir oğlum ölümden döndü. Adalet sarayı önünde adalet arıyorum. Polisler bize saldırıyor. Nezarete atıyor. Bize zulmetmeye devam ediyorlar. Sadece insanları öldürüyorlar. Katliamlar yapıyorlar. Ailemin hepsini öldürdüler. Oğlumu bıraksınlar. 4 yıl oldu. Yuvamı yıktılar. Yuvamı dağıttılar. Hiç kimsemiz yok. Lütfen oğlumu bırakın. Evde duramıyorum, dayanamıyorum. Hâlâ bizi takip ediyorlar, tehdit ediyorlar. Bakın kaç kişiyi katlettiler. İnsanların mallarına mülklerine çöktüler. Arazilerini gasp ediyorlar. Dayanışma istiyoruz. Adalet istiyoruz."

'AYRIMCILIK BİÇİMLERİYLE İTTİFAK KURULUYOR'

Demokrasi Konferansı LGBTİ+ Çalışma Grubu'dan Yıldız Tar konuşmasında, "2015 yılı Türkiye’de LGBT+ hakları ve hareketi açısından önemli bir dönüm noktasıydı" dedi. Uzun yıllardır barışçıl bir şekilde yapılan İstanbul LGBTİ+ Onur Yürüyüşü’ne polis saldırısı ve ardından LGBTİ+’lara yönelik nefretin siyasiler eliyle körüklenmesinin katliam çağrısına dönüştüğünü, kendilerine Genç İslami Müdafaa diyen bir grubun LGBTİ+’ların öldürülmesine çağrı yapan afişleri Ankara sokaklarına astığına vurgu yapan Tar şunları söyledi:

"Neredeyse her şehirde 8 Mart eylemlerinde polis LGBTİ+ hareketinin bayrak ve sembollerine saldırdı. Polis, gökkuşağı bayraklarını alana sokmamak adına adeta 'bayrak kapmaca' oynuyor! İktidar bir yandan toplum mühendisliğine soyunarak, LGBTİ+ hareketinin 30 yıldan uzun süredir mücadele ederek yarattığı toplumsal dönüşümü engellemek isterken; diğer yandan heteroseksizm ve ikili cinsiyet rejimi; cinsiyetçilik, ırkçılık, mezhepçilik, yaşçılık, sağlamcılık gibi diğer ayrımcılık biçimleriyle ittifaklar kuruyor. Kürt, Alevi, Ermeni, Yahudi, Rum, Süryani, mülteci, yaşlı, HIV’le yaşayan, mahpus, engelli LGBTİ+’lar iktidarın baskı ve zulüm politikalarının doğrudan hedefi haline geliyor."

'VARDIK, VARIZ, VAROLACAĞIZ'

Yere değil, göğe bakacaklarını söyleyen Tar şöyle konuştu: "Gelin bu resmi değiştirmek için aşağı değil, göğe bakalım! Çünkü hepimizin birbirinde ve gökyüzünde bulduğu, özgürleşmenin olmazsa olmazı gökkuşağı var! Hep beraber, toplumsal barış içerisinde yaşamak için göğe bakalım, gökkuşağına bakalım! LGBTİ+’ların eşitlik ve özgürlük mücadelesi, demokratikleşme ve insan hakları mücadelesidir ve bu mücadelenin vazgeçilemez bir parçasıdır. Bu coğrafyada yaşayanları cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli ayrımcılıkla hedef göstermeye, suçlu ilan etmeye yönelik devletin tüm politikalarına ve söylemlerine karşı çıkmak, bu tavırlarla mücadele etmek demokrasi mücadelesinin varlık sebebidir. LGBTİ+ hareketi otuz yılı aşan mücadele tarihinde yeri geldi 1 Mayıs alanlarından 'Kapitalizme karşı buradayız' ve 'LGBTİ+ hakları sendikal haklardır' dedi; Newroz ateşinin üzerinden atlarken 'Biji Aşitî' dedi; 8 Mart’larda patriyarkaya karşı sokakları doldurdu, barış mitinglerinde hem barışı savundu hem de 'LGBTİ+’lara ilan edilmemiş savaşa da son' dedi ve Onur Yürüyüşleri’nden haykırdı: Vardık, varız, varolacağız." 

'İKLİMİ DEĞİL SİSTEMİ DEĞİŞTİRELİM'

Demokrasi Konferansı Ekoloji Çalışma Grubundan Muzaffer Asma ise şunları söyledi: "Ya kanal ya İstanbul! Vahşi madenciliğe son! Termik santraller kapatılsın! Nükleere hayır! Su haktır ticarileştirilemez! Kıyı yağmasına son! İmar talanına hayır! Denizler, göller, akarsular çöplük değildir! İklimi değil sistemi değiştir... Daha nicelerinin mücadele alanlarından haykırdığı, gözaltılar, tutuklamalar, para cezaları, engellemeler ve en nihayetinde Ali-Aysin Büyüknohutçu çifti ve Metin Lokumcu gibi ekoloji aktivistlerinin katledildiği bir ülkede yaşadığımızı biliyoruz. Kapitalist yayılmayı yönlendiren 'Büyü ya da öl' yasasının yaşadığımız ekolojik sorunların temelini oluşturduğunu da biliyoruz. Dolayısıyla yaşadığımız sorunların sistem sorunu olduğunu bilerek 'İklimi değil sistemi değiştir' şiarıyla hareket ederek bize anlatılan ve sorunların kaynağı olarak gösterilen teknoloji, nüfus ve bireysel insan faaliyetleri gibi cambaza bak numaralarına kanmadan, çözüm diye yutturmaya kalktıkları 'Yeşil Yeni Düzen' ya da 'Avrupa Yeşil Mutabakatı' gibi sistemi yeniden ve yeni rant alanlarıyla rehabilite etme masallarına da kanmayacağız."

Sistem içi politika önerileri yıkımın yer değiştirmesi anlamına geldiğini söyleyen Asma, "Doğa hakları, yaşam hakkı, suya erişim hakkı, temiz hava hakkı, yaşamsal döngülerini devam ettirme hakkı, saygı duyulma hakkı, kendi kimliğini ve bütünlüğünü ayrı özlük ve birbiriyle ilişkili varlıklar olarak sürdürme hakkı, bütünsel sağlık hakkı, kirlenmeden zehirli ve radyoaktif atıklardan muaf olma hakkı, barış içinde birbiriyle yaşama hakkı gibi haklar ve özgürlükler elbette ki demokratik bir ortamda yeşerir ve karşılık bulur. Toplumu kapitalist yıkıcı ve ekosistemleri tahrip eden bu cehennemden çıkarmak ve yeniden ekolojik, demokratik bir toplumsallığın yaratılması; ancak demokrasinin tüm kurum ve kuralları ile işlediği bir ortamda gerçekleşebilir" dedi.

'MESELEMİZ KİMLİK MESELESİDİR VE MÜCADELEMİZ POLİTİKTİR'

Demokrasi Konferansı Engelliler Çalışma Grubu'ndan İlham Yalçın da konuşmasında şunları söyledi: "Tek vatan, tek millet, tek din, tek bayrak, tek felsefi dünya görüşü, tek inanç ve bu inancın tekil yorumu; tek beden ve tek cinsiyet zorlamasını da yanında taşır. İdealize edilen form aynı zamanda eril devlet aklının yansımasıdır. Bugün hep birlikte yan yana durma sebebimiz, katılımcı demokrasinin temelinin farklılıklar olmasıdır. Demokrasi Konferansı Engelliler Çalışma Grubu olarak; engellileri doğrudan veya dolaylı olarak toplumsal hayatın dışına iten her türlü ayrımcılıkla mücadele etme yöntemleri üzerine düşünme ve bunları ifşa ederek dönüştürme uğraşındayız. Hatırlatmak isteriz ki engellilikleri tanımlayan tüm dinamikler politiktir. Engellilerin birer politik özne olarak düşünülmemesi, bizi sakatlayanın bedenlerimiz/zihnimiz değil, toplumsal engeller olduğunun unutulmasıyla doğrudan alakalıdır. Her türlü ayrımcılık, bir diğerini besler. Hedefine engellileri koyan ayrımcılık türüne 'sağlamcılık' denir. Engelli özneler olarak toplumsal alanlara her katılımımızda farklı sağlamcılıkla karşılaşmaktayız. Sağlamcılık, başka nice ayrımcılıkla aynı görünürlüğe sahip olmayan, engelliler dışında kalanların neredeyse hiçbir zaman duymadığı, pek çok engellinin de içselleştirip bizzat kendisinin de uygulayıcısı olduğu toplumun tamamına içkin bir ayrımcılık türüdür. Bu konuda bilhassa akademinin ve medya organlarının sürekli olarak ürettiği sağlamcılıkla yüzleşmesi, kullandığı dil ve benimsediği yaklaşımları revize etmesi gerekmektedir."

"Bugün Türkiye’de;

- Resmi rakamlara göre bugün engelli bireylerin yüzde 41’i okuma yazma dahi bilmemektedir. Bugün 8 milyonun üzerinde üniversite öğrencisinden sadece 52 bini engelli öğrencidir. Bunlara açık öğretim öğrencileri de dahildir.

- Tüm yasal düzenlemelere rağmen kamusal hizmet verilen 1 milyon 535 bin kamu-özel kurum binalarında erişilebilirlik düzenlemeleri engelliler yok sayılarak hâlâ yapılmamaktadır. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığına göre sadece 382 kamu binasına erişilebilirlik belgesi verilmiştir.

- Engellilerin işgücüne katılım oranı sadece yüzde 22’dir. Engelliler arasında zaten çok yüksek olan işsizlik oranı, azalmak yerine aksine azalmaktadır. 2020 yılında engellerin -sadece İŞKUR- kayıtlarındaki istihdam sayısı, yüzde 21 oranında azalmış, engeli memur kotaları hâlâ doldurulamamıştır

- Her yıl yüzlerce engelli fiziksel ve cinsel şiddete uğramakta, etkin takip ve izleme sistemleri olmadığı için vakaların çoğu yargıya intikal etmemektedir.

Bu bağlamda ülkenin görünmeyen azınlığı, evlere hapsedilmiş, yaşam hakkı elinden alınmış, bedensel farklılıklara veya çeşitli zihin yapısına sahip engelli topluluğu olarak bizler; global sermaye, totaliter devlet yapısı ve tüm militarist güçlerin karşısında kimliğimize sahip çıkıyor ve eşit yurttaşlık talebimizi ortaya koyuyoruz. Meselemiz kimlik mücadelesidir ve mücadelemiz politiktir."

'BU GÜNLER GEÇTİĞİNDE GAZETECİ DİRENİŞİ AKILLARDA KALACAK'

Demokrasi Konferansı Basın Özgürlüğü Çalışma Grubu'ndan Faruk Eren, Türkiye’de gazeteciliğin hiçbir dönem sorunsuz, demokratik bir ülkede tarif edildiği gibi olmadığını ancak baskının son 10 yılda giderek arttığını söyledi. Eren, "Özgürlük ve demokrasi vaat eden AKP, iktidarının ilk yıllarında gazetecilere, karikatüristlere tazminat davaları açarak niyetini belli etti. İktidarın ilk operasyonları da medya üzerine oldu. Zamanla ana akım medya, tamamen hükümete yakın iş insanlarının eline geçti ve kasıtlı olarak yok edildi. İktidar, çeşitli operasyonlarla medya sahipliğini ya ele geçirdi ya da kendisine biat ettirdi. Eleştirel gazetecilik sürekli hedef gösterildi ve cezalandırıldı. Gazeteciler her gün adliye koridorlarında; ya yargılanıyor, ya yargılanan meslektaşlarının haberini yapıyorlar. Üstelik gazeteciler sadece yaptıkları haberler nedeniyle değil, sosyal medya paylaşımları nedeniyle de yargılanıyor. Halen 40’ın üzerinde gazeteci hapishanelerde. Kaç gazetecinin yargılandığı ise tam olarak bilinmiyor. Bu süreçte yüzlerce gazeteci işini kaybetti. İktidar kimin gazetecilik yapacağına kimin yapmayacağına karar veriyor
20 yıla varan bir süredir gazetecilik üzerinde yürütülen bu operasyon, Demirören grubunun Doğan grubunu ‘satın almasıyla’ sonuçlandı. Artık medyanın yüzde 90’ını aşan bir bölümü doğrudan iktidar kontrolünde" dedi.

'KÜRT MEDYASI TAMAMEN BOĞULMAYA ÇALIŞILDI'

Kürt gazetecilerin üzerindeki baskıya da vurgu yapan Eren, şunları söyledi: "Süreçten en çok etkilenen basın organlarının önemli bir bölümü de Kürt medyası. Kürt basını tamamen boğulmaya çalışıldı. Özgür Gündem gazetesi kapatıldı. Devamında çalışan her gazeteci ya gözaltına alındı, ya tutuklandı. Ya da tüm bunları göze alarak çalışmaya devam ediyor. Basın özgürlüğüne yönelik yasama, yargı, yürütme ve üçüncü kişilerden gelen müdahalelerle beraber basın özgürlüğü mücadelesini zayıflatmak için uygulanan sendikasızlaştırma, güvencesiz çalışma dayatmaları da yadsınamaz."

Eren, gazetecilerin son bir yılda yaşadıkları zorluklara da değinerek, "57 gazeteci toplamda 144 gün gözaltında kaldı. 6 gazeteci gözaltındayken darp edildi. 101 gazeteci hakkında soruşturma açıldı. 128 davada 274 gazeteci yargılandı. Gazeteciler toplam 226 yıl 8 ay 25 gün hapis cezasına mahkûm edildi. TGS 12 cezaevinde 35 gazeteciyle görüşerek hak ihlâllerini kayıt altına aldı. 44 gazeteci fiziksel saldırıya uğradı; 23 gazeteci sözlü olarak tehdit edildi. 62 haber sitesine ve 1411 haber içeriğine erişimin engellenmesine, 13 haberin içerikten çıkarılmasına karar verildi. RTÜK marifetiyle toplam 7.488.851,00 TL idari para cezası ve 41 defa yayın durdurma cezası verildi. 2019’da 892, 2020’de 322 basın kartı iptal edildi. İletişim Başkanlığı’ndan edinilen verilere göre 15.104 kişide Cumhurbaşkanlığı basın kartı var. Basın İlan Kurumu gazetelere toplam 212 gün ilân kesme cezası verdi. Cumhuriyet’e 90, Evrensel’e 63, Birgün’e 39; Sözcü ve Korkusuz’a ise toplamda 20 gün ilân kesme cezası verildi. Tüm bu olumsuz koşullar altında gazeteciler ekonomik ve sendikal hakları için mücadelelerini sürdürüyor" dedi.

'BAĞIRIN, BARIŞI İSTEYİN'

Barış Annesi Güler Buğday Kürtçe yaptığı konuşmada, "bugün burada söylenenler ancak barış sağlandığı zaman mümkün olacak" dedi. Güler şöyle devam etti: "Barış Annesiyiz. Bir anne olarak binlerce anne gibi barışı istiyoruz. Yıllardır bağırdık. Gitmediğimiz kapı kalmadı. Bugün dinlediğim tüm sözler barış olmadığı sürece bir anlamı kalmıyor. Birçok şey konuşuldu. Birçok şey yaşandı. Savaş açlık ve zulüm demektir. İlk işimiz barışı getirmektir. Barışı sağlamak çok zordur gerçekten. Uzun yıllardır barışı sağlayalım, annelerin göz yaşları akmasın. Kim olursa olsun, gözyaşlarının rengi aynıdır. Biz Kürt anneleri olarak Türk annelerine de çağrıda bulunduk. Gelin birlikte olalım. Tüm annelerin barışı istediğini biliyoruz. Biz ne kadar barış istediysek, onlar savaş var dedi. Olmaz dedi. 50 bin insan öldü. Biz savaşın yaşandığı yerden haykırıyoruz. Savaşın olduğu yerde barıştan söz edilir. Savaş yoksa biz barıştan söz edemeyiz. Ama biz buna inanıyoruz. Mücadele ettik. Mutlaka gelecek. Ses verin, bağırın, barışı isteyin."

'ANADİLDE EĞİTİM İSTİYORUZ'

Demokrasi Konferansı Halklar ve İnançlar Çalışma Grubu'dan, Şilan Sürmeli ve Yaşar Güven de ortak açıklama yaptı.

"Bizler, güzel bir gelecek umut eden; yan yana, barış ve eşitlik içinde, özgürce, kardeşçe yaşamak isteyen farklı halklardan ve inançlardan insanlarız" diyen Sürmeli, "Hangi kimlikten olursak olalım, hepimiz biliyoruz ki halkların, inançların, kültürlerin haklarıyla; emeğin, doğanın, kadınların, çocukların hakları ortaktır. Eşit, özgür, kardeşçe ve barış içinde bir yaşamın yolunu arıyoruz. Bugün, farklı halk ve inanç temsilcileri olarak bizler; bu toprakların hak mücadelesi veren tüm toplumsal kesimleriyle birlikte, coğrafyamızdaki bütün kimlik, inanç, kültür ve anadillerin varlığını kabul eden; kimliklerin, kültürlerin ve inançların tüm renkleriyle gelişebileceği eşit, özgür, kardeşçe ve barış içinde bir yaşamın yolunu arıyoruz. Oysa yoğun krizler, kutuplaşmalar, gerginleşen üsluplar, toplumsal fay hatları hepimiz için topyekun bir travmaya dönüşmüş durumdadır. Bu travmadan kurtulmak için Demokrasi Konferansı Halklar ve İnançlar Çalışma Grubu olarak çağrımız, öncelikle dili, kültürü, inancı için mücadele etmek isteyenleredir. Yani önce bizler, en geniş kesimler olarak bir araya gelelim, nasıl bir ülke istediğimizi bu toprakların tüm halklarından ve inançlarından insanlar olarak birlikte konuşalım. Ortak taleplerimizi belirlerken, yarının insanca, onurlu, kardeşçe yaşamı için savunacağımız değerlerimizi ortaya koyalım" diye konuştu.

'ÖZGÜR BİR YAŞAMI BİRLİKTE İNŞAA EDECEĞİZ'

Güven ise şunları söyledi: "Bu topraklarda etnisite ve din ayrımcılığına dayalı pek çok acı yaşandı. Bu acıların bir daha yaşanmaması, daha eşitlikçi, daha özgür bir toplum için yasal düzenlemeler yapılmalı, cesaretle geçmiş ile yüzleşilip geleceğe dair yeni bir vizyon ve misyon belirlenmelidir. Bütün bu taleplerin gerçekleşmesi, omuz omuza, birlik içinde kenetlenmemizle mümkündür. Demokratik bir ülke için programımızı oluştururken, bütün halklardan ve inançlardan kişileri, kurum temsilcilerini, inisiyatifleri, bu çalışmayı birlikte daha da zenginleştirmeye çağırıyoruz. İnsan değerleriyle, haklarıyla insandır. Bu güzel yürüyüş, farkındalıkla başlar: Farkında olan, farklılıkların değerini bilir, korur ve sorumluluk üstlenir. Eşit yurttaş olacağımız demokratik, laik bir ülke için mücadele edeceğiz ve kazanacağız! Geleceğimiz için bir araya gelecek, özgür bir yaşamı birlikte inşa edeceğiz!"

'YETİŞKİNLER ÇARPIK BIR ÇOCUK ALGISINA SAHİP'

Çocuk Çalışma Grubu'dan Hatice Göz, "Yetişkinlerin çarpık bir çocuk algısına sahip. Hem uluslararası hem de ulusal hukukta kabul edilen çocuk tanımı, 18 yaş altındaki her bireyi kapsar. Bu yasal tanımın ötesinde, çocuklar yaşamın etkin özneleridir. Bu sebeple haklarına erişmek için yetişkin olmayı beklemek zorunda bırakılmalarının kendisi bir hak ihlalidir. Çünkü çocuklar 'geleceğimiz' değildir; bugün ve burada, bizlerle birlikte yaşayan, kendilerine özel duygu ve düşünceleri olan hak ve özgürlük sahibi bireylerdir.

Çocukluk ise, insan hayatında ihmal edilemeyecek kadar önemli ve kendine has özellikleri ve ihtiyaçları olan bir dönemdir ve bu anlamda değerlidir. Çünkü çocukluk, yaşam içinde insanın kendini gerçekleştirmek için sahip olduğu olanakları en yoğun şekilde kullanabileceği bir dönemidir. Dolayısıyla, çocukların potansiyellerini gerçekleştirmeleri, biz yetişkinlerin onlara yarattığı olanaklarla, açtığı alanla ilişkilidir. Ancak Türkiye’nin içinden geçtiği dönem çocuklar için olanaklar yaratmak yerine onlar için çok sayıda risk taşıyor; çocukların, yaşadıkları gerçek sorunların, sahip oldukları potansiyellerin görünmez olmasına, seslerinin duyulmamasına yol açıyor. Bu bunlarla sınırlı olmayan pek çok sorunun nedeni; Türkiye’nin de taraf olduğu BM Çocuk Haklarına dair Sözleşmeyi referans alan, her alanı kapsayan, yalnızca sorun odaklı olmayan, geleceğe ilişkin de bakış içeren bir çocuk politikasının olmayışıdır. Türkiye’de hâlâ çocukların potansiyellerini gerçekleştirmelerini sağlayacak bütüncül ve hak temelli bir çocuk politikası yok.

'ÇOCUK HAKLARI İNSAN HAKLARI GÜVENCESİNİN TEMELİ'

Devletlerin, yurttaşı olsun ya da olmasın sınırları içinde yaşayan tüm çocuklara eşit imkânlar sunma ve haklarını gerçekleştirebilmeleri için onlara alan açma yükümlülüğü – sorumluluğu vardır. Çocuk hakları, insan hakları kültürünün yapı taşıdır ve toplumun insan hakları güvencesinin temelini oluşturur.

Çocukları ve onların beklentilerini, ihtiyaçlarını, önerilerini göz ardı ederek demokrasinin yerleşemeyeceğini ve özgür, adil ve eşit bir dünyada bir arada yaşamanın mümkün olamayacağını biliyoruz. BM Çocuk Haklarına dair Sözleşme’nin temel ilkeleri olan yaşama ve gelişme, ayrım gözetmeme, çocuğun yüksek yararı ve çocukların katılımının önemini bir kez daha vurguluyoruz. Bu doğrultuda; tüm kurumlarıyla birlikte devlet başta olmak üzere tüm yetişkinleri, çocukları ve haklarını göz önünde tutarak, çocuklarla birlikte politika yapmaya ve çocukları ciddiye almaya, onları anlamaya, duymaya ve seslerini duyurmaya davet ediyoruz.

Devletin BM Çocuk Haklarına dair Sözleşme’de kültürel haklara koyduğu çekinceler sebebiyle ayrımcılığa uğrayan, anadilde eğitim hakkına erişemeyen çocuklar, çalıştırılan çocuklar, mülteci çocuklar, özel gereksinimli çocuklar, LGBTİ+ çocuklar, çocuk mahpuslar, anneleriyle birlikte hapishanede tutulan çocuklar… Haklarından yoksun bırakılan tüm çocuklar için ve çocuklarla birlikte eşit, adil, özgür ve barış içerisinde bir yaşam mücadelemizi sürdürürken, demokrasinin yalnızca yetişkinlerle değil, çocuklarla birlikte inşa edilecek bir yaşam pratiği olduğunu yeniden hatırlatmak istiyoruz.

'DEMOKRASİ ÇOCUKLARLA BİRLİKTE MÜMKÜN OLABİLİR'

Çocukları hak sahibi bireyler olarak görmeyen, çocukları yok sayan ve yalnızca yetişkinler tarafından kurgulanan dünyada demokrasinin; çocuklara rağmen ya da çocuklar için değil çocuklarla birlikte mümkün olabileceğini biliyoruz.

Her çocuğun katılım hakkı olduğu bilinciyle, görüşlerini özgürce ifade edebilmelerine olanak sağlayacak bir süreci çocuklarla birlikte örgütleyecek yol ve yöntemleri bu konferans zeminiyle ve bir araya geldiğimiz kişi ve kurumlarla aramaya devam ediyoruz.

Demokrasi Konferansı Çocuk Hakları/Yetişkin Çalışma Grubu olarak, çocukların yaşamın doğrudan öznesi oldukları, uğradıkları hak ihlallerinin cezasız bırakılmadığı, kapitalizmin ve neo-liberal politikaların dayattığı yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşamak zorunda kalmadıkları, toplumsal cinsiyet temelli eşitsizlik ve şiddet biçimlerine maruz bırakılmadıkları, eğitime tam ve eşit ulaşabildikleri, kendilerini ifade edebildikleri, karar alma süreçlerine dâhil olabildikleri, kendilerini gerçekleştirebildikleri, mutlu, neşeli, özgür ve barış içerisinde yaşayabildikleri bir dünya hayali kuruyoruz. Ve bunun mümkün olduğunu biliyoruz. Çocuk haklarının korunmasına ve geliştirilmesine yönelik yetişkin sorumluluklarımızın farkındayız ve daha demokratik, daha eşitlikçi ve birlikte özgürleştiğimiz bir dünya için herkesi bu sorumlulukları sahiplenmeye çağırıyoruz."

'ZALİMİN KAF DAĞININ ARDINA GİZLEDİĞİ ADALETİ MUTLAKA BULACAĞIZ' 

26 yıldır meydanlarda adalet aradıklarını söyleyen Cumartesi Anneleri'nden Sebila Ercan, şunları söyledi: "Güvenlik güçlerinin gözaltına aldıktan sonra kaybedilen insanların aileleri ve insan hakları savunucularıyız. 26 yıldır meydanlardayız. Tüm baskı ve engellere rağmen varız, buradayız demeye devam ediyoruz. Hukuksuzlukların verdiği en büyük zarar adalet duygusudur. Ülke olarak hukuk ve demokrasi adına utanç yaşıyoruz. Hukuk, demokrasi ve adalet etrafında ortaklaşmamız gerekiyor. Bu çürümeyi iktidarlara yığamayız. Muhalefette bu eksikleri göremediği için sorumludur. Kendi yolumuzu kendimiz açtık
Şimdilik Galatasaray medyanı bloke edilmiş olsa da, demokrasi konferansıyla bunu alabiliriz. Özgür, eşit ve adil bir Türkiye için harekete geçmemizin zamanı geldi. Biz adalet istiyoruz. Zalimin Kaf dağının ardına gizlediği adaleti mutlaka bulacağız."

'BİZİ BUGÜNE KADAR AYRIŞTIRMIŞLAR'

Harbiye Öğrencisi annesi Melek Çetinkaya, Emine Şenyaşar, dilini bilmesek de, evlat acısıyla yanıp tutunan bir anne anlayabilir.
Beş yıldır çok büyük zorluklar yaşadık. Adaletsizliği iliklerimize kadar yaşadık. Bugüne kadar bizi ayrıştırmışlar. Sokağa çıkıp adalet aramanın ne olduğunu anladık. Sadece kendi çocuğum adına değil, bütün çocuklar için adalet aramaya başladık. Benim söyleyecek çok şeyim var. Daha yeni Deniz Poyraz'ı kaybettik. Ama hâlâ kimlikler fikirler üzerinden insanlar ayrışıyor. Biz bunları göstermek için mücadele edeceğiz. Beş yıldır içerde olan askeri öğrenciler için neden çok fazla ses olunmadı? İçerde üniversite sınavlarına girerek ilk bine girdiler. Eğitim hakları engellendi. Bende iki yıldır sokaklarda başörtüsü bacıları olarak adalet aradığım için beni de iki ay hapse koydular. Ben bu gücümü çocuklarımın masumiyetinden alıyorum. Bundan sonra Türk, Kürt, Alevi, Sünni demeden hep bir arada tek ses olmaya çalışalım" dedi.

'BAĞIMSIZ YARGI, DEMOKRASİNİN ASGARİ KOŞULUDUR'

Hukuk ve Adalet Bildirgesini okuyan Eylem Arzu Kayaoğlu, demokratik hukuk devletinin, 'bireylerin evrensel hukukça kabul gören temel hak ve özgürlüklerini; cinsiyet, cinsel yönelim, sınıf, dil, inanç ve kültür farklılıkları kapsamında topluluk haklarını ve kamunun ortak yararına ilişkin kolektif haklarını koruyan ve geliştiren; yasama-yürütme-yargı erklerinin bağımsızlığı ile denge-denetim mekanizmalarını içeren; idarenin tüm eylem ve işlemlerinde hukukla bağlı olduğu; basının özgürlüğünü, üniversitelerin özerkliğini, her türlü dinsel zorlayıcı mekanizmalara karşı toplumsal yaşamın, bilim ve sanatın özgürlüğünü güvenceye alan devlet' olduğunu söyledi.

'TÜM HUKUKİ DENETİM MEKANİZMAKARI DEVRE DIŞI BIRAKILMIŞTIR'

Kayaoğlu şöyle devam etti: "Anti demokratik anayasalar, darbe yasaları, faşizan ceza sistemi, laiklik ilkesine aykırı, cinsiyetçi, siyasal demokrasinin temel sorunlarının çözümünü içermeyen hukuk sistemi her zaman sorunlu olmuştur. 2016 yılında ilan edilen OHAL düzeni ile birlikte artık bir yasa devleti olup olmadığı da tartışılır hale gelmiştir. OHAL sürecinde tüm hukuki denetim mekanizmaları devre dışı bırakılmış, KHK'lar ile hak ve özgürlükler Anayasa, AİHS ve yasaya aykırı keyfi sınırlamalara tabi tutulmuş, ceza usul rejimi keyfileşmiş, gözaltı süreleri uzatılmış, avukat görüşü ve savunma hakkının kısıtlandığı koşullarda sistematik işkence ve yasak sorgu yöntemleri uygulanmış, kayıt dışı gözaltı ve alıkoymalar yaşanmıştır. Mevcut hukuk düzenindeki soruşturma, yargılama ve infaz rejimindeki genellik/eşitlik ilkesine aykırı ikili düzenlemeler, OHAL dönemi ve sonrasında, siyasal muhalifler için "düşman ceza hukuku" olarak isimlendirilebilecek bir düzeye ulaşmıştır. OHAL KHK’ları ile idari soruşturma ve ceza sistemi de kuralsızlaştırılmış, 100 binden fazla kamu çalışanı, 5 binden fazla akademisyen görevinden ihraç edilmiş; herhangi bir yargı kararına gerek duyulmaksızın dernek, vakıf, sendika, medya kuruluşları, şirket ve belediyelere yönelik kapatma, mal varlıklarına el koyma ve kayyım atama gibi ağır ihlal teşkil eden yaptırımlar uygulanmıştır.
Her türlü eleştirel tutum, haber ve sosyal medya paylaşımı ceza soruşturmasına konu edilmektedir. Tüm hakların anası kabul edilen ifade özgürlüğü, her türlü eleştirel tutum, haber ve sosyal medya paylaşımı ceza soruşturmasına konu edilmekte, terör örgütü üyeliği, propagandası, Cumhurbaşkanına hakaret, vb. suçlamalar üzerinden gözaltı ve tutuklamalarla baskılanmaktadır. Gezi Direnişi ve 7 Haziran seçimi sonrasında sokakta protesto hakkı “terör” ile ilişkilendirilerek yargılama konusu edilmiş, 5 Haziran-1 Kasım arası dönemde yaşanan bombalı saldırılarda yüzlerce kişinin katledilmesi ve polis şiddetiyle, sokakta gösteri hakkı fiilen sona erdirilmiştir. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ve sonrasında kalıcı hale getirilen OHAL hukuku ile Covid 19 pandemisi bahane edilerek ifade, gösteri ve örgütlenme özgürlüğü hukuksuzca engellenmiştir. Kapatma ve el koymalar yanında, zorlayıcı ve hileli mülkiyet değişiklikleri, RTÜK kararları, Basın İlan Kurumu yaptırımlarıyla basında tek seslilik egemen kılınmıştır. Çok seslilikte ısrar eden gazeteciler işinden edilmiş, ceza davalarıyla susturulmak istenmiştir. Siyasi parti yöneticileri, seçilmiş belediye başkanları ve milletvekilleri, sendikacılar, hak arayan işçiler, kadınlar, Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri, barış imzacısı akademisyenler, ekolojik hareketler ve her türlü hak mücadelesi yürütenler "terör" parantezli ceza soruşturmaları ve çeşitli gerekçelerle tutuklanarak baskı altına alınmıştır. Yıllarca Galatasaray meydanında oturan Cumartesi insanlarının eylemleri, LGBTİ+ onur haftası etkinlikleri, 8 Mart kutlamaları, 25 Kasım kadına yönelik şiddete karşı gösteriler polis şiddeti ile engellenir olmuştur. Gezi Eylemleri üzerine Kamu Ombdusmanı raporunda da ifade edildiği üzere, “2911 sayılı kanunla Türkiye’deki toplumsal gösterilerin bir polis müdahalesi olmaksızın gerçekleştirilebilmesinin önü neredeyse kapanmaktadır… ” 

'SİYASİ ELEŞTİRİ ÖZGÜRLÜĞÜ YOK EDİLDİ' 

Siyasi muhaliflerin ve her türlü hak arayışının 'terör' ile ilişkilendiren ceza yargılaması pratiği, 1991 yılında yürürlüğe konan TMK ile ikili ceza yargılaması, ikili ceza infaz sistemiyle tamamlanarak, demokrasinin temeli olan siyasi eleştiri özgürlüğü ve siyasal çoğulculuk üzerinde daha da sıkılaşan bir mengeneye dönüştüğünü belirten Kayaoğlu şöyle devam etti: "2020 yılında yapılan son infaz yasasında bu ikili infaz rejimi korunmuş; pek çok hasta mahpus yaşamını kaybetmesine rağmen, yaşlı, hasta, çocuklu kadın ve çocuk mahpuslar için dahi ayrımcı hükümler, eşitlik ilkesine aykırı düzenlemelerde ısrar edilmiştir. İnfaza ilişkin tüm yetkiler infaz hakimliklerine aktarılarak, iktidar kontrollü Sulh Ceza Hakimliklerine benzer şekilde bir kapalı sistem oluşturulmuştur. Özellikle, idare gözlem kuruluna verilen yetkilerle her hapishane ayrı bir derebeyliğine dönüştürülmüştür. Siyasi mahpuslara yönelik infaz yakma tabir edilen, denetimli serbestlik ve koşullu salıverme haklarından mahrum etmeyi amaçlayan keyfi disiplin soruşturmaları, ağır cezalar uygulanmaktadır. İmralı cezaevinde uygulanan tecrit ve ağırlaştırılmış müebbet infaz cezası rejimi, AİHM'in 18 Mart 2014 tarihli Öcalan/Türkiye kararı ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin işkence ve onur kırıcı ceza yasağını öngören 3. maddesi kapsamında ihlal olarak tespit edilmiştir. Ancak AİHM'in bu ihlal kararının gereği yapılmadığı gibi tecrit koşulları avukat görüşmeleri ve ziyaretçi kabullerinin engellenmesi, telefon ve mektup/faks yasağı ile dış dünya ile haberleşmeye dair tüm bağların koparılması ile mutlak tecrit boyutuna evriltilmiştir. Bu tecrit sistemi, son infaz yasası değişiklikleriyle siyasi mahpuslar için olağan rejim haline getirilmiştir. 300 bine yakın insanın tutulduğu, tutuklu-hükümlü ayrımına ve temel insan haklarına aykırı uygulamalarla cezaevlerinde sorunlar artmış, infaz rejimine ve tecride karşı çeşitli dönemlerde açlık grevleri ortaya çıkmıştır. Bugün de siyasi mahpuslarca tecride karşı sürdürülen açlık grevleri 200'lü günleri bulmuş, yaşam hakkı için kritik eşiğe gelmiştir.

'SEÇME VE SEÇİLME HAKKI AĞIR ŞEKİLDE YARALANDI'

Bir demokratik sistemin asgari koşulu olan serbest seçimler, seçme ve seçilme hakkı; Anayasal ve uluslararası sözleşmelere aykırı olarak, siyasal iktidar, meclis çoğunluğu ve YSK yargısı aracılığı ile sistematik şekilde ihlal edilmektedir. Seçim barajları, hazine yardımının eşitsizliği gibi yıllardır süren sorunlara, 2015 haziranından itibaren tekrar seçim ve OHAL sürecinden itibaren belediye başkanlarından muhtarlara kadar uzanan yerel yönetimlere kayyım atanması gibi yeni sorunlar eklenmiştir.
İktidar partisi tarafından Meclis çoğunluğu ve Hükümet yeterliliğini kaybettiren 2015 Haziran milletvekili seçimi sonuçları kabul edilmeyerek 1 Kasım'da "tekrar seçim"e zorlanmış; Mayıs 2016'da anayasaya eklenen geçici bir madde ile Anayasanın 83. maddesindeki yasama sorumsuzluğu, anayasa ve Meclis İçtüzüğünün yargısal savunma hakkına dair güvenceleri ihlal edilerek milletvekili dokunulmazlıkları topluca kaldırılmış, çok sayıda HDP'li milletvekili tek merkezden aynı kararın icrasını gösterir şekilde aynı gün gözaltına alınmış ve sonrasında topluca tutuklanmışlardır. Bugün de kapatma davası gündeme getirilmiştir. Kesinleşmiş kararı olmadan yerel yöneticilerin görevden uzaklaştırılması ve kayyım atamaları hukuksuzdur. Takip eden 2019 yerel seçimlerinde büyük ölçüde Kürt seçmenin iradesinin yansıması olan yerel seçim sonuçları da, iktidar tarafından kabul edilmemiş; YSK kararları, ceza soruşturmaları ve merkezi idarenin kayyım atamalarıyla seçmen iradesinin tam karşıtı idareler haline getirilmiştir. İstanbul yerel seçim sonuçları kabul edilmemiş, tekrar sayıma ve haziranda tekrar seçime zorlanmıştır. HDP'nin kazandığı 65 belediyeden büyükşehir, il, ilçe, belde belediyesi olmak üzere 40 belediye ile kimi muhtarlıklara, CHP'nin kazandığı İzmir Urla Belediye Başkanlığı'na kayyım atanmıştır. Suç soruşturmasıyla belediye başkanlığı görevinden alınan diğer belediyelerde ise belediye meclisinden seçilmişler atanmıştır. Böylece, siyasi ve kentsel rant politikaları üzerinden yerel yönetimlerde seçmen iradesine, seçme ve seçilme hakkına, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ve ek protokollerine aykırı olarak müdahale edilmiş, ayrıca ikili hukuk yaratılmıştır.

'YAYGIN BİR CEZASIZLIK PRATİĞİ HÜKÜM SÜRÜYOR'

OHAL koşullarında çıkarılan 674 sayılı KHK ile henüz kesinleşmiş bir mahkumiyet kararı olmadan sadece ceza yargılaması nedeniyle seçilmiş belediye yöneticisinin merkezi idare tarafından görevden uzaklaştırılması, vali ve kaymakamların kayyım olarak atanmasına ilişkin 5393 s. yasaya eklenen değişiklikler; Anayasa ve AİHS ek 1. protokolü ile korunan seçme ve seçilme hakkına aykırı olduğu gibi, Türkiye'nin imzacısı olduğu Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının güvencelediği “yerel yönetimlerin merkezi veya bölgesel makamlar tarafından zayıflatılıp sınırlandırılması” yasağına ve temel konularda halk oylaması ilkesine de aykırıdır. Kayyım atanan belediyelerde “belediye meclisi, başkanın çağrısı olmadıkça toplanamaz. Meclisin, encümenin ve komisyonların görev ve yetkileri 31. maddede belirtilen encümen üyeleri tarafından yürütülür” şeklindeki düzenleme ile yurttaşların yerel yönetim hizmetlerinin sevk ve idaresine katılma hakkı ortadan kaldırılmış olmakta; tüm seçilmiş yönetim organlarının yetkilerine atanmışlar tarafından el konulmaktadır. Yurttaşların, güvenlik duvarı ile daha çok karakol görünümüne bürünen yerel yönetim kurumlarından hizmet alım, istişare ve denetim hakkı da ortadan kaldırılmıştır. Yaygın bir cezasızlık pratiği hüküm sürüyor. İfade, örgütlenme ve gösteri hakkı, siyasi eleştiri ağır şekilde cezalandırılırken; siyasal muhaliflerden, kadınlara, işçilerden kamu emekçilerine, insan hakları savunucularından, LGBTİ bireylere, gazetecilere, hak arayan tüm kesimlere yönelen erkek, devlet ve patron suçlarında yaygın bir cezasızlık pratiği hüküm sürmektedir. 

'İŞÇİ KATLİAMLARI BOYUTUNA GEÇİLDİ'

İSİG Meclisi raporlarına göre, 2020 yılında iş cinayeti sayısı 2427'yi bulmuştur. Davutlar, Torunlar, Soma, Ermenek, Hendek vakalarında artık iş cinayetinden öte "işçi katliamları" boyutuna geçilmiştir. Ancak milyonların gözü önünde gerçekleşen bu katliamlarla ilgili ceza yargılamalarında da, suç alt derece çalışanlara yüklenmiş, patronlar ya hiç yargılanmamış veya gülünç cezalarla adeta ödüllendirilmiştir. Binlerce yıllık erkek egemen gelenekler yanında, kışkırtılmış erkekliği besleyen savaşçı, milliyetçi muhafazakar politikalar, kadına yönelik erkek şiddetini artırmakta; yargısal cezasızlık da bu şiddeti beslemeye devam etmektedir. Kamu görevlilerinin, siyasetçilerin, bölgedeki nüfuzlu kişilerin dahil olduğu kadın cinayeti ve cinsel saldırı suçlarında cezasızlık pratiği daha da vahim boyutlara ulaşmıştır. En yakın örneklerden İpek Er, Gülistan Doku, Kaharman Yeldana, Nadira Kadirova cinayetleri faili meçhule ve cezasızlığa terkedilmiş, Ayşe Tuba Arslan korunamamıştır. İstanbul Sözleşmesi'nin kaldırılması da cezasızlığın önemli bir aşamasıdır. Mustafa Suphi ve 15 arkadaşının Karadeniz'de boğdurulması, Sabahattin Ali, Doğan Öz, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu ile devam eden ve 90'lı yıllar boyunca Kürt coğrafyası ve metropollerinde on binlerce faili meçhul cinayet, JİTEM operasyonları, zorla yerinden etmeler, toplu mezarlar, 2015 sonrası Cizre, Nusaybin, Sur gibi pek çok il ve ilçede sokağa çıkma yasakları döneminde gerçekleşen yaşam hakkı ihlalleri, Diyarbakır Baro başkanı Tahir Elçi cinayeti dahil olmak üzere cezasızlığa terkedilmiştir. 6-7 Eylül olayları, Çorum ve Maraş katliamları, 1 Mayıs 1977 katliamı, 1995 Gazi mahallesi katliamı devlet güçlerinin de dahil olduğu paramiliter güçlerin organize ettiği bilinen ancak cezasızlıkla perdelenen örneklerden birkaçıdır. Susurluk skandalında, dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar'ın ifadesiyle gerçekleşen yasadışı "devlet adına 1000 operasyon" hakkında etkili bir soruşturma yürütülmemiş, çeşitli itiraf ve ifşalara rağmen duvardan bir tuğla çekilmemekte ısrar edilmiştir. Susurluk skandalından sonra bir kez daha mafya-derin devlet-iş çevreleri-siyasetçi-yargı mensupları-gazetecilerin kirli ilişkilerinin ortaya saçıldığı bir dönemden geçiyoruz. Sedat Peker ifşalarında yer alan devasa zenginleşme, kara para aklama, uyuşturucu trafiği, usulsüz kredi, mala ve medya imparatorluğuna "çökme" örnekleri, Uğur Mumcu ve Kutlu Adalı cinayetlerinin faillerini de işaret eden devasa suç iddiaları karşısında harekete geçmesi gereken yargı mekanizması sessiz kalmıştır."