Demokrasi saldırı altında ama 1989 ruhu geri dönüyor

Berlin Duvarı’nın yıkılışından ve Avrupa’da yaşanan Kadife Devrim'den 30 yıl sonra, yeni nesil şimdi de popülistlere karşı ayakta. Duvar sonrası nesil içinde büyüdüğü özgürlükler uğruna mücadele ederse, 2029’da duvarın yıkılışının 40'ıncı yıldönümünde kutlama yapmak için nedenlerimiz olacağına inanmak için her türlü sebep mevcut.

Abone ol

Timothy Garton Ash

Batı Avrupa’nın 1945 yılında kurtuluşuna tanık olan birinin, 1975 'te geri döndüğünü düşünün; bulacağı tek şey, diktatörlerin geri dönüşü olurdu. 1989’daki Kadife Devrim'inden 30 yıl sonra Orta Avrupa’yı ziyaret etmek de işte böyle bir duygu.

Bu yılın başlarında, geçmişte komünizm karşıtı bir muhalif olan arkadaşım János Kis ile Budapeşte’deki bir otelin barında görüştüm. Kendisi, sakin bir şekilde bana Başbakan Viktor Orbán rejimini bir otokrasi olarak betimledi. Ne var ki, 1988 yılında, beni o zamanlar 25 yaşındaki Victor Orbán’la tanıştıran, onu, yeni nesil genç öğrencilerin ve liberal-demokratların parlayan değeri olarak takdim eden de Kis’in kendisiydi. Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk, haziran ayında Gdańsk’ta düzenlenen bir mitingde Polonyalı dostlarını, milliyetçi-popülist Hukuk ve Adalet Partisi hükümetine karşı 1980’lerin Dayanışma Hareketi örneğinden ders almaya çağırdı. Buna rağmen Hukuk ve Adalet Partisi bu ay yapılan genel seçimlerde yine zafer kazandı.

ÇEKYA VE DOĞU ALMANYA’DA IRKÇILIK YÜKSELİŞTE

Çekya’da iktidar, bir zamanlar komünistlerin yönetimindeki Slovakya’da gizli polis tarafından ‘muhbir’ olarak listelenen bir oligark olan Başbakan Andrej Babiš ile, Vladimir Putin’in Rusya’sı ve Xi Jinping’in Çin’ine olan sempatisini gizlemeyen, alkol düşkünü Cumhurbaşkanı Miloš Zeman arasında bölünmüş durumda.

Eskiden ‘Stasiland’* adıyla anılan Doğu Almanya bölgesinde, Almanya’nın en sağcı örgütlerinden olan ve yabancı düşmanlığını tehlikeli bir biçimde körükleyen Almanya için Alternatif Partisi (AfD), Saksonya, Brandenburg ve Thüringen’deki eyalet seçimlerinde şok edici biçimde dört seçmenden en az birinin desteğini aldı. Bu sonuç, bu eyaletlerin yaklaşık otuz yıldır dünyadaki en zengin, en istikrarlı demokrasilerden birinin parçası olmasına ve komünizm-sonrası bu fakir bölgelere tam anlamıyla büyük finansal destekler sağlanmasına rağmen gerçekleşti.

Yorumcuların, dünün görkemli ışığından bugün etrafı saran karanlığa doğru ‘chiaroscuro’ (ışık-gölge) resimleri çizmek hususunda acele etmelerine şaşmamalı. Abartının, kalabalık bir internet fikir pazarında sesinizi duyurabilmek için çoğu zaman gerekli olduğu hissediliyor ve bu nedenle demokrasinin yaklaşmakta olan ölümüne ve yeni diktatörler çağına ilişkin şeyler okuyoruz. Bu, basit ve dar görüşlü bir bakış açısı.

1989’dan sonraki hatamız, önce Orta Avrupa, daha sonra Baltık cumhuriyetleri ve eski Sovyetler Birliği’nde olan biteni özgürlük, demokrasi, Avrupa ve Batı adına büyük bir zafer olarak kutlamamız değildi. Bütün bunlar gerçekleşti. Ancak hatamız, bunun yeni ‘normal’ olduğuna, tarihin bu yolda ilerleyeceğine inanmamızdı. Şimdi aynı hatayı diğer yönde yapma tehlikesiyle karşı karşıyayız. Liberalizm karşıtı otoriterliğin gelecekteki zaferi, liberal demokrasinin gelecekteki zaferinden daha kaçınılmaz değil. Bu temkinli ve iyimser ifade, liberal demokrasi güçlerinin milliyetçi-popülizmin tahribatına karşı sert bir şekilde karşı koyduğu İngiltere ve ABD gibi köklü demokrasilerde açık biçimde geçerli. Lakin, bu durum Orta Avrupa’da da geçerli. Açıkçası, 'bağnaz demokrasi' (ing. illiberal democracy), ‘kızarmış kartopu’ gibi çelişkili bir ifadedir. Yine de bu terim, aşınmış ama tamamen yok edilmemiş bir demokrasinin durumunu tanımlamak için kullanılabilir. Bu çürüme, barışçıl kitlesel protestolar da dahil olmak üzere demokratik, yasal yollardan hâlâ geri çevrilebilir durumda.

POPÜLİZMİ DURDURMAK MÜMKÜN

Günümüzde Orta Avrupa’daki demokrasi mücadelesinin öncüsü, 1990’larda otoriter uyuşukluktan ve son yıllarda komünizm sonrası yolsuzluklardan payına düşenden fazlasını alan Slovakya’dır. Bu yolsuzlukları gözler önüne sermeye çalışan bir gazetecinin korkunç bir şekilde öldürülmesiyle, Ján Kuciak, nişanlısı ile birlikte kitlesel ve barışçıl protestolar yoluyla, komünizm sonrası popülist bir başbakan olan Robert Fico’nun devrilmesini sağladı.

Bu protestolarda ortaya çıkan ivme, bu yıl liberal bir kadın ve Avrupa yanlısı bir başkan olan Zuzana Čaputová’nın seçilmesine büyük katkıda bulundu. Kasım 1989’da Çekoslovakya’da yaşanan ‘Kadife Devrim’ esnasında yalnızca 16 yaşında olan Čaputová, benim ‘duvar sonrası Avrupa’ dediğim deneyimle şekillenen yeni nesle iyi bir örnek. Gelecek ay Bratislava’ya gittiğimde kutlanacak çok şey olacak.

Bratislava’dan Prag’a giden trene bineceğim; ardından, Slovakya ve Çekya arasındaki uluslararası sınırı geçerek Babiš ve Zeman’dan oluşan korkunç ikiliye karşı büyük gösterilerin gerçekleşeceğini düşündüren olaylara tanıklık edeceğim. Gösteri, 1989’daki Kadife Devrim’in 30'uncu yıldönümünü kutlamak amacıyla, ‘Demokrasi için Milyonlarca An (Million Moments For Democracy)’ adlı bir öğrenci grubunun liderliğindeki hareket tarafından organize edilecek. Geçtiğimiz yaz, 1989’daki en büyük barışçıl protestoların yapıldığı Letná Parkı’nda düzenlenen büyük bir gösteride bir araya gelmişlerdi.

Gösteriyi düzenleyenlerden, neşeli ve sakallı bir ilahiyat öğrencisi olan Benjamin Roll, babasının 1989 protestoları sırasında bir ses mühendisi olduğunu ve tam olarak Václav Havel’in konuşmasını kitleye ulaştırma görevini yerine getirdiğini söylüyor. Kısacası, Çekya açısından umutlanmak için de bazı sebepler mevcut.

POLONYA VE MACARİSTAN KRİTİK EŞİKTE

Duvarın yıkılışının 30'uncu yıldönümü için Berlin’e geri döneceğim ve o zamanlar komünist rejimin vitrini olan Grand Otel’de (günümüzde ismi Westin Otel) kalacağım. AfD’nin aldığı sonuçlar şok edici olsa da temelde Alman demokrasisini tehdit etmiyorlar. Aynı şey, Polonya’daki Hukuk ve Adalet iktidarı için söylenemez; zira Jarosław Kaczyński’nin partisi, açık biçimde Macaristan’daki örneğin izinden gitmek istiyor. Polonya tarzı bir Orbán’laşma yaratmanın peşindeler. Fakat güçlü bir bağımsız medya, büyük muhalefet partileri, muhalefet yönetimindeki büyük şehirler ve yüksek düzeyde harekete geçmiş bir sivil toplumla karşı karşıyalar.

Şimdiye kadarki en kötü durum Macaristan’da yaşanıyor. Freedom House adlı sivil toplum kuruluşu geçen yıl ülkenin statüsünü, bu şekilde sınıflandırılan tek AB üye ülkesi olarak, 'kısmen özgür' seviyesine düşürdü. Gerçekten de, dikkatli bir incelemenin ardından, Macaristan’ın artık bir demokrasi olmadığını -bağnaz bir demokrasi bile değil- siyaset bilimcilerinin 'rekabetçi otoriter' dediği türden bir rejim olduğunu savundum. Oysa orada dahi, muhalefet bu ay Budapeşte Belediye Başkanlığı’nı kazanmayı başardı. Bunu, ne Polonya’daki muhalefet partilerinin ne de maalesef Britanya’daki Brexit karşıtı muhalefetin şu ana dek başaramadığı bir şeyi etkili biçimde gerçekleştirip, muhalefeti birleştirerek yaptılar. Budapeşte’nin kazanılması, Macaristan’ı birdenbire yeniden bir demokrasi yapmıyor; çünkü sonuçta, Türkiye’deki muhalefet -birleşerek- İstanbul Belediye Başkanlığı’nı kazanmış olsa da, hiç kimse Recep Tayyip Erdoğan Türkiye’sinin bir demokrasi olduğunu iddia edemez. Yine de bu bariz bir umut ışığıdır.

Kaçınılmaz biçimde, ben de dahil olmak üzere, 30'uncu yıldönümüyle ilgili çoğu yazının odak noktasında şu soru yer alıyor; “Yanlış giden neydi?”. Diğer yandan, Orta Avrupa’daki duvar sonrası nesil, içinde büyüdüğü özgürlükler uğruna mücadele eder ve AB kendi üye devletlerinde demokrasiden yana tavır almaya başlarsa, 2029’daki 40'ıncı yıldönümünde kutlama yapmak için nedenlerimiz olacağına inanmak için her türlü sebep mevcut.

*Stasi; 1989 öncesi Demokratik (Doğu) Almanya’da Sovyetler Birliği istihbarat teşkilatıyla eşgüdümlü çalışan gizli servis teşkilatının adıdır.

Yazının aslı The Guardian sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)