Demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde devrimci politika yapmak
Mücadele ufuktaki sosyalizme giderken, bugün başlıyor. Sosyalist hareket bir kunduz gibi kemirgen olmalı, bir yandan hasmını yıpratmalı, öbür yandan o uzun erimli hedeflerimizi hep göz önünde tutmalı.
Art arda yaşadığımız iki seçim dönemi bitti. Bunu anlamamız gerekiyor. Sosyalist hareket ilkinde pekâlâ kendisi dışındaki toplumsal ve siyasal oluşumların göz önünde tutmak zorunda olduğu bir toplumsal karşılığı olduğunu gösterdi. Bu varlığının ikinci seçim döneminde kurulan ilişkilerden özellikle CHP tarafından hesaba katıldığını biliyoruz. 31 Mart Yerel Seçimleri önemli bir gerilemeye yol açmakla birlikte, yaşanan gerilemenin yalnızca partilerin aldığı oylara bakarak anlaşılamayacağını, kendisi dışında halkın çoğunluğunun belli bir odağa yönelmesi gibi güçlü bir olguya bağlı olduğunu da belirtmemiz gerekir.
Bu iki seçim dönemini doğru değerlendirmek, bütün bir mücadelenin nasıl bir stratejiye bağlanacağını göstermez ama seçimlerin nasıl değerlendirilmesi gerektiğini anlatır. 12 Eylül’den önce seçimlerle oldukça sınırlı ilişki kuran, yerel seçimleri hemen hiç göz önünde tutmayan sosyalist hareket için bu iki seçim gerçek bir deneyim yerine geçmiş oldu, çıkardığımız dersleri herkes kendi partisinin tarihine yazdı. Mücadelemizin bütün aşamalarına olduğu gibi, seçimlere de önem veriyoruz, toplumsal karşılıklarımızı büyütmeye çalışıyorsak bundan başka türlü düşünmek politik bir tutum olmaz.
Sonunda bütün bir mücadele içinde seçimler ara aşamalar. Heyecanla katılsak da onları kısa bir süre üstünde duracağımız duraklar olarak düşünüyoruz. Yolumuzun sonunda sosyalizm var. Öteki bütün özellikleri yanında, kendisini komünist olarak tanımlayan William Morris, “Bir sosyalist için hedef emekçi sınıfların koşullarını iyileştirmek değil, konumunu değiştirmektir” diyor. Devrimci sosyalist politika tünelin ucundaki o ışığa mutlaka ulaşılacağını bilerek yapılır. Yoksa niçin burada olalım. O yolu yürümeye karar verenlerin birbirine bağlı iki alanı ayırmayı da bilmesi gerekir. Bugünden öngöremediğimiz bir gelecekte sosyalizm ve devrim var, uzun erimli stratejimizin nihai amacı o. Bu stratejimizin nasıl yürüneceğini, o yolda karşılaşacağımız sorunların çözümlerinin neler olacağını, yani o yoldaki taktiklerimizin bugünden öngörülebilir olanlarını görmek ve onlara hazırlanmak gerekiyor. Bu arada bunları suya yazamayız. Adım adım bütün amaçlarımızı bazen politik çözümler olarak, bazen programatik tasarılar olarak ortaya koymalıyız ki onları bütün topluma anlatabilelim.
Örnekse, biz nasıl bir devrim ve iktidar istiyoruz.
***
1960’larda ve 1970’lerde bizim için büyüleyici olan güzel sözlerin bana kalırsa bugün somut karşılıkları yok. Onları üstelik masal dünyalarından çıkarıp bugünkü dünyanın ve bu ülkenin gerçekliğine uygun tasarlamak gibi bir ödevimiz var. Bu çalışmaları yapmaya bugünden başlamalıyız. Devrim öngörümüzü güzel sözlerle anlatmayalım, bu olmuyor.
Haluk Yurtsever’in Gazete Duvar’daki yazısında böyle güzel sözler var. “Sosyalist mücadele ve örgütlenmenin ilk oluşumundan, komünizme dek olan sürecin temel, değişmez önceliği toplumsal kurtuluşun evrensel öznesi olarak proletaryanın…” gibi sözler etmiyorum ben, çoktandır. Bir kılavuz olduğunu düşündüğünüz bu sözü yazıp tavana astığınız zaman, o söz bir süre sonra tavanda örümcek bağlar.
Herkesin bildiğini yineleyelim: Bu ülke çok ama çok zor, belalı bir ülke. Bu devlet Ortadoğu’nun siyasal gericilik bakımından en güçlü devleti. Ve dahası… Bu ülkede devrimci politika izlemek nihai hedefleri önererek olmaz. Çünkü nitel değişiklik (devrim), art arda gelen aşamalarla ilerleyen nicel toplumsal değişikliklerle (evrim ya da reform) birbirini izler, birbirini tamamlar, iç içe geçer.
Sosyalist hareket, hem çok despot bir kapitalist devletin hem bugüne dek kazanılmış haklarının çoğunu kan ve ter dökerek kazanmamış bir toplumun hem de halkın ezici çoğunluğunun yoksulluğun son kertesinde yaşadığı bu ülkede, tepeden tırnağa çürümekte olan siyasal, ekonomik, toplumsal koşullar içinde nicel değişiklikler için verilen mücadelelerin, dolayısıyla radikal değişikliklerin özünde devrimci olduğu bilgisi ve bilinciyle davranmak zorunda.
O nicel değişiklikler muazzam bir sermaye birikimiyle yaşamaya koşullanmış kapitalizmi ve onun devletini adım adım sınırlamak, zayıflatmak, çelişkilerini çoğaltmak, karşımızdaki büyük gücün temellerinde zaman içinde onarılması güç çatlaklar yaratmak içindir.
Böyle bir mücadele ufuktaki sosyalizme giderken, bugün başlıyor. Demek ki sosyalist hareket bir kunduz gibi kemirgen olmalı, bir yandan kemirdikçe kemirerek hasmını yıpratmalı, öbür yandan o uzun erimli hedeflerimizi hep gözü önünde tutmalı.
Örnekse: TİP’in konut sorunuyla ilgili tartışılan önerileri neden sonra anlaşılmıştır umarım ve ne diyoruz biz: Barınma hakkı en temel haklardandır ve tek konut sahibi olmak her yurttaşın hakkıdır. Ama daha çok konut sahibi olmak isteyenlerden artan oranlı vergi alınmalı; biz artan oranlı vergi alınmasını istedikten sonra, değeri bakımından ulaşılmaz görünen sayısız konut sahibi büyük sermayenin bu uygunsuz mülkiyet kullanma amacının belini kırmak için çok daha yüksek oranda artan vergiler konmalı. Hayal edelim, etkileri bakımından bunun radikal bir reform önerisi olduğu yadsınamaz.
Kısaca, ikisi elbette aynı değildir ama – bugün ne bu ülkede ne de artık dünyanın herhangi bir ülkesinde reform (nicel değişiklik) ile devrim (nitel değişiklik) arasında ayrım yoktur. Sonuna bir sıçramayla ulaşılacaksa bile. Bunu bilmiyor ya da görmüyor, konjonktürel olanları ihmal ediyorsanız, yalnızca küçük dünyanızda yaşamayı mı seçiyorsunuz? Kaldı ki işçi ve emekçi sınıflar toplumsal devrime yolun üstünde kazanılacak siyasal devrim içinde hazırlanır. Siyasal devrim bize verilmez, emek ister.
Demek ki “Günümüz Türkiye’sinde, varoluş amacından koparak ‘saray’ rejiminden kurtulmayı, düzen muhalefetine ‘kaybettirmeme’yi stratejik ilke edinmenin böyle yapanları düşürdüğü durum ortada” derken, birkaç yanlış birden yapılmış oluyor.
Haluk Yurtsever’in eleştiri nesnesinin –açıkça belirtmese de– Türkiye İşçi Partisi olduğu belli. Haksızlık etmiş, demeyeceğim, o hafif kalır. Çünkü seçim döneminden çıktığı belli eleştirisinin “stratejik” olduğunu vurguluyor. Yani kamayı batırmış. Ama olmadı, üzücü oldu.
Çünkü birkaç sorun var: İlki, TİP’in de kararlılıkla önüne koyduğu, “Saray rejiminden kurtulma” hedefi seçimlerin hedefiydi, “stratejik” olduğu hiçbir zaman belirtilmedi. Özellikle acıtmaya çalışmıyorsak, yanlış hatırlamıyorsak, en azından yanlış düşünüldüğünü söyleyebiliriz – ama keşke bir yazıda böyle belirtilmeseydi. “Düzen muhalefetine kaybettirmemek” sözleri de tuhaf olmuş, bu amaç zaten stratejik olur mu, seçim gününün hedefiydi o.
TİP bu iki “suçu” yüzünden düşmedi nereye düştüyse. Demiştim: Seçim sonuçlarını bir parti, sözgelimi TİP açısından değerlendirmek, yalnızca o partinin aldığı sonuca bakarak yapılamaz. Hele sonucu öngörülememiş bu seçimde hiç böyle yapılmamalı. Bu araya sıkıştırdığım düzeltme çok önemli değil. Belki sosyalist hareket içinde yapacağımız değerlendirmelerin yargılara dönük değil de anlamaya, yani çözümlemeye dönük olması gerektiğini hatırlatabiliriz.
***
Sosyalist, devrimci bir partinin kendisini düzen hukukunun (legalitesinin) dışında düşünmesi gerektiği kuşkusuz. Hukukun yok sayıldığı bir yerde bunun kesinliği de ortada. Kaldı ki karşımıza aldığımız Parti’nin düzen hukuku içinde kalmayı reddettiğinin pek çok örneği var. Sözgelimi Can Atalay için verilen mücadele Anayasal hakların savunulmasıyla birlikte, sürekli olarak onu aşan bir hukuku öneriyor. Partinin varlığını düzen içinde korumanın sakıncalarını ortadan kaldırmaksa, apayrı bir sorun, şimdilik bu yazının konusu değil.
Öte yandan, biz yalnızca o “başka dünya”yı, yani sosyalizmi görmüyoruz. Şu anda canımıza kasteden bu ülkede yaşıyoruz işte. Sosyalizm amacımızdan kopmamak ne kadar doğruysa şimdi içinde bulunduğumuz bu yasadışı düzenin, faşizan rejimin, bu hunhar kapitalizmin temellerini oymak için güncel politikalar, taktikler üretip tek tek onları kazanmaya, kazandıklarımızın sonraki aşamalarını önümüze koymaya göre yapılmış bir uzun hikâyenin izini sürüyoruz. Bir zincir gibi bu. Zincirin sonunda tutacağımız halkayı öngördüğümüz kadar, ancak halkaları tek tek kavrayarak o sona varacağımızı da biliyoruz.
Birbirimizle tartışırken gerçek olmayanları ima etmeyelim. Benim bildiğim, Türkiye İşçi Partisi ne burjuva demokrasisine razı ne de sosyalizm amacından ve devrim programından caydı. Yani yinelemek gerekiyor: Biz politik mücadele içinde özellikle birbirimize karşı ima etmeyiz, açıklık içinde belirtiriz. Tersi bizim politik tutumumuz içinde bulunmaz. En azından 60’larda ve 70’lerde yaptıklarımızı bugün yapmayalım. Onlarca yılın deneyiminden sonra başka türlü bir tartışma kültürü edinmiş olmalıyız.
***
Doğrudur, Avrupa’daki pek çok komünist parti özellikle 1990’lar içinde niteliklerini değiştirdi, çoğu –yıpratıcı olacağı düşüncesiyle– “Komünist” adını da terk edip başka adlar aldı ve sonunda ülkelerinin siyasal hayatında öne çıkma olanaklarını yitirdiler. Sosyalizmin bir sistem olarak varlığının sona ermesiyle ilgili acı bir durum bu ama bir olgu. Türkiye’de TKP’nin ve neden sonra TBKP’nin kısa sürede varlığının erimesi (ben öyle demiyorum ama buna likide olması da deniyor) tamamıyla bu ülkeye özgü bir durumdu ve Avrupa’daki komünist partilerin içine düştüğü nesnelliğe bağlı değildi.
Burada ya da başka yerlerde iktidar (yani devrim) ve proletarya programından söz ediliyor ya, bunu yalnızca söylemenin karşılığı da belirsiz. Lenin’in, alttakilerin artık önceki gibi yönetilmeyi reddettiği, üsttekilerin artık eskisi gibi yönetemediği zaman devrimin oluşacağı sözleriyle belirttiği, çok bilinen klasik devrim tanımını yaptık. (Haluk Yurtsever’in iktidar ve toplumsal proletarya sözcüklerini kullandığı cümleler hep buraya çıkıyor. Bana kalırsa biraz dogmatik. Emekçi sınıfların tümünü içerdiği anlamında kullanılan “toplumsal proletarya” teriminin de uygun bir terim olmadığını da izninizle belirtiyorum.) Bu devrim tanımı geleceği anlatabilir ama şimdi içinde bulunduğumuz durumu anlatmıyor elbette, bunu biliyoruz, kaldı ki bu özlü tanımın artık öylesine çok boyutu var ki ve o boyutlar her ülkede olduğu gibi, bizim ülkemizde de öylesine öngörülmemiş biçimler alabilir ki, bu tanıma dayanarak yapılacak eleştiriler anlamlı da olmaz, yararlı da.
***
Düzeni tepeden tırnağa kuşatmış, merkezileşmenin son kertesine dayanmış sermaye ile onların kapitalist devletine karşı verilen mücadelede Türkiye İşçi Partisi’nin ortaya attığı sosyalist kitle partisi anlayışı sosyalist hareket için önemli. Sosyalist kitle partisinin ne olduğunu ve ona ulaşmak için örgütlenirken, üye sayısını kitleselleşmeyi karşılayacak düzeye çıkarırken –bu bir süreç– o partinin nasıl örgütleneceği, iç işleyişinin nasıl olacağı, kitlesel bir düzeye ulaşmış yüz binlerce parti üyesinin içerde nasıl örgütleneceği gibi ciddi sorunlar var ve çözümlerini tam olarak bilmiyoruz. Arıyoruz, deniyoruz, düşünüyoruz ve artık sosyalist kitle partisinin ne olduğunu düşünsel olarak da netleştirip ortaya koymamız gerekiyor.
Biliyoruz, Türkiye İşçi Partisi’nin önüne daha da kitleselleşme fırsatı çıkmıştı. Belki iyi değerlendirilemedi, o fırsatı değerlendirmek için yetişmiş kadrolar yeterli değildi… Ama bunlar gibi eksiklerle kaçırılan fırsatı yeniden yakalamak için varız. Eksiklerimizin yanında yanlışlar da oldu, yeri geldiğinde dile getiriliyor, daha da açıklıkla dile getirilecektir. Düş kırıklıkları da yaşanıyor arada, onlardan sonra kabuğumuza çekilmeden, durmadan, ânında göstereceğimiz reflekslerle hem yapacaklarımızın ardına düşmek hem de moralleri her zaman canlı tutmak için ne yapılması gerekiyorsa yapmak gerekiyor. Önemli: Bir milyon oy almış bir parti gibi değil de 50 bin oy almış bir parti gibi de davranmayacağız.
Öte yandan, partiyi kitleselleştirirken geniş işçi ve emekçi sınıflar içinde örgütlenmenin önümüze getireceği sorunları yadsımak da kendini marjinalleştirmek olur. Kitleselleşmek sorunsuz olmaz. O sorunlarla karşılaşanlara popülizm etiketini iğnelemek gereksiz, yararsız bir çaba. Üstelik “popülist” dediğiniz zaman “eyyamcı ve oportünist” de diyorsunuz. Sosyal medyada yapıldığı gibi, kolayca. Şunu söyleyelim: Günümüzde işçi sınıfının yapısal ve niceliksel değişimiyle birlikte, dünyada –bu kez yalnızca Batı’da da değil– bu sorunlar oldukça ciddi tartışılıyor. Biz daha tartışmaya bile başlamadığımız için mi sloganlarla birbirimize sesleniyoruz? Böyle mi yapacağız? Yani seçimlerde ünlüleri aday gösterince popülist olunmuyor, popülizm bu değil.
Sonunda elbette hem devrimci hem kitlesel olunur. (Gene güzel bir söz söylemiş olduk ama amacımız bu, artık bunları ciddi düşünelim.)
Proletaryadan söz ettiğimiz zaman onun kapitalizmin erken dönemlerinde açık seçik görülen kimliğinin bugün nasıl değiştiğini ve işçi sınıfının artık toplumun yoksullarının büyük bölümünü içerdiğini düşünüyorsak, bunun demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin biçimlerini, gelecekteki iktidar amacımızla ilgili öngörülerimizi, tasarılarımızı (işçi sınıfının iktidarı mı, halk iktidarı mı), partinin bugünkü sosyalist kitle partisi kimliğinden de başka bir nitelik alabileceğini de düşünmemiz gerekiyor.
Klasik sözlerle ne yaşadığımız hayatı ve mücadele biçimimizi anlatabiliriz ne de kendimizden başkalarını eleştirmek için geçerli ve yaratıcı argümanlar yaratabiliriz.
Bilimsel teknolojik ilerlemeler çağında (Google yirmi beş yıl önce, yapay zekâ daha dün hayatımızda yoktu) kapitalizmin paylaşım alanlarında nasıl bölündüğünü, işçi ve emekçi sınıfların niteliğinin ve niceliğinin nasıl değiştiğini, dolayısıyla mücadelenin hangi yeni biçimleri alması gerektiğini düşünmek yerine, Parti’nin izleyeceği taktiklerin ve stratejinin eleştirisine fırsatçılıkla yaklaşırsak, dogmalarımızı kendi kendimize yinelemekle kalırız. Dogmalar sizden başkasını harekete geçirmez.
Marksizm bir toplumsal değişim ve devrim düşüncesiyse onun temel ilkelerini eleştiri için kullanmak yerine, devrimci değişim için onu yaratıcı biçimde kullanmak ve kapitalizme karşı mücadelenin yeni yollarını bulmak zorundayız. Antikapitalist hareketler yokmuş gibi davranan bir sosyalist hareketin o hareketlerin yarattığı potansiyelden yararlanması da mümkün değilse, biz hangi kitlesel mücadelenin devrimci karakterinden söz edebiliriz. Küreselleşme karşıtı antikapitalist hareket, feminist hareket, gençlik hareketi, ekosistemi ve yaşam alanlarını koruma mücadeleleri ve benzer kitlesel hareketler önümüze radikal alanlar açtıkları gibi, kendi partimizin gözlerini diktiği toplumsal tabanı sürekli genişletir ve devrimci mücadeleye süreklilik sağlar.
Batı’da son yıllarda seçim başarılarını yakından izlediğimiz ve onların çabalarından hangi dersleri çıkarabileceğimizi düşündüğümüz Syriza, Podemos, Otonom Sol gibi oluşum ve partilerin sosyal demokrasinin dışına çıkma, kitleselleşme, zorun üstesinden gelerek seçim başarıları kazanma (kolay değil) örneklerinden nasıl yararlanabileceğimizi ararken yeni teknolojinin ve yeni medyanın nasıl kullanılması gerektiğini de düşüneceğiz. Oralarda da sonunda başarılı olamamış Syriza ya da Podemos gibi oluşumların bu ülkede alanları açılmış da değil.
Biz sosyalist hareketimizin her şeyi bilen özne ve öncü parti kavramı değişmeden bugün de işçi ve emekçi sınıfların önünde nasıl duruyoruz, bunu yeniden tasarlamalıyız. Marx her yeri geldiğinde toplumsal ilişkileri dönüştürmekten söz eder. Toplumsal ilişkileri dönüştürmek, devrimden önce neler yapılması gerektiğini gösteren tılsımlı bir söz değil, sahici bir önerme.
Benim bildiğim elli yıldan beri en çok sosyalistlerin savunduğu ve sahip çıktığı geleneksel temsili demokrasinin artık çürümekte olduğunu görüyorsak, onun yerine nasıl bir parlamenter demokrasi seçeneği koymak istiyoruz, bunu tartışmadan yüksek mücadele sözlerine gereksinimimiz yok. Sosyalizmden önce, o yeni demokrasi tasavvuru içinde, devletin yürütme ve yasama kurumlarını, yargı ve güvenlik örgütünü, bürokrasiyi ve başta eğitim, sağlık ve barınma olmak üzere bütün hegemonya alanlarını nasıl yeniden tasarlıyoruz? Bunları önümüze koymadan devrim ve komünizm sloganlarıyla birbirlerine bakanlar da marjinalleşmekten kurtulamaz.
Bu ülkede yaşadığımız hayat çok ciddi bir ekonomik kriz içinde kavruluyor, finansal kriz ekonomik krizin derinleşmesinde belirleyici ama yönetenlerin katında siyasal kriz derinleşmiş değil, devrimci bir kriz koşullarında da bulunmuyoruz.
Genel geçer devrimci sözlerin değil, savaşarak yaratacağımız hikâyelerin izindeyiz.