Demokrasinin sanata ihtiyacı, bir tür ‘Yüzsüz’lük müdür?
Dario Fo’nun sistem eleştirisi yaptığı tiyatro klasiği Yüzsüz’ün (Bêrû) Kürtçe versiyonu geçen günlerde resmî makamlarca engellendi ve büyük tepki aldı. Hal böyle iken, Deniz Polat Akgün’ün hukuk, sanat ve ifade özgürlüğüne değinen ‘Sanat Özgürlüğü’ isimli kitabı ve mesajlarını da anımsamak, kaçınılmaz oldu.
İstanbul Şişli’de bulunan On İki Levha Yayıncılık tarafından
geçen aylarda basılan, akademisyen Deniz Polat Akgün imzalı
‘Sanat
Özgürlüğü’ kitabı, bilhassa Türkiye gibi ifade özgürlüğü,
entelektüel mülkiyet ve kültürel, sanatsal değer taşıyan herhangi
bir eserin sosyal, sembolik veya ticari geleceği ile ilgili ‘çatık
kaşlı’, ‘kravatlı’, ‘cübbeli’ tüm hukuki konularda, küresel ve
yerel örnekleriyle emsal niteliğini taşıyor.
Kitabın Türkiye için ‘bitmek tükenmek bilmez’ bir referans ve
kılavuz özelliği gösterdiğini ispatlamak için, çok değil, diyelim
ki son bir ayda kültür-sanat faaliyetlerine yönelik fikir hürriyeti
ve telif hakları çıkışlı hukuki davaların ya da vakaların sayısına
bakabilmek yeterli gibi.
Bu da tatmin etmezse, geçen hafta yaşanan ‘Kürtçe tiyatro oyunu’
krizini hatırlamak mümküni: Anımsanacağı üzere, Şehir
Tiyatroları’nın sahnelediği ‘Bêrû’ adlı Kürtçe oyunun yasaklanması,
büyük tepkiye neden olmuştu. Konuyla ilgili konuşan İstanbul
Büyükşehir Belediyesi (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu, ‘Kürtçe oyun
oynatmak suç oldu,’ derken, oyunun yönetmeni Nazmi Karaman, yapımın
Kürtçe olduğu için yasaklandığını dile getirmişti. Yapım, İBB Şehir
Tiyatrosu’nda ilk defa sahnelenmesine saatler kala, Gaziosmanpaşa
Kaymakamlığı tarafından yasaklanmıştı. Proje, İBB’nin salgın
nedeniyle maddi sıkıntı yaşayan Mezopotamya Kültür Merkezi’nin
(MKM) tiyatro grubu Yeni Yaşam Tiyatrosu’na (Teatra Jiyana Nû)
destek vermek amacıyla, Şehir Tiyatroları Gaziosmanpaşa Sahnesi’nin
kapılarını açması ile gündeme gelmişti. Türkçesi ‘Yüzsüz’ olan ve
Kürtçe sahnelenmesi için çevrilen eser hakkında, Gaziosmanpaşa
Kaymakamlığı, ‘terör örgütü propagandası’ yapılacağını ileri
sürmüştü. Tiyatro oyunuyla ilgili soruşturma başlatan Valilik
tarafından da, “Terör propagandası yapmak kanunlarımızda yasaktır,”
denilmişti. Keza Oyuncular Sendikası’nın da aralarında yer aldığı
altı kurum da yasağa tepki göstermiş ve daha önce defalarca
sahnelenmiş Bêrû’nin yasaklanmasının kabul edilemeyeceği belirtilen
açıklamada, “Bu yasaklama bu yüzyılda sanatın ve tiyatronun
işlevinin anlaşılmadığının ifade ve sanatın üstünde uyarıcı
gücünden korkulduğunun yansımasıdır. Bu anti-demokratik tavır
sanatçıların ifade özgürlüğü ve kadim dillerden Kürtçenin kamusal
görünürlüğüne vurulmuş bir darbe” denilmişti.
İşte hal böyle iken, benim de kitabına dikkat çekmek istediğim
Akgün
çalışmasının çıkış noktasını dillendirdiği eserin önsözünde,
‘sanat özgürlüğüne duyulan ihtiyacı felsefî düzeyde de
tartışabilmek ve bu tartışmayı temele yerleştirebilmek’
konusunun altını çiziyor.
Sanat Özgürlüğü, Deniz Polat Akgün, On İki Levha
Yayıncılık, 2020, 466 syf.
Yazarın, pek çok meslektaş ve ustasından edindiği yönlendirme ve
tavsiyeler ile güvenilirliğini ispatlayan kitabı bu açıdan, ‘sanat
özgürlüğü’ dolayısıyla, etik, insan onuru, ahlâk ve toplumsal
cinsiyet gibi, üzerinde yoğun olarak çalışması gereken kavramlara
dair önerdiği yapıcı yol haritalarıyla cazibesini katlıyor.
Akgün, kitabın ‘insanın değerini gerçekleştirebilme amacının
görünümlerinden biri olarak sanatın ihtiyaç duyduğu bu özgürlüğün
nasıl güvence altına alınabileceği’ üzerine olduğunu aktarıyor.
Kitabında ‘dışsal’/externalist bir yöntem belirleyen Akgün,
sanat felsefesi, siyasal düşünceler tarihi, siyasal tarih, siyaset
bilimi, sosyoloji ve sanat sosyolojisi gibi alanlardan destek
alıyor. Deniz Polat Akgün böylece ‘içsel’/internalist bir bakış
açısıyla hareket etmiyor ve yalnızca hukukun veri ve yöntemleriyle
yetinmemiş oluyor. Yazar ve akademisyen ayrıca, çalışmanın
tamamında tematik bir yöntem izliyor ve bu konuda, Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi ile Türk Anayasa Mahkemesi’nin, bununla birlikte
de diğer ulusal ve ulusalüstü yargı organlarının konuyla ilgili
kararlarını çözümleyerek değerlendiriyor.
Yazarın verdiği bilgilere göre, ‘Sanat Özgürlüğü’ kitabı iki
bölümden oluşuyor. Kitabın ilk bölümünde, sanatın zanaatten
bağımsız bir uğraş olarak kabul edilişine kadar geçen süreç,
sanatçılar için özgürlük düşüncesinin doğuşu ve bu düşüncenin
sanatçılar için anayasal bir hakka dönüşmesinin tarihsel ve
düşünsel kaynakları, ayrıntılı olarak inceleniyor. Yazar, böyle bir
başlangıcı tercih ediyor oluşunu açıklarken, sanat özgürlüğünün
yorumlanmasında, tanınmasında ve hukuken güvenceye alınmasında
tarihsel ve düşünsel sürecin öneminin göz önüne alınmış olmasına
dikkat çekiyor. Akgün, eserin yalnızca kronolojik bir tarihsel
çalışma olmasından özenle kaçındığı bu bölümünde, yalnızca Batı
toplum düşüncesine değil, sahip olduğu önem ve etki düzeyi dikkate
alınarak İslâm dünyasındaki düşünsel ve tarihsel gelişmelere de yer
veriyor.
Ardından, sanat özgürlüğünün hukuk tarafından ulusal ve
ulusalüstü düzeyde tanınması ve bu tanımanın, hangi hukukî
düzenlemeler aracılığıyla yapıldığı, kitabın bir diğer konu başlığı
oluyor. Akgün bu noktada, Anayasa ve kanunlar gibi hukuki
düzenlemeler yanında, bölgesel ve uluslararası sözleşmeler ile,
konuyla ilgili ulusal ve ulusalüstü yargı kararları aracılığıyla,
sanat özgürlüğünün hangi çerçevede güvence altına alındığının
karşılaştırılmalı olarak değerlendirilmesine de çalışıyor.
Kitabın -bana göre ‘can damarı’ sayabileceğimiz- ikinci
bölümünde ise, Akgün sanat özgürlüğünün ‘hukukî çerçevesi’ni
oluşturma yoluna gidiyor. Bu kapsamda sanat özgürlüğünün niteliği,
işlevi, konusu, özgürlüğün öncelikli unsuru olarak ‘sanatsal’
niteliğin anlamı, ‘gerçek’ kişiler, ‘tüzel’ kişiler ve ‘sanat
dünyalarına özgü topluluklar’ başlıkları altında, özgürlüğün
özneleri; sanat özgürlüğünün diğer temel hak ve özgürlüklerle
ilişkisi, iki aşamadan oluşan koruma alanı; özgürlüğün yükümlüleri
ve hakkın yatay etkisi ele alınıyor.
İlgili bölümün devamında ise, sanat özgürlüğünün sınırlanması
rejimi, sınırlama için öngörülen ölçütler ve sanat özgürlüğü
üzerindeki tartışmaların, geçmişten günümüze temel köşe taşlarını
oluşturan sanat eserlerinin müstehcenlik, nefret söylemi ve dinî
içerik nedenlerine bağlı olarak sınırlanması ayrıntılı olarak
inceleniyor.
Deniz Polat Akgün’ün gerçek bir başvuru kaynağı olarak konunun
ilgilisi tüm sanat ve kültür profesyonellerine önerilesi
çalışmasının bir sonraki bölümü ise, ‘sanat özgürlüğünün
korunması’na dayandırılıyor. Bu kapsamda yazar, korumaya ilişkin
oluşturulmuş yargı dışı ve yargısal araçlar, devlete düşen pozitif
yükümlülükler ve sanatçın ve sanatçının devlet ve serbest piyasa
aktörleri tarafından desteklenmesinin oluşturabileceği olumlu ve
olumsuz sonuçlar üzerinde duruyor. Diğer pek çok özgürlük gibi,
sanat özgürlüğünün de tarih boyunca iktidarların etkisi altında
şekillenmiş olması temel alınarak, özellikle devlet-sanat
ilişkisine veya sanat ve iktidar arasındaki çatışmalara, bu kitapta
kapsamlı olarak yer veriliyor. Akgün eserinde, sanatın insanın
değerini yansıttığı ve hatta onu yüceltebilme olasılığını
barındırdığı düşüncesiyle, sanat dünyalarına ait özgürlük alanının
sanatın özgün doğasına dokunmadan nasıl belirlenebileceğini
araştırıyor.
Kitabın ‘içindekiler’i büyüteç altına aldığımızda ise, karşımıza
‘Sanat Özgürlüğünün Tarihsel Gelişimi ve Hukukça Tanınması’ndan,
bunun ’Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmelerinde Sanatın Özgürlüğü’ne
etkisine, ‘Sanat Özgürlüğünün Hukukî Çerçevesi’nden ‘Sanat
Özgürlüğünün Sınırlanması’nda ‘Kanunla Sınırlama’ya, oradan bu
sınırlamanın nedenlerine ve ‘Nefret Söylemi’, ‘Dinî İçerik’ ve
‘Sınırlamanın Sınırı olarak İki Ölçüt’ başlığı altında vurgulanan
‘Demokratik Toplum Düzeninin Gerekleri’ne ve bu ‘Hakkın Özü’ne
varan, çok değerli bilgi, kaynak ve yorumlar art arda ortaya
konuluyor. Kitap elbette, yazarın ‘sanat özgürlüğünün korunması’na
adadığı satırları ve sonuç metniyle okura vedasını sunuyor.
Buna mukabil, yazarın kitabının büyüteç altına almak istediğim
bir kısmında, ‘Sanat Özgürlüğünün Sınırlanması’ başlıklı dördüncü
bölümde Akgün, konuyu ‘genel olarak’ dikkatimize sunarken, 249’uncu
sayfada şu cımbızlık saptamalarda bulunuyor:
“Sanat özgürlüğünün konusunu oluşturan aşamalara göre
sınırlama rejimleri de farklılık gösterir. Bir sanat eserinin
oluşum aşamasında, eser henüz başkalarının erişimine açılmadan
herhangi bir şekilde sınırlamaya gidilemeyeceği ve anayasal
korumanın mutlak olduğu açıktır. Bu kabul, düşüncelerin dış dünyaya
yansıdığında etki doğuracağı ve ancak bu aşamadan sonra hukukun
sınırlama rejimine tabi olabileceği önermesinin de doğal bir
sonucudur. Aksi halde, doğrudan sanatsal yaratıcı faaliyetin, başka
bir ifade ile düşünme eyleminin sınırlanması söz konusu olacaktır
ki, demokratik bir düzende bunun kabul edilmesi mümkün değildir.
Dolayısıyla, sanat özgürlüğüne yönelik ve belirli anayasal ölçüler
çerçevesinde getirtilebilecek sınırlamalar, ancak sanat eserinin
etki doğurma aşamasıyla birlikte tartışılabilir hale
gelir.”
Kitabın 394’üncü sayfasında, sanat özgürlüğünün sınırlanmasında
bir önemli noktaya daha değinen Akgün, şu ifadeleri bizimle
paylaşıyor:
“Sanat özgürlüğünün sınırlanmasında önemli nokta, özgürlüğün
konusu olan sanat eserini yorumlarken, sanatın özgül niteliğine
uygun düşecek bir yaklaşım seçmektir. Bu kapsamda, diğer ifade
türleriyle sanatsal ifadeler arasındaki nazik fark özenle dikkate
alınmalıdır. Bunun için uyuşmazlık konusu bir sanat eseri
değerlendirilirken, eserin ortaya koyduğu değer yargısından veya
hangi değer yargısını içerdiğinden bağımsız olarak yalnızca ve
doğrudan ‘sanattan’ yana bir yaklaşım izlenmelidir. Öyle ki, sanat
uzunca bir süredir yalnızca ‘güzel’ veya ‘hoşa giden biçimler’
yaratma gayreti olmaktan çıkmış, aksine kimi zaman sırf ‘hoşa
gitmeyenleri’ dışa vurmak için bir yol olarak tercih edilir
olmuştur. Hukukçu, konuya ilişkin her uyuşmazlıkta sanatın
anlamında yaşanan dönüşümü ve buna bağlı olarak bir sanat eserinin
doğası gereği kışkırtıcı, şaşırtıcı, eleştirel, rahatsız edici ve
hatta kimi zaman incitici olabileceği gerçeğini göz önünde
tutmalıdır. Sanatsal niteliğe ilişkin değerlendirmelerde
bulunabilmek için, ihtiyaç duyulan bu açık fikirlilik, sanat
özgürlüğünün kapsamını ve koruma alanını belirlerken çoğulcu toplum
yapısına da uygun bir sonuca varılmasını sağlayacaktır. Bu
çerçevede demokrasinin sanata, sanatın ona olandan daha çok ihtiyaç
duyduğunu hatırlamak gerekir. Gerçekten de sanatla özgürce
uğraşılması, hem demokrasinin kendi kendini gerçekleştirebilmesi,
hem de hoşgörü toplumu için bir gerekliliktir. Dolayısıyla, sanatın
- özellikle de kışkırtıcı sanatın - demokrasi için bir sınav
olduğunu, özgür toplum niteliğini de güvence altına alabilmek için
demokrasinin sanata ihtiyaç duyduğunu söylemek, yanlış
olmayacaktır.”
Demokrasinin sanata gereksinimi hakkında yaptığımız bu
tespitlerden sonra, 1997 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Fo’nun Yüzsüz
adlı oyununa yeniden bakalım: Eser ‘Borazanlar ve Bırtlar’ başlığı
ile de biliniyor. 2016’da yitirdiğimiz Fo’nun oyununa dair özet
şöyle açıklanıyor:
“1978 yılında İtalya'da Kızıl Tugaylar, Hıristiyan Demokrat
Partisi’ne mensup politikacı Aldo Moro'yu kaçırdı. Merkez sağın en
etkin kişilerinden birinin yaşamına karşılık, 12 hasta siyasî
tutuklunun serbest bırakılmasını istediler.
Hükümet, araya Moro'nun ailesi, arkadaşları ve Papa VI.
Paul'ün girmesine rağmen pazarlığı kabul etmedi. Hatta Papa,
Moro'ya karşılık kendisinin rehin alınmasını talep etti.
Kaçırılmadan 55 gün sonra görüşmelerden sonuç alınamaması nedeniyle
Moro'nun cesedi bir parkta bulundu.
Bunun üzerine Dario Fo, Yüzsüz: Klakson, Borazanlar ve
Bırtlar adlı eserinde bu konuyu ele aldı, ama bir farkla: Kaçırılan
Aldo Moro değil, FIAT'ın başkanıydı. Kaçırılan bir siyasi değil de
bir sanayici olursa acaba devlet bu kez ne yapardı?
FIAT’ın patronu Agnelli Kızıl Tugay tarafından kaçırılır.
Kızıl Tugay militanlarının kullandığı arabanın kaza yapması sonucu
Agnelli, olay yerinde tesadüfen bulunan FIAT’ın teknisyenlerinden
Antonio tarafından kurtarılır. Ancak Antonio tanınmayacak haldeki
ağır yaralı Agnelli'nin üzerinde kendi kimliğini unutur.
Doktorların yaptığı bir dizi estetik ameliyatla Angelli hayata
dönerken, cebindeki kimliğin sahibi Antonio'nun da yüzünü alır.
Artık, ülkenin en önde gelen işadamlarından birinin suratında bir
işçinin yüzü vardır. Üstüne üstlük Angelli'nin artık bir karısı ve
sevgilisi de olmuştur bu yeni yüzü ve kimliği sayesinde!”
Yeni Yaşam Tiyatrosu (Teatra Jiyana Nû) Yönetmeni Nazmi Karaman,
üç yıl önce Bianet’e verdiği bir röportajda, oyunu şöyle
yorumluyor:
“Oyun; sermaye-devlet-halk üçgenindeki ilişkilerin
sorgulanmasını anlatıyor. Dario Fo kaçırılan bir siyasetçi değil de
sermayedar olduğunda işlerin nasıl değiştiğine dikkat çekiyor.
Bütün hükümetler sermaye ile yürüyor. Herkesi kurban edebilirler
ama sermayeye bağımlılar. Ekonomi çöktüğünde her şey bitiyor. Dario
Fo oyunu yazdığında İtalyan meclisinde tartışmalar oluyor. TV’deki
programları, oyun gösterimleri iptal ediliyor. O dönem anlatılan
siyasi durumlarla bugünkü çok benziyor. 80’de yazılmasına, aradan
40 yıla yakın zaman geçmesine rağmen hiçbir şey
değişmemiş.”
İşte, tam da hiç bir şeyin değiş(e)mediği o 40 yılın hatırına,
Deniz Polat Akgün’ün ‘Sanat Özgürlüğü’nün kitabı bu noktada kendi
kıymetini Türkiye ve dünyada bu alanda yaşananların karşısında
ispatlıyor ve bize şu soruyu miras bırakıyor:
Demokrasinin sanata ihtiyacı, bir tür ‘Yüzsüz’lükten mi
kaynaklanır?