DP, ticaret burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerinin temsilcisi kimliğiyle, etkileyici bir halk hareketi sonunda, demokrasi için zafer sayılabilecek bir süreçte büyük başarıyla iktidar oldu ve yıllar içinde, toprağında filizlendiği demokratik sistemin sonunu getirecek bir yere savruldu.
Prof. Cem Eroğul’un, Türkiye’deki ilk siyasal parti monografisi olan Demokrat Parti adlı kitabına başlamış ve ilk yazıyı, bir birinci sınıf öğrencisinin bana gösterdiği tepki ile bitirmiştim. Devam...
Her birimiz yaşama bir diğerinden farklı bakabiliriz/bakıyoruz kuşkusuz. İnsan olduğumuza ve bir insanın ‘annesini sevmesi’ dahi aslında ideolojik olduğuna göre, okur ve yazarken de ideolojimizin etkisi altındayız. Bu son derece doğal. Tercihlerimiz, bizlere, tarihsel olayları değerlendirirken ‘uygun’ araçları sağlar. Bir liberalin olup biteni anlamlandırmaya çalışırken kullandığı kavram seti ile bir sosyalistin terminolojisi kuşkusuz farklıdır. Ancak nihayetinde her ikisi de aynı olay ya da olguya bakar ve bakılan ‘konum’ ile ‘bakılan olay/olguyu’ aynı düzlemde görme yanılgısına düşmemek gerekir.
Örneğin DP, ilk döneminde Türkiye kaynaklarını yabancı sermayeye açan ve aşağıda anılacak bazı yasalar kabul etmişti. Biri, bu gelişmeyi takdir edebilir, oysa bir diğeri için söz konusu yasalar hiç de olumu bir gelişme sayılmaz. İki farklı görüşün varlığı olağandır ancak o yasalar hiç çıkarılmamış gibi değerlendirme yapmak, ideolojik değil, ahlaki bir tercihin sonucudur. Açıkçası, yalancılıktır. Demek ki, örneğin incelediğimiz konu bir siyasal partiyse, onu tüm yönleriyle ele almak, bunu içinde filizlenip serpildiği ‘koşulları’ hesaba katarak yapmak durumundayız. Çünkü siyasal/ekonomik koşullar ve hele ki o hareketin sınıfsal temeli görmezden gelinirse, tarihten geriye ‘iyi’ ve ‘kötü’ insanlar ile içi boş ‘sıfatlar’ kalır.
Ders sonrasında arkamdan koşup gergin bir ifadeyle bana "27 Mayıs darbesini savunduğunuzu düşünüyorum" diyen öğrenci; ana karnından çıktıktan sonraki 19 yılını, genellikle yalan söylenen bir toplumda geçirdi. Apaçık gerçeklerin dahi inkar edildiği bir toprakta. Milli eğitim tornasından geçti, tutucu/sağcı bir kasaba ve aile ortamından geldi. 19 yıl boyunca ‘kafasını karıştıracak’ herhangi bir düşünce kırıntısıyla karşılaşmadı. DP hakkındaki bilgisi, hayran olduğu Erdoğan’ı havaalanında ‘kefen kuşanarak’ karşılayanların tarih bilgi/bilinciyle sınırlı. Zaten yaşamı süresince gördüğü tek iktidar AKP, bildiği tek lider Erdoğan. DP ve Menderes denildiğinde, ‘astınız’ ifadesini hatırlıyor. Asanların CHP’li olduğunu, CHP’nin solcu olduğunu ve doğal olarak benim de Menderes’i idam eden zihniyetin temsilcisi olduğumu düşünüyor. Düşünmek sözcüğü yanlış, her şeyin ‘öyle’ olduğuna ‘iman’ söz konusu. Haliyle SBF’de hocalarının anlattığı hemen her konu onun beyninin yıkanmasına yönelik; geldiği ortamda ‘duyduklarının’ doğruluğu konusunda en küçük kuşkusu yok ve kuşku yaratma ihtimali olan her kırıntıdan nefret ediyor. Çünkü aldığı ilk ortaokul eğitimi de, memleketi o ‘kasabanın’ cenderesine sokmaya yönelik örgütlenmiş durumda. DP’yi ve Menderes’i yere göğe koyamayanların rahle-i tedrisinden geçmiş. Peki, o çocuk zıt bir dünyada yetişseydi, bu kez örneğin Menderes adından nefret etmesi mümkün müydü? Tabii ki. Yüceltme ve yerin dibine batırmayı ‘düşünce’ sayan bir memlekette, doğal ve anlaşılır olan budur!
Cem Eroğul’un çalışması gibi eserler, işte böylesi hastalıklarla mücadele açısından son derece önemli. Farklı ideolojilere mensup okuyucunun katıldığı ve katılmadığı yerler olur/olacak kuşkusuz, ancak bilirsiniz ki bilimsel yöntem ve düşüncede tutarlılıktan ödün verilmemiş, konu enine boyuna incelenmiştir. Kitapçılardaki ‘tarih çalışması’ raflarında ‘propaganda’ eserlerinin her geçen gün arttığı günümüzde, bu kitaplar daha da kıymetli hale geliyor.
Cem Eroğul DP’yi dönemlerine ayırarak inceliyor. Yıllar sonra AKP hakkında yazılacak ‘ciddi’ çalışmalarda yapılacağı gibi. Muhalefetteki dönem, 1950-1954 (yükselme devri) arası, 1954-1957 (duraklama devri) arası, 1957-1960 (çöküş devri). Her bir dönem, kendi içinde alt başlıklara ayrılıyor ve DP hükümetlerinin iç ve dış siyaseti, ekonomi alanındaki tercihi, hukuksal gelişmeler, parti içi tartışmalar, kongreler, meclis içi ve dışı muhalefet ile ilişkiler, ayrıca ele alınıyor.
DP’nin kuruluş aşamasından, bir önceki yazıda söz etmiştim. DP, CHP’nin ‘demokrasicilik oyununa’ gelmedi, bunu reddetti ve yasa dışı yollara sapmadan gerçekleştirdiği kararlı muhalefet sayesinde, tek parti baskısından bunalmış halk kitlelerini çok kısa sürede çevresinde toplamayı başardı. Dolayısıyla, DP’nin ilk yılları, altını bir kez daha çizmeli, etkileyici bir halk hareketidir. Halk iltifatı CHP’yi öyle telaşlandırdı ki, 1947’de yapılması gereken seçimler 1946’ya alınıp 21 Temmuz’da yapıldı. DP 465 milletvekilliği için (1924 Anayasası’nda vekil sayısı sabit değildi) 273 aday gösterdi, ancak yalnızca 62’si seçildi. Oysa herkes, DP’nin gerçek gücünün bunun çok üzerinde olduğunun farkındaydı. CHP, tüm itirazlara rağmen sonuçları tartışmayı reddederek ilan etti. 1946, tarihimizin skandal seçimlerinden. 2017 anayasa değişikliği halk oylamasında ne yazık ki tüm prestijini kaybeden YSK, işte bu gelişmelerin ardından 1950 yasasıyla, ezcümle DP’nin muhalefeti sonucunda kurulmuştu.
DP, 1946 seçim sonuçlarını protesto eden mitingler düzenledi. Sonrası malum. Sine-i millete dönme açıklamaları, İnönü’nün yansızlığını duyurduğu 12 Temmuz Beyannamesi (1947), CHP’den, başta hükümet değişiklikleri ve demokratik yasalar (seçim, özerk üniversite gibi) olmak üzere karşı hamleler geldi. Hiçbiri DP’nin yükselişini engelleyemedi ve 14 Mayıs 1950’de (artık hâkim denetiminde!) yapılan seçimleri yüzde 53 oyla kazandı. CHP, (kendi işine gelir düşüncesiyle!) ‘il temeline dayalı liste usulü çoğunluk’ sistemini (oyların çoğunluğunu alanın tüm listesinin seçildiği) kabul etmişti ancak umduğunu bulamadı ve DP 487 vekillikten 408’ini kazandı. Yüzde 40 oy alan CHP ise yalnızca 69 üyelik kazanabildi.
İsmet İnönü, koltuğunu bırakmasını bildi (bugünün Türkiyesi’nden bakıldığında, 'bırakmayıp ne yapacaktı?' sorusu herhalde son derece aptalca olur!) ve 10 yıllık DP iktidarı başladı. Önce Osmanlı, sonrasında tek parti iktidarı ardından çok partili yaşama kazasız belasız geçilmesi, hayli önemli bir eşikti. Celal Bayar cumhurbaşkanı, Adnan Menderes başbakan oldu. Şunu bir kez daha hatırlatmakta yarar var: DP, diğer partiler gibi, elbette kurulduğu günden son bulana dek aynı kalmadı. Bu yüzden dönemlere ayırıyoruz. Ancak aynı kalan ve incelemede öncelikle ‘temel’ alınması gereken bir şey var ki, o da sınıfsal niteliği. Ticaret burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerinin (Nitekim Menderes de Aydın’ın büyük çiftlik sahibi ailesinden) temsilcisi. Hâl böyleyken çok partili yaşama ‘solsuz’ geçildi. Burjuvazinin farklı tabakalarını temsil eden DP ve CHP arasında bu konuda işbirliği var. Çok partili sistemi, sol akımlara ‘birlikte’ kapattılar.
Nasıl bir ‘on’ yıldı? Okumayanların kitabı okuyacağını göz önünde bulundurarak, çok kısaca:
1950-1954 arası DP için her şeyin yolunda gittiği yıllar. Dört yılda milli gelir yaklaşık yüzde 40 artıyor. Kaynağında tarım kesimindeki ilerleme var. Traktör sayısındaki artış, Kore Savaşı nedeniyle tarım ürünlerine yoğun talep, uygun mevsim koşulları... Kara yolu ve köprü yapımı da (pazar ekonomisinin altyapısı) hız kazanıyor. Zenginleşme her kesimde var var olmasına da, bir plana dayanmadığı ve toprak reformu gerçekleştirilmediği için haliyle varlıklı olanların varlıklarını orantısız biçimde artırması söz konusu. Tabii, ekonomideki bu canlanmaya, halkın ‘özgüvenini artıran’ başkaca ‘başarılar’ da eşlik ediyor. Örneğin halihazırda bıkkın kitlelerde gözlemlenen ‘bürokrasi düşmanlığının’ perçinlenmesi ki etkileri bugüne dek devam etmiştir Ayrıca eski/katı laiklik anlayışının terk edilmesi de (CHP’li vekillerin de oyuyla Türkçe ezandan vazgeçilmesi gibi) geniş gelenekçi kesimlerde bir ferahlamaya neden oldu.
DP’nin özel teşebbüse verdiği destek, ‘yabancı sermaye’ için de geçerli. 1951 ve 1954’te yabancı sermayeyi destekleme yasaları çıkarılıyor. Diplomaside Atatürk’ün denge siyaseti terk ediliyor. NATO’ya girmek için binlerce kilometre uzaktaki Kore’ye asker gönderilmesi, hükümetin bir ‘pakt hummasına’ tutulması (Balkan Paktı vs.) bu dönemin özellikleri. DP, o gün bugündür eşi benzeri olmayan ölçüde Batı ve ABD yanlısı. 'Üçüncü dünya ülkeleri'nin verdiği ulusal mücadelede her zaman emperyalistlerin hizasında. Cezayir’e karşı Fransa’nın yanında saf tutmak gibi, örneğin.
DP’nin ABD ile utanç verici ittifakı için ‘yanlı’ sözcüğünü kullanmak dahi hafif kalır. Kurtuluş Savaşı vermiş bir memleketin hükümeti olarak DP, 'üçüncü dünya ülkeleri'nin siyasette ağırlık kazandığı Bağlantısızlar Hareketi'nin (bağımsızlığın tarafsızlıkla korunabileceğini düşünenler) Bandung’ta yaptığı toplantı esnasında ABD’ye mahcup edici bir destek veriyor. Tarafsızlık siyasetini reddediyor DP. Çünkü ABD, ittifakları reddeden bu siyasete karşı ve Dışişleri Bakanı Dulles, ‘tarafsızlık ahlaksızlıktır’ buyuruyor. Cem Eroğul’a göre, DP’nin ABD’nin dümen suyundan gidişinin sonucu, dış politikada hızlı bir çürüme içine girmesi oldu. Celal Bayar’ın bir ay süren meşhur ABD gezisi (İngiltere üzerinden) ve geziye yönelik görgüsüzce övgüler, dönemin önemli sembollerinden biri.
DP muhalifken verdiği liberalleşme sözlerini iktidar olduğunda unuttu. Demek ki siyasetimizin belirleyici niteliklerinden olan yalancılık da hiç yeni değil! En büyük sözü olan ‘grev hakkını’ hiç bir zaman tanımıyor. İnönü CHP’sinin köküne kibrit suyu dökmeye başladığı Köy Enstitülerini kapatmak DP’ye kısmet oluyor. TCK’nin baskıcı hükümleri daha da ağırlaştırılıyor. Millet Partisi sudan bir gerekçeyle kapatılıyor. CHP’nin mallarına el konuyor. Muhaliflere baskı yoğunlaşıyor.
Ancak tüm bu olumsuzluklar ilk yılların coşkusu içinde fazla dikkat çekmedi. Malum, takke düşmeden kel görünmez. DP için takkenin düşüşü, 1954 seçimlerinde ulaştığı ‘olağanüstü’ başarılı sonuç ile başladı. Yüzde 56.6 oy ile vekilliklerin yüzde 91.5’ini (490 üyelik) kazandı. Menderes 1950’deki yerel seçimlerden sonra CHP’yi ‘muhalefetten de tasfiye edeceğini’ söylemişti ve gerçekten, etti! Buna mukabil, bu aynı zamanda gerileme ve çöküşün de başladığı bir yıl oldu.
1954 seçiminden sonra neler mi oldu? Örneğin DP, seçimi kazanamadığı Kırşehir’i (Bölükbaşı’nın memleketi) ilçe yaptı. İnönü’nün memleketi ucuz kurtuldu, onu yalnızca ikiye bölüp Malatya’dan bir de Adıyaman çıkardı! Genel azil yasasıyla, hoşa gitmeyen memurların (hâkim, öğretim üyesi vs.) keyfi biçimde görevden alınmalarının yolunu açtı. Kıbrıs görüşmeleri sürerken düzenlenmesini istediği kitle gösterileri, 6-7 Eylül 1955’te onların da kontrolünden çıkarak, azınlıklara yönelik utanç verici katliam ve talana (bulunan sorumlular elbette komünistlerdi!!) yol açtı. Parti içi muhalefet (örneğin dört kurucudan biri Fuat Köprülü ayrılıp karşı cepheye geçti) başladı. İlk yılların uluslararası koşulları (ve uygun doğal koşulların yardımı) değiştiği için ekonomi kötüye gitmeye başladı; örneğin ilk kez 1954 seçiminin yapıldığı yıl milli gelir yüzde 8.8 azaldı. 1956’dan itibaren her tür muhalefete karşı (basın, üniversite, sendika vs.) anti-demokratik hücum şiddetlendi. İşler kötüye gidince, aynen 1946’da telaşa kapılan CHP gibi, DP de 1958 seçimlerini erkene aldı. 1957 seçimlerinde eski coşku kalmamıştı artık. CHP oy oranını yüzde 40’lara yükseltirken DP bu kez yüzde 50’yi bulamadı (47 küsur). O dönemin anlayışında yüzde 50’nin altında oy, ‘çoğunlukça’ istenilmediği anlamına geliyordu.
İşler sarpa sararken, DP de hızla kontrolünü kaybediyordu ve sonraki üç yıl, giderek ‘buyurganlığa’ yöneldi. Özellikle 1958’den sonra. Muhaliflere sürekli baskı ve tahammül edilmez yasaklardan tutun, her gün DP yandaşlarının isimlerinin radyodan okunduğu Vatan Cephesi’nin kurulmasına, İnönü’nün aracına saldırılmasına dek varan gelişmeler yaşanıyordu. Yurttaşlar arasında belirgin bir kamplaşma, köylerde camilerin ayrılması, gazetelerin beyaz sütunlarla çıkması (yani, yayın yasaklarının yayınlanmasının da yasaklanması!) vb.
Ve son olarak, o meşhur Tahkikat Komisyonu. 18 Nisan 1960’da, ‘CHP'li bir kısım basın hakkında’ araştırma yapmak üzere 15 DP’li milletvekilinden oluşacak bir komisyon. Gizli çalışacak, kararlarına itiraz edilemeyecek, olağanüstü ‘tedbirler’ alabilecek ve hükümetin tüm araçlarından yararlanabilecek. İtiraz edenler hapis cezasına çarptırılabilecek! Yargı yetkisinin de yasama organına devri, anlayacağınız.
Neredeyse kitabı bitireceğim, okumanıza gerek kalmayacak! Mesleki deformasyona (bu da ‘Akdenizlilik’ gibi bir üçkâğıtçılık ya neyse!), gevezeliğe verin. En iyisi burada bitireyim, kitaptan alacağınız tadı kaçırmayayım...
Dönelim başa. O öğrenci, işte tüm bunları dinledikten sonra tepki göstermişti. Hiçbir şey bilmediği DP hakkında, olumsuz tek bir sözcük duymaya tahammülü yoktu. Ona söylediğimi burada da yineleyeyim:
DP, ticaret burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerinin temsilcisi kimliğiyle, etkileyici bir halk hareketi sonunda, demokrasi için zafer sayılabilecek bir süreçte büyük başarıyla iktidar oldu ve yıllar içinde, toprağında filizlendiği demokratik sistemin sonunu getirecek bir yere savruldu. Kuşkusuz karşısında da demokrasinin sembolü sayılamayacak biri, İnönü vardı ancak iktidar sorumluluğunu taşıyan, DP idi. Hem söz konusu demokratik başlangıç hem de tüm buyurgan eğilimleri, aynı partinin farklı dönemlerdeki nitelikleriydi. DP’nin Türkiye’de darbeler geleneğini başlatan bir askeri darbe ile yıkılmış olması ve sonrasındaki berbat darbe yargılamaları; üç siyasetçinin bugün hâlâ altından kalkılamayan siyasal travmaya neden olmuş utanç verici idamları (TSK içindeki bir cuntanın marifetiyle), partinin aşamalarını ve sonunda vardığı noktayı görmeyi engellememeli. Mesele bu.
O öğrenci muhtemelen ikna olmadı. Öyle bir niyeti de yoktu sanırım. Ne yapalım, elden gelen bu. Bir ara Gazete Duvar’a yalnızca öğrenci tipleri üzerine ‘sohbet’ yazısı kaleme alacağım nasıl olsa, orada devam ederim!
Ezcümle, Cem Eroğul’un Türkiye’de yazılmış ilk parti monografisi olan Demokrat Parti adlı kitabını öneririm. Kendi yanıtınızı verirsiniz, ‘Demokrat Parti, demokratik bir parti miydi?’ sorusuna.
İki hafta sonra anlatacağım eser, olup bitene Celal Bayar’ın gözünden bakan bir kitap olsun...