Dengin Ceyhan: Düşündüğümü söyleyemeyeceğim bir yaşamın anlamı yok

Bu ay içinde yeni albümü yayınlanacak olan piyanist Dengin Ceyhan'la, Chopin'in doğum günü 1 Mart'ta vereceği özel lansman konseri öncesinde albümünü, müzik kariyerini ve Türkiye'yi konuştuk.

Abone ol

DUVAR - Dengin Ceyhan, müzikseverlerin, özellikle piyano müziğine ilgi duyanların yakından tanıdığı bir isim. Kuşağının en yetenekli piyanistlerinden biri olarak gösteriliyor. 8 yaşında başladığı piyanonun artık “hoca”larından. Uzun zaman Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı’nda, Bilkent Üniversitesi’nde ve Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde dersler verdikten sonra iki yıl önce İstanbul’a yerleşme kararı aldı. 2019 yılında, Türkiye’de eşine pek rastlanmayan bir cesaretle ‘Dengin Plays Pentagram’ albümünü yaptı. Geçmişten beri dinleyicisi olduğu rock müziğe ve Pentagram grubuna selam çakan Dengin Ceyhan, bu albümde grubun beş eserini piyanoya uyarlayarak yorumladı. Sahnede klasik müzik repertuarının yanı sıra Pentagram, Metallica gibi rock gruplarının şarkılarını piyanoyla icra etmesiyle, özellikle kendi kuşağından dinleyicilerin de gönlünü kazandı. Ceyhan, sanatın toplumsal duyarlıkla el ele ilerleyebileceğine inananlardan. Hem toplumsal, siyasi olaylarla ilgili sözünü esirgemiyor hem de piyanosunu, sözünü söylemenin araçlarından biri olarak ülkenin dört bir yanına taşıyor. Sanatçı, piyanoyla tanışma imkanı bulmamış dinleyiciler için farklı şehirlerde, farklı salonlarda konserler düzenliyor.

Chopin'in müziğine özel bir ilgisi olduğunu söyleyen Dengin Ceyhan, 2020’de ‘Dengin Plays Chopin Nocturnes’ albümünü yayınlamıştı. Bu yıl ise ‘Dengin Plays Chopin Ballades’ albümünü hazırladı. Büyük bestecinin 212. doğum günü olan 1 Mart’ta, Kadıköy’deki All Saints Moda Kilisesi’nde vereceği konserde, hem daha önceki albümde yorumladığı noktürnleri hem  de yine Mart ayında yayınlanacak olan albümdeki baladları çalacak.

Bu özel konser ve yayınlanacak olan albüm öncesinde sanatçıyla klasik müzikten arabeske, sanatçıların toplumsal olaylara yaklaşımından besteciliğe uzanan geniş bir çerçevede konuştuk.

'KLASİK MÜZİĞİN SINIFSAL KARAKTERİ DEĞİŞİYOR'

Her şeyden önce yaptığınız, daha doğrusu parçası olduğunu müzik türüne dair biraz konuşmak istiyorum. Bir yanda, klasik müziğin Türkiye’de hak ettiği değeri göremediğine dair bir yorum var, bunu çeşitli isimler, çeşitli zamanlarda dile getiriyor. Diğer yandan, bu müziğin sınıfsal bir karakteri olduğu gibi bir izlenim de var. Üst sınıfın, geçmişte soyluların dinlediği, himaye ettiği bir müzik gibi... Var mıdır gerçekten böyle bir sınıfsal karakteri klasik müziğin, nereden kaynaklanıyor bu izlenim?

Bunu aslında dönem olarak incelemek sağlıklı olur. Müzik tarihinde Barok dönem vardır, Bach’ın, Vivaldi’nin bulunduğu. Sonra Klasik dönem gelir, Mozart’ın, Salieri’nin yer aldığı. Romantik döneme bir geçiş görülür sonrasında, Chopin, Brahms, Liszt… Sonra Post-Romantik dönem, 20. yüzyılda ise çağdaş dönem ve şimdi daha özgün, herkesin istediğini yaptığı bir döneme girdik. Barok dönemdeki müzik, çoğunlukla dinle ilişkili bir müzikti. Orta Avrupa’da, dine atıfta bulunulan bir dönem. Bach’ın eserlerinin çoğu Tanrı ve İsa ile ilişkilidir. Klasik döneme geçişte bu evriliyor. Daha çok saray müziği ve krallar için yapılıyor. Bu dönemde ortaya çıkan sonat formu, kralların, imparatorların diğer ülkelere yaptığı ziyaretleri anlatır örneğin. Genelde üç bölümden oluşur; girişler her zaman görkemlidir çünkü bir karşılama törenini tasvir eder aslında. İkinci bölüm genelde ağırdır çünkü orada da kralların şerefine verilen yemek anlatılır. Son bölümler de hızlıdır ve bir danstır, çünkü yemek sonrası yapılan dansı betimler. Romantik dönemde ise daha serbest yazım stilleri oluşuyor ve yerel karakterler müziğe girmeye başlıyor. Chopin’in Polonya ezgilerinden esinlendiğini görüyoruz, diğer bestecilerin de kendi ülkelerinin, kültürlerinin folk müziğinden etkilendiğine tanık oluyoruz. Böyle bakınca, tarihsel olarak çok geniş bir müzikten söz ediyoruz aslında.

Sizin sözünü ettiğiniz sınıfsal karakterin temeli de burada görülebiliyor aslında. Bu müzik, buralarda icat edilmiş, buralarda icra edilmiş. Kilisede, kralın ve soyluların çevresinde… Halk bu müziklere ulaşamazdı. Belli bir dönemden sonra halka da açıldığı oldu tabii ama öyle geniş kitlelerin bu müziği dinlediği bir ortamdan söz etmiyoruz. Besteciler de bu dünyanın insanlarıydı, iyi müzik eğitimi alabilecekleri bir aileden, ortamdan çıkmaları gerekiyordu tabii. 1800’lerden itibaren biraz daha halka doğru inen bir müzikten söz edebiliyoruz.

Batı’da birçok ülkede artık halkın farklı kesimlerinin, özellikle orta sınıfın klasik müziğe ilgisi ortada. Belki birkaç yüzyıldır ulaşılabilir bir müzik. Bizde hâlâ bu müziğe yeterince ilgi gösterilmediğini düşünüyor musunuz?

Türkiye’de hiç de azımsanmayacak bir klasik müzik kitlesi var. Özellikle internetin yaygınlaşması, bilinçli ailelerin bu konuya eğilmesine ve çocuklarını bu müziğe yönlendirmesine kapı açtı. İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de her gün bir klasik müzik etkinliği yapılıyor. Ancak mesela doğu illerinde çok göremiyoruz bunu. Diyarbakır’a konsere gidiyorum, Kars’ta, Batman’da, diğer illerde çaldım çok kez. Beethoven’i, Mozart’ı, Rachmaninoff'u, Chopin’i ilk kez dinleyen insanlar oldu. Konsere gelen çocukların birçoğu ilk kez bir klasik müzik konserine geldiler ve farklı bir müzikle tanıştılar. Şunu söylemeye çalışıyorum aslında, siz insanları bu müzikle tanıştırmanın yolunu bulabilirseniz, insanlar bu müziği alır, dinler, sever. Bu bir kültür politikası meselesi, siz ne verirseniz o alınıyor.

Bugünkü durum yeterli değil, belirli bir kitleye hitap ediyor klasik müzik. Bu da normal bir şey tabii ama daha geniş bir çevreye yayılması mümkün.

Cumhuriyet’in kültür politikası içerisinde klasik müzik hep olmadı mı aslında? Radyo, uzun bir dönem televizyon aracılığıyla… Ancak bir reaksiyonla karşılaştı sanıyorum. Pazar günleri yayınlanan merhum Hikmet Şimşek’in Pazar Konseri saati, alt ve orta sınıf için televizyona ara verilen, evde başka işlerin yapıldığı bir saatti benim çocukluğumda. Yani öyle istekli bir halktan da söz edemiyoruz.

Çok doğru bir tespit bu ama belki de bu yol doğru değildi. Geçtiğimiz günlerde bir röportajda daha söyledim bunu, bir şeyi sevmek için önce onu anlamak gerekiyor. Anlamak için de öğrenmek lazım. Yol göstermeyle, araştırmayla olabilecek bir şey bu, kolay değil. Bir de şunu belirtmek lazım; biz arabesk kültürüne çok maruz kalmış bir toplumuz, keza pop kültürüne. Bunun sebebi nedir? İnsanların belli sıkıntıları var hayatta, buna cevap verebilecek müzik klasik müzik olamaz. Onların dertlerini anlatan arabesk olur. Fazıl Hoca’nın yıllar önce söylediği “Arabesk yavşaklığından utanıyorum” sözü belki ağır ama o kadar da yanlış değil. Orada, muhalif kimliğinden dolayı ona hemen saldırıldı. Cevap verecek olan müziğe insanlar yöneliyor. Popta da örneğin, her şeyi unutturma, sanki hiç sorun yokmuş gibi bir dünya yaratma çabası var. Biraz uyuşturucu gibi. Ama mesela rock böyle değildir. Günümüzün rap müziği de öyle değil .

ARABESK ÜZERİNE...

Burada araya girip biraz da aslında daha temeli öğrenmeye çalıştığım bir soru soracağım. Siz, müzik türleri arasında bir kalite, nitelik hiyerarşisi olduğuna inanıyor muşunuz?

Tabii ki. Arabesk özelinde konuşacak olursak, mesela Müslüm Gürses’in yaptığı son albüm bir zirve noktasıydı, onu yaptı ve gitti. Çok güzel, kaliteli bir işti.

Müslüm Gürses’in geçmişte yaptığı, daha “damar arabesk” işler peki? 

Şöyle ki, orada önemli olan samimiyet. O da kendi yaşadıklarını anlattı. İthal bir duyguyu, düşünceyi insanlara benimsetmeye çalışmadı. Onun dünyası oydu ve onun müziğini yaptı. Ülke insanının, fakirleştirilmiş bir toplumun bireylerinin yaşadıklarını anlattı ve onun gibi yaşayan insanlar da onu kabul etti, aldı. Bu açıdan bakınca özgündü ve kendisini hep geliştirdi.

Yani, müziğin değerini belirleyen şeyin özgünlüğü ve sahiciliği olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Kesinlikle öyle. Her konuda kalitesizlik hâkim olduğu, bu kalitesizlik esasen dayatıldığı için her müzik türünden az da olsa kaliteli isimler çıkıyor. Pop dinleyicisi değilim, popun bir felsefesi olduğuna da inanmıyorum ama bu kaliteli isimlerden biri de Tarkan bence.

'TARKAN'A GEREKSİZ YERE BÜYÜK BİR MİSYON YÜKLENDİ'

‘Geççek’i dinlemişsinizdir diye tahmin ediyorum. Çok tartışıldı, konuşuldu ama siz bir müzisyen olarak ne düşünüyorsunuz şarkıyla ilgili?

Benim şöyle bir durumum var, dinlediğim müzik tarzları bellidir ve bunun dışında birini dinliyorsam sempati beslediğim ve yaptığı şeyi beğendiğim için dinlerim. Tarkan’ın o şarkısını da böyle bir motivasyonla dinledim tabii. Tarkan’a, gereksiz yere çok büyük misyonlar yüklendiğini düşünüyorum. Ne bekliyorsunuz pop müzikten? Bu türdeki en kaliteli isim Tarkan ve yapacağını yaptı. Gereksiz yere üstüne gidiliyor. Adamın tarzı belli, bunu da bir şekilde başarılı yapıyor. Onun üzerine yapılan, daha çok bizim cenahta yapılan olumsuz yorumlara çok anlam veremiyorum. Öyle inanılmaz iyi bir iş de yapmadı aslında. Tarz belli, yapılacak müzik belli… Tarkan’ın geçmişten beri kimseye eyvallahı yok, işini yaptı hep, kimseye yaranmaya çalışmadı gördüğüm kadarıyla, birçok konuda halkın yanında da durdu ve yapmak istediği müziği yaptı. Dediğim gibi, öyle büyük bir misyon yüklemek anlamsız. Ki bizde protest müzik en güzel şekilde yapılıyor. Moğollar’ın, Bulutsuzluk Özlemi’nin, Pentagram’ın, Mor ve Ötesi’nin, Duman’ın işleri geliyor aklıma. Müzik ve felsefe farkı da burada ortaya çıkıyor.

Hazır söz açılmışken, değinmek istediğim başka bir konuya geçiş yapalım burada. Siz de bir müzisyen olarak toplumsal, politik konularda sözünüzü pek esirgemiyorsunuz. Bu konu, yani sanatçının siyasetle, toplumsal olanla ilişkisi, daha doğrusu bu konuda söz söylemesi yine çok tartışılıyor bu günlerde. Siz nasıl yaklaşıyorsunuz bu tartışmalara?

Kendimle ilgili olarak şunu söyleyebilirim; bu benim ailemle, büyüdüğüm yerle, yetişme tarzımla ilgili bir şey. Bunlar duruşumu tabii ki belirledi. Genel olarak ise, sanatın zaten yaşamda olan şeylerin bir ifadesi olduğunu düşünüyorum, bunu biliyorum. Yani sanatçıya “Sen sanatını yap ve sus” denmesi, ciddiye alınacak bir şey değil. Sanat nasıl yapılıyor ki? Onun ortaya çıkması zaten hayata, topluma, olup bitenlere dair bir şeyler söyleme ihtiyacı, bunun üzerine inşa ediliyor. Klasik müzik bu bağlamda hayattan kopuk sanılabilir ama örneğin Beethoven’in Romantik dönemin başlangıcı sayılan ‘Eroica’ senfonisi dönemin siyaseti ile doğrudan ilgilidir. Napolyon’a ithaf etmiştir bu eseri ancak sonra Napolyon’un izlediği yolun değişmesiyle o ithafı geri çekmiştir. Hatta “Artık ölü olan bir adam için bestelenmiş bir eser” demiştir bu senfoni için. Chopin’in, Polonya işgal altındayken buna dair eserler yazması keza. Bu eserleri yazarak kazandığı parayı işgale karşı savaşan orduya bağışlamıştır ayrıca. Ocak ayında çıkardığım, Rodrigo’nun ‘Aranjuez Konçertosu’, iç savaşı anlatan bir eserdir. Birçok örnek sayabiliriz. Sanat, yaşanılanları anlatır zaten, illa konuşmak da gerekmez. Ben de, eğer bir şey çalıyorsam onun bir sebebi vardır kafamda. Dünyanın en iyi piyanisti değilim, Türkiye’deki tek iyi piyanist de değilim ama benim insanlara anlatmak istediğim şeyler var. Bu da yaptığım müziğin biçimini ve duruşumu belirliyor bir ölçüde. Akademik bir piyanist olmadım bu yüzden.

'KENDİME DİK DURUŞLU SANATÇILARI ÖRNEK ALIYORUM'

Evet ancak düşüncelerini sanatı yoluyla ifade etmek dışında, sanatçının toplumda etkisi olan bir birey, bir yurttaş olarak düşüncelerini başka biçimlerde ifade etmesi açısından soruyorum bunu. Özellikle sosyal medyayla ortaya çıkan bir tartışma…

Benim bu konuda örnek aldığım insanlar oldu. Yeşilçam’ı çok severim ve Tarık Akan sanatçı duruşunu örnek aldığım bir sanatçı. Kemal Sunal da öyle, Fatma Girik de öyle. Bu insanların halk için yapmaya çalıştığı şeylerden çok etkilenirim. Türkiye’de halk için bir şeyleri hep ayakta tutan kesimler, insanlar olmuştur, sanatçılar içinden de böyle insanlar çıkmıştır, çıkıyor ve bu insanlar siyasilerden çok daha büyük bir etkiye sahip olabiliyor kimi zaman. Sanatçının, içinde yaşadığı topluma umut aşılaması, insanlar için yapabileceği en güzel şey. Düşündüğümü söylemeyeceksem, kendi adıma yaşamanın çok da anlamı kalmıyor. Tabii ki bunun riskleri var, farkındayım, bunu yaşadım da. Aslında piyanist olarak da değil, insan olarak içimden geçeni yapıyorum ve söylüyorum. Geçmişten bu yana dik duran sanatçılar olmasaydı belki bizler bugün bunları yapamıyor, sözümüzü söyleyemiyor olacaktık. Sosyal medya da çoğu zaman bunların söylendiği yer oluyor tabii ama orayla sınırlı değil.

Bir de şu var ki, yalnızca toplumsal, politik konularda değil, kişisel olarak yaşadığı hayat, insanlarla ilişkileri, ahlakla ilişkisi bağlamında da sanatçı ile müzik icracısı arasında bir fark var. Çok iyi piyanistler, çok iyi müzisyenler var ama davranışları o kadar irrite edici, o kadar yanına yaklaşılmaz ki, onlara sanatçı diyemiyorum. Bu yalnızca klasik müzik için de geçerli değil. Örneğin ben bazı türküleri artık dinleyemiyorum bazı insanlardan, bazı piyano eserlerini de bazı piyanistlerden… Kişinin kendisine “sanatçı” demesi çok önemli değil, onun yıllar içerisinde duruşuyla, hayatıyla sanatçı olarak halk tarafından değerlendirilmesi mühim olan. Neşet Ertaş da öyledir, Fazıl Say da öyledir benim gözümde.

Ceyhan, "Hayatımın en özel konserlerinden biriydi" dediği Pentagram konserinde sahnede. 

Biraz da sizin müziğinize, çalışmalarınıza değinelim. Hem temsil ettiğiniz kuşağın kültürel etkileri, hem de anladığım kadarıyla müziğe dair düşünceleriniz itibariyle, akademik müziğin dışında duruyorsunuz. Klasik piyanoyu, bu icrayı rock müzikle, farklı tarzlarla buluşturdunuz daha önce. Bunu bilinçli olarak mı yapıyorsunuz yoksa sizin için müzik zaten böyle bir şey mi?

Bunu yapabilmek için kendimdeki çok fazla duvarı yıkmak zorunda kaldım aslında. Bizim konservatuar eğitimimiz, çok katı bir eğitimdi. Bu bir tarz aslında, yargılamıyorum da ancak farklı müziklere yenilikçi ve açık bakan bir tarz değil. Zaten konservatuar eğitiminde, bu yenilikçi yönelimlere ayıracak vakit de kalmıyor. Ben, evet 8 yaşımda piyanoya başladım ancak yaramaz, hiperaktif bir çocuktum ve bu yüzden her şeye de çok açık biriydim. Farklı müzikleri seviyordum, dinliyordum. Sonraları, biraz daha olgunlaştığımda, piyanoyu hayatımı idame ettireceğim enstrüman olarak görmeye başladığımda bir şeyler üretmek, farklı bir şeyler yapmak zorunda olduğumu düşündüm. Hep klasik çalıştık, öyle bir eğitim aldık evet ama öğrendiğimiz şeyler, bütün müzik tarzlarını icra edebileceğimiz bir seviyede. Bende bu kırılma, tiyatro bölümündeki arkadaşlarıma müzikal eşlikler yapmaya başladığımda oldu aslında. Yepyeni bir müzik anlayışı öğrendim orada. Müzikal yapısı popülere daha yakın olan şeyler çalmaya başladım. Sonra opera eşlikleri yapmaya başladığımda işler daha da farklılaştı. Sonrasında Pentagram projesi oldu zaten. Arada arkadaşlarımızla, keyif için, eğlenmek için çalıyorduk bunları. Bir de şöyle bir şey oldu: Saygun’u, Cemal Reşit Rey’i, Ulvi Cemal Erkin’i çalarken fark ettim ki bu müzikler, gelenekselden etkilenmiş olmalarına rağmen piyanoyla çalınıyor ve klasik müzik formunda. Yani esere bağlı olarak, onu piyanoya nasıl uyarladığınızla ilgili bir konu. Daha önce de anlatmıştım bir yerde, Bodrum’da bir konserde Pentagram’ın bir şarkısına yaptığım uyarlamayı çaldıktan sonra bir dinleyici gelip, “Ahmet Adnan Saygun eseri miydi bu?” diye sormuştu.

Böyle bir yaklaşımla, zamanla “Amaç zaten müzik yapmak, kendi istediğim müziği yapmak değil mi?” diye sormaya başladım ve bir açılma yaşadım. Bir de, katı, disiplinli bir konservatuar eğitimi almış olsam da benim hocam genelde açıktı bu konularda. Sevdiğim müzikleri dışarıda yapmaya başladığımda bunu onunla da tatlı tatlı paylaşırdım. Ki düşünün, hoca izin vermeden dışarıda nefes almaya çekindiğiniz bir ortam orası, biraz da disiplinli bir aile gibi.

Şimdi konser repertuarımda Metallica da, Pentagram da var Chopin de. Bütünlük içinde bir program tasarlamaya gayret ettim. Ayrıca, çok fazla rock konserlerine gitmenin bir etkisi belki de, sahnede olup bitenlere çok dikkat ediyorum. Sahne ışıklarıyla, görüntüsüyle çok etkileyici bir yer. Ben de konserlerimde bundan esinlenerek görüntülerden yararlanmaya başladım. Örneğin Fazıl Say’ın ‘Ses’ eseri Sivas Katliamı  için yazılmış bir eserdir, onu çalarken arkada, barkovizyonda onu hatırlatan görüntüler yer almaya başladı. Diğer kimi eserler için de yapıyorum bunu ama her eserde değil tabii. İnsanlara o eserin sebebini, anlattığı şeyi biraz da görselle aktarabilmek istiyorum. Klasiğin dışında bu tür şeyler yapınca, her kesimden insanların 90-100 dakikalık piyano konserlerini, bu tarza yabancı olsa da sıkılmadan dinlediğini görüyorsunuz.

Peki, sizin “akademik” olarak nitelendirdiğiniz kesimden buna dair eleştiriler gelmiyor mu?

Eleştirilebilecek bir şey ve klasik konsepte hiç uymuyor, doğru. Ama o tür bir eleştiri almadım ama mesela böyle bir konsere gelen bir arkadaşım, “İnsanların bildiği şeyleri, acı olayları anlatmak, hatırlatmak doğru mu?” diye eleştirmişti. İnsanların biraz rahatlamak, belki kafa dağıtmak için geldiği bir konserde tarihimizin acılarıyla bir daha karşılaşmasının, bunları hatırlamasının doğru olup olmadığını sorgulamıştı.

1 Mart’ta, Chopin’in doğum gününde onun eserlerini yorumladığınız yeni albümün lansman konseri olacak. Bu albümden de söz edelim isterseniz.

Evet. 40 dakikalık bir albüm hazırladım, dört eserden oluşan. ‘Dengin Plays Chopin Ballades’ Chopin çok farklı bir yerde, hem benim için hem de tüm klasik müzik camiası için. Chopin’in çok şiirsel bir müzik yazma tarzı var, tam bir romantik. Her anlamda dokunuyor insana. Dinlediğiniz müzik size sanki kelimelere dökülebilecek bir şey anlatıyor ama onun ne olduğunu siz kendiniz yorumlayabiliyorsunuz. Bunda Chopin’in edebiyatla, şiirler arasının çok iyi olmasının da katkısı var. Edebiyatçılarla ilişkileri olan bir insandı. Piyano repertuarının, iyi yorumlayabilmek açısından zor eserlerini ortaya koymuş Chopin. Ben de en başta “Acaba boyumu mu aşıyorum?” diye düşünmedim değil. Bu şüpheye kendimin verdiği cevap, “Bunu yapmak istiyorum” oldu. Birinci baladını üniversite yıllarımda çalışmıştım. Daha sonra iki yıl önce sokağa çıkma yasakları başladığında diğer baladları çalışma imkânım oldu ki o dönem benim açımdan kendimi en çok geliştirdiğim dönem oldu. Evde sabaha kadar elektronik piyanoda çalışıp gündüzleri akustik piyanomun başına geçip devam ettiğim bir süreçte, “Evet, yapabilirim” dedim kendime. Cesaretimi topladım, eserleri tamamladım ve albümü yaptık. Herhangi bir iddia söz konusu değil, yalnızca o baladları kendimde nasıl hissediyorsam onu yansıtmaya çalıştım.

Kayıt süreci nasıl oldu? Sanırım Babajım Stüdyoları’nda yaptınız…

Çok sıkıntılı bir süreçti. Bu işin en zor kısmıydı açıkçası. Şöyle söyleyeyim, giriş 10 saniye sürüyor, ben bu 10 saniyeye 2.5 saat ayırdım. Bir ara duyamamaya başladım, çalamamaya başladım. Kendime belki biraz fazla yüklendiğim için, duymak istediklerimi, yansıtmak istediklerimi yapamıyor muyum gibi bir endişeye de düştüm önce. Tüm kayıtları 24 saatte bitirdik ki normalde 40 dakikalık bir albüm için birkaç hafta ayırmak gerekir. İki gün, 12’şer saatte kaydettik. Sonrasında kendimi fazla zorladığımı fark ettim ama bu da bir kayıt tecrübesi oldu benim için. Çok zordu. Kayıtları alan arkadaşlar için de öyleydi. Piyanonun akordu çaldıkça gevşiyor vesaire. Yine de işin içinden çıktık tabii lakin daha az yıpranarak, daha az acılı olabilirmiş, bunu anladım. O kayıtları, kayıtlar bittikten sonra dinledim ve “Tamamdır” dedim. Yansıtmak istediğim yorumu yansıttığıma inandım ki oradaki o zorluğun olumlu bir tarafı var, üst üste tekrar tekrar çaldığınızda, evde çalışırken fark etmediğiniz şeyleri fark edebiliyorsunuz. Şu anda miks ve mastering süreçleri devam ediyor, onlar bittikten sonra daha iyi anlayabileceğim ortaya ne çıktığını. 1 Mart’ta, All Sanits Moda Kilisesi’nde çalacağım bu eserleri. Bu da çok stresli bir şey benim için ama bu stresi şu anda çok düşünmek istemiyorum. Stresli çünkü bir konserde ilk kez çalacağınız bir esere çok büyük özen göstermek gerekirken ben burada bir albümün tamamını ilk kez çalacağım. 2020’de 'Dengin Plays Chopin Nocturnes' albümünü çıkarmıştık, orada beş noktürn var. Konserde o beş noktürnü ve yeni albümden dört baladı çalacağım. 1 Mart, Salı gününe denk gelmesine rağmen yoğun bir ilgi var konsere, bu da çok mutlu etti beni. Ayrıca Chopin’in doğum gününde ona dair böyle bir şey yapabiliyor olmak da çok büyük mutluluk benim açımdan. Albüm de Mart ayı içerisinde yayınlanmış olacak.  

Ayrıca 8 Nisan’da Rammstein'ın ‘Mein Herz Brennt’ şarkısına yaptığım piyano cover yayınlanacak. Onu da heyecanla bekliyorum.

'HERKESİN KENDİSİNE BESTECİ DEMESİ, BESTECİLERE HAKSIZLIK'

Besteler yaptığınızı da biliyorum. Bunları yayınlamak gibi bir niyetiniz, planınız var mı?

Bu, çok ilginç bir konu. Şöyle bir şikâyetim var bu konuda: yapılan şeylerin hakkının verilmediği, hak etmeyene ise gereksiz yere paye verildiği bir dönemde yaşıyoruz. Biz konservatuarda piyano çalmak için eğitim gördük oysa orada bir de bestecilik, kompozisyon bölümü vardır. O bilgi birikimi bizimkinden çok daha farklı. Oradaki o çalışmayı ve birikimi bilince, dışarıda insanların “Ben beste yaptım” diye getirdikleri şeyler yetersiz kalıyor. Klasik müzik özelinde söylüyorum tabii bunu. “Ben beste yapıyorum” demenin bu kadar kolaylaşması, gerçek bestecilere haksızlık gibi geliyor. Örneğin ben tiyatro oyunları için besteler yapıyorum, Devlet Tiyatrosu için de yaptım, özel tiyatrolar için de. Ancak kendime “besteci” diyemiyorum. Bunu dersem, besteci arkadaşlarıma çok büyük ayıp etmiş olurum gibi geliyor. Besteci olmak için belli bir bilgi birikimine, belli bir orkestrasyon bilgisine ihtiyaç var ki aslında bizler de bu dersleri aldık fakat had bilerek adım atmaya çalışıyoruz, bunu gerçekten yapan insanlara ayıp olmasın diye. Önümüzde Turgay Erdener örneği var, kompozisyon bölümü mezunu olmasa da o konudaki formasyonu çok güçlü olan Fazı Hoca var, daha nice iyi bestecimiz var. Bu insanların müziğini dinleyip, görüp sonra piyano çalıyorum ve piyanoda bir şeyler yazıyorum diye kendime besteci demem haksızlık olur. Tabii ki hayatı piyanoyla geçen biri olarak yaptığım şeyler var ancak bunları henüz kimseyle paylaşmıyorum çünkü öğrenmem gereken daha çok şey olduğuna inanıyorum. Yazdığım müzikleri olgunlaştığında tabii ki paylaşmak istiyorum ama o zaman da kendime “besteci” demeyeceğim, bu beni, benim anladığım haliyle bir besteci yapmayacak.

Örneğin Evgeny Grinko, bu müziği çok yakından tanımayanlar için piyanist ve besteci olarak bilinir ama değil. Evet, piyano çalıyor ve evet insanlara hitap eden müzikler yapıyor, ortada ciddi bir emek de var ama haddini bilen bir insan. “Ben klasik müzik yapmıyorum, piyanoda pop müzik yapıyorum” diyor örneğin. Bu bana çok sempatik geliyor. Çünkü Rachmaninoff gibi birinin çıktığı bir ülkeden geliyor, bunun farkında. Bu tavra saygı duyuyorum. Ben, 8 yaşımdan beri piyano çalıyorum, yüksek ve yüksek lisans eğitimlerim bu konuda ve 6 yıl öğretim elemanı olarak dersler verdim ama ben kendime yeni yeni “piyanist” demeye başladım. Fakat bakıyoruz, yeterli piyano eğitimi almamış insanlar çıkıp “Ben bir müzik yaptım, evet basit, demek ki minimalist” diyor ve piyanist ve besteci olarak adlandırılabiliyor, rahatsız olduğum nokta tam da bu.