Denize dua bırak...

Khaled Hosseini’nin “Deniz Duası”, bize denizin ortasındaki karanlığı ve ona umutla edilen duadaki çaresizliği getiriyor. Her türlü anlamın yıkıma uğradığı dünyada kitabın da hatırlattığı gibi, deniz artık mavi bir mezarlığı çağrıştırıyor. Bu nedenle gördüğünüz her denize inancınız usulünce bir dua bırakın ve bir hikâye kurgulayın yaşamı çalınmış insanlara dair...

Abone ol

DUVAR - Kelimelerin anlam yıkımına uğradığı bir dünyada yaşıyoruz. Hâfızamızda yer eden, güzellikle andığımız pek çok sözcük bize ifade ettiği karşılığı vermiyor artık. Öznel deneyimimde bu kelimelerden biri deniz. Önceden mavi veya yeşilimsi bir renk, güneş, yaz, oyun, sonsuzluk duygusu gibi şeyler canlandırırken bu kelime, şimdilerde karanlık anlamlara geliyor zihnimde. Batan tekneler, göçmenler, denizin yuttuğu binlerce hayat.

Bildiğimiz bir şey daha var ki deniz yoluyla, bir şekilde karaya ulaşan göçmenler için de iyi bir hayat maalesef ki mümkün olmuyor. Savaşı yaratanlar, savaşa maruz bıraktıklarını umursamıyor, kendilerinden beklendiği gibi. Son dönemde önümüze düşen haberler, bu durumun yaralayıcı gerçeğini gözümüzün önüne bırakıp çekilirken, konuyu dert edenlerin üzerine binen çaresizlik yükü her geçen gün artıyor. Örneğin; daha çok yakın bir zamanda, “Mülteci Mezarlığı: Son yurtları 412. ada, son adları 5 haneli sayı” başlıklı haber düştü önümüze, haberde başka bir kıyıya, yeni bir hayat umuduyla çıkan insanların, Ege Denizi'nde yaşamlarını yitirdikten sonra DNA örneklerinin alınıp, 15 gün sonra 5 haneli bir sayı verilerek, İzmir Karşıyaka Doğançay Mezarlığı’nda bulunan ve '412 ada' adı verilen kimsesizler mezarlığına gömüldüklerinden bahsediliyor. Deniz kelimesinin vaat ettiği iyi anlamın bir kere daha yıkıldığına şahit ediyor bizi bu haber. Çünkü bu insanların dünyada hiç yer kaplamamışlar, bir bakış, bir yüz bırakmamışlar gibi, sevmemişler, umut etmemişler, gülmemişler, bir yakına sahip olmamışlar gibi, buz etkisi yaratan sayıların hiçliğinde yaşamlarının kaybolup gitmesi, sadece anlam yitimine değil belleğimizde de derin yarıklara sebep oluyor.

Çok eski bir söylem, pek çok dini ve mitolojik metin, insanların topraktan gelip toprağa gideceğinden bahseder. Yaşam, bir anlamda insanın, toprakta başlayıp toprakta biten bir dünya yolculuğu olarak tahayyül edilir. Ancak artık hayat pek çok insan için ayak bastığı, yere basmanın güvenini duyduğu, evinin temelini kazdığı, ektiği, biçtiği toprakta yaşamını devam ettirdiği bir dünya vaat etmiyor. Savaşların yaşanıp gittiği, uzağa konumladığımız coğrafyalardan insanlar için topraktan, denize doğru bir yaşam umudu var artık, adına umut demekte zorlansak da insanları yollara düşüren, o daracık teknelerde, güvensizce, can yeleklerinin ölüm yeleklerine dönüştüğü bir yolculuğa çıkaran hayatta kalma umudu değil de nedir ki? Bu yolculukların pek çoğu ölümle sonuçlanıyor ne yazık ki haber bültenlerinin yoğun gündemi arasında, hikâyesiz yok oluşlara şahit oluyoruz yıllardır. Karaya bir şekilde ulaşabilenlerin ne şartlarda yaşadığına dair gördüklerimizin bıraktığı duygu ise umutsuzca içimize dökülen bir isyan oluyor sadece.

'DENİZ DUASI'

Tüm bunlar üzerine düşünürken, Everest Yayıncılık tarafından, Cem Alphan çevirisi ile basılan Khaled Hosseini’nin “Deniz Duası” adlı kitabıyla karşılaştım. Bu “küçük” metin yukarıda bahsettiklerimizle birlikte düşününce insanın üzerinde yoğun bir etki bırakıyor. Kitap Suriyeli mülteci Alan Kurdî’nin hikâyesinden esinlenilerek, denizde kaybolan tüm mültecilere adanmış. Okurken, her satır üzerine düşündüren, savaşın ve yerinden yurdundan olmanın hissiyatını bir gölge gibi üzerinize düşüren bu kitap, Suriyeli bir babanın, bilinmeze doğru yolculuğa çıkmadan, oğluna yazdığı bir mektup. Kitabın satırları, resimlerle de görselleştirilmiş. Renklerin gittikçe karardığı bu resimli anlatı da bir anlamda okuru kitabın ruhuyla karşılaştırıyor.

KEŞKE

Hosseini’nin metni, güzel günlerden, acı dolu günlere geçişi imliyor. Babanın keşke çocuk olmasaydın, yaşamımızın güzel yanlarını hatırlasaydın sitemiyle, iç burkuyor.

“Keşke çocuk olmasaydın.

Çiftlik evini, taş duvarlarındaki,

isi amcalarınla birlikte bin kere

baraj inşa ettiğimiz o dereyi

unutmazdın o zaman.”

Bir çocuğun, çocuk olmamasını dilemenin nasıl bir çaresizlik olduğunu belirtmeye gerek yok. Suriyeli bir babanın ağzından yazılan bu mektup, onun geçmişe dönük bir anlatı kurması, iyiye dair olanın hatırlanmasını istemesi, belleği sadece karanlık anılarla dolu bir hayata engel olmak istemesiyle açıklanabilir ancak. Çocuk olmak çünkü genellikle renkli anılar demektir. Kitapta baştaki resimlerde olduğu gibi yemyeşil ovalarda, mavi gökyüzü altında, belirsiz ama iyiye işaret eden bir ufka bakmaktır. İşte bu nedenledir babanın, “keşke Humus’u benim gibi hatırlayabilseydin” demesi. Bu anlamda şanslıdır baba, savaşın karanlığı hayatı gölgelemeden, yaşadığı yerin sokaklarında dolaşmış, komşuları olmuş, arkadaşlarıyla, karısıyla zihnine güzel anılar yerleştirmiş, huzurla uyumuş, yerli, yurtlu olmayı tatmıştır. Ancak savaşa doğan çocuklar için durum farklıdır, zaten belirsiz olan hayat daha da belirsizdir, iyiye dair olan kayıptır ve bu bir bakıma karanlık bir kuyuya doğmaktır.

“Kızarmış içli köfte kokan tıkış

tıkış dar sokakları ve annenle

birlikte Saat Kulesi Meydanı’nda

yaptığımız yürüyüşleri

hatırlasan keşke”

Keşkenin çaresizliğinin ifadesidir bu satırlar. Çünkü yaşam artık önce ve sonra olarak ikiye ayrılmış, parçalanmıştır, bütünlüğü kayıptır, sonu belirsizdir ve de umuda işaret etmez vaadi.

Deniz Duası, Khaled Hosseini, çev: Cem Alphan, 48 syf., Everest Yayınları, 2018.

ONLARA BİR HİKÂYE VERMEK

Kitabı aslında üç bölümde de değerlendirebiliriz, yaşamın güzel olduğu zamanlara dair hatırlanması dilenenler, savaşın başı, götürdükleri, yollar ve deniz. Hosseini’nin metninin yaptığı şey denizlerde kaybolup gitmiş yaşamlara bir hikâye vermek bana kalırsa. Onları denize sürükleyen nedenlere ve yokmuş gibi yapılan öykülerine dikkat çekmek. Kısacası, bir anlamda hiç’i var’a çevirmek. En başta bahsettiğimiz sayılarla ifade edilenin, başka başka hayatlar olduğunu, onların da bir babaya, anneye, komşuya, evlada sahip olduklarını bize anımsatmak. Kitaptaki babanın ağzından ifade edersek: “ama o hayat, o dönem şimdi bana bile rüya gibi geliyor, unutulup gitmiş bir söylenti gibi…” Oysa o hayatlar vardı, tüm neşesiyle, acısıyla sürüp gidendi. Ağızdan ağıza dolaşan, belirsiz bir söylenti veya rüyada görülen değildi, çalınandı. O hayatlar yok edildi ve bilinen anlamlar değişti. Yerini, “göklerin bomba kustuğu” günler, “açlık ve cenazeler” aldı. Oğullar, küçük kızlar savaşı tanıdılar, babaların, annelerin hatıraları yıkıntılar arasında kaldı. Onlara şunlar öğretildi, bilinen anlamlar değişti:

“Bir bomba çukurunun yüzme

havuzu haline getirilebileceğini

biliyorsun. Koyu kanın, canlısından iyi olduğunu öğrendin.”

'HEPİMİZ BİR YUVA ARIYORUZ'

Tüm bunlar sonrasında, son çare olarak yollara düşmek kalıyor, kitapta bembeyaz bir sayfada yol boyu dizilmiş insan suretleri ile tasvir edilmiş durum. Sadece yol var ve belirsiz bir hayata doğru yolculuk. Bu bembeyaz sayfanın yol harici kısmı bir boşluğu çağrıştırıyor. Etraf yok, yolun kenarı yok, herhangi bir yaşam neşesi yok, boylu boyunca insan suretlerinin oluşturduğu bir çizgi var. O çizgi denize doğru ama o bilindik Bülent Ortaçgil şarkısında söylendiği gibi; “çözdüm her şey çok basit, Denize doğru” dizelerinin hissettirdiği duygu yok. Orada var olan his şu satırlardaki gibi:

“Bu gece annen burada Mervan,

bu soğuk havada, ayın aydınlattığı

kumsalda, ağlayan bebelerin ve kaygı

içinde bilmediğimiz dillerde konuşan kadınların arasında bizimle birlikte.

Afganlılar, Somalililer, Iraklılar, Eritreliler

ve Suriyeliler. Hepimiz gündoğumunu

hem sabırsızlıkla hem korku içinde

bekliyoruz. Hepimiz bir yuva arıyoruz.”

Dünyada ev duygusunun yittiğinden sıklıkla bahsediyoruz, “yuva arıyoruz” cümlesi de yine bu durumu hatırlatıyor. Ancak göçmenler için o arayışın çoğunlukla olumsuz olduğunu da biliyoruz. Çünkü içinde yaşıyoruz örneğin; Ankara’da yüzlerce Suriyeli mülteci Yukarı Dikmen Vadisi ve Karakusunlar bölgesinde naylon çadırlarda yaşıyor. Ve kitap bu nedenlerle bize öncelikle bu insanların yaşamı olduğunu ve şimdi buradalar ise bunun zorunluluk olduğunu tekrar hatırlatıyor. Özellikle dilinden göçmenlere yönelik ırkçı söylemi düşürmeyenlerin yüzüne bir tokat indiriyor. Onlar yola çıkmadan biliyorlar aslında gidecekleri yerde hoş karşılanmayacaklarını, Hosseini şöyle kurmuş bunu ifade eden cümleyi: “Bizim hakkımızda davetsiz misafir dendiğini duydum. İstenmeyenlerdeniz. Kötü talihimizi alıp başka yere gitmemiz isteniyor. Ama yükselen sulara rağmen annenin sesini duyuyorum. Şöyle fısıldıyor kulağıma: Ama bir görselerdi sevgilim. Sahip olduklarının yarısını. Bir görselerdi. O zaman daha nazik olurlardı, elbette.”

Görseydiniz, üzerine düşünseydiniz onların da bir hayatları olduğunu ve onları yıkımın ortasında bırakan karanlığı, içinde bulundukları durumu sorgular mıydınız, nefretli dilinizi tutar mıydınız yine de bilmiyorum.

Hosseini’nin “Deniz Duası”, bize denizin ortasındaki karanlığı ve ona umutla edilen duadaki çaresizliği getiriyor. Her türlü anlamın yıkıma uğradığı dünyada kitabın da hatırlattığı gibi, deniz artık mavi bir mezarlığı çağrıştırıyor. Bu nedenle gördüğünüz her denize inancınız usulünce bir dua bırakın ve bir hikâye kurgulayın yaşamı çalınmış insanlara dair. Ben öyle yapacağım çünkü herkesin bir hikâyesi vardır, göçmen teknelerin de yitip giden her hayat gerçeğinden bir hikâyedir ve gazete köşelerine sıkışmış sayılardan ibaret değildir, belleğe bir leke gibi düşmeli ve öyküsü anlatılmalıdır.

NOT: 

Ankara’da yaşayan göçmenlere dair...