Deniz(ler)’de cisimleşen
12 Mart’ı izleyen yıllarda herkesin bir Deniz’i olmuştur. Militan devrimcisi de iflah olmaz reformist sosyal demokratı da, Kemalist darbecisi de “anti-emperyalist” maskesi takan nasyonal sosyalisti de Deniz’i sahiplenir. Onu bayrak olarak kullanır, daha doğrusu istismar eder.
H. Selim Açan
Türkiye’de ’68 hareketi, sadece yerleşik düzenden değil “sol” adına yerleşmiş reformist-revizyonist anlayış ve alışkanlıklardan da devrimci bir kopuşu temsil eder. Bu anlamda– diğeri sanki bir “suç”muş gibi başına “masum” sıfatını da ekleyerek- onu salt bir ‘öğrenci hareketi’ sınırları içine hapsetmeye kalkışmak, o tarihsel başkaldırıya yüzeysel bir bakış anlamına gelir.
Önceleri bir ‘gençlik hareketi’ olarak üniversitelerde başlayan ’68 hareketi, doğurduğu toplumsal ve siyasal sonuçlar itibarıyla hemen her ülkede herhangi bir gençlik eylemi olmanın çok ötesine geçmiştir. Üniversitelerin sınırlarını aşarak tüm toplumu saran, burjuvazinin iktidarlarını sarsan, yerleşik bir dizi uygulama ve anlayışı değiştirmeye zorlayan bir fırtına özelliğini kazanmıştır.
Bu rüzgar, özellikle İtalya ve Almanya gibi emperyalist metropollerde “sol”da da mevcut parti ve sendikaların başına çöreklenmiş sistem içi bürokratik anlayış ve yönetimlerin hegemonyasını sarsarak radikal yeni alternatif ve örgütlenmeler ortaya çıkarmıştır. ’68 bu yönüyle ortaktır. Başka bir ifadeyle, onun solda da eskimiş olandan, düzen içi anlayış ve alışkanlıklardan radikal bir kopuş özelliği kazanması, salt Türkiye’ye özgü bir durum değildir.
Fakat ’68 başkaldırısının Türkiye’deki seyri, belki de en başta bu yönden diğer ülkelerden ayrılır. ’68 hareketi içinde mayalanan radikal sol alternatifler, İtalya’da Kızıl Tugaylar, Almanya’da Kızıl Ordu Fraksiyonu gibi en ileri örneklerde dahi kentli küçük burjuvazinin sınırlı bazı kesimlerini etkilemenin ötesine fazla geçemez ve sonuçta solukları çabuk tıkanırken; Türkiye’deki devrimci kopuş, toplumun hemen her kesimi içinde muazzam bir sempati yaratmakla kalmayıp önderlerinin kaybından sonra da sürdürülen bir tarihsel devamlılık kazanmıştır. Bu mirasın ne ölçüde korunup nasıl sürdürüldüğü ayrı bir tartışma konusudur.
Türkiye’deki ’68 hareketi içinde mayalanan ’71 devrimci kopuşu, ilk ağızda Deniz, Mahir ve İbo’yu akla getirir. Her biri farklı yön ve özelliklerin temsilcisi bu üç önder ismin yanı sıra o dönemin öne çıkan savaşçıları olarak Yusuf, Hüseyin, Sinan, Ulaş, Cevahir, Alpaslan, Ali Haydar gibi unutulmaz isimlerin toplamında cisimleşir. ‘68’in devrimci ruhu denildiği zaman sadece burada anabildiğimiz isimlerden ve sadece o dönemde ölümsüzlüğe uğurladığımız yoldaşlarımızdan ibaret olmayan o toplamı parçalara bölüp hiyerarşik bir sıralama yapmaya kalkmak, her şeyden önce tarihsel gerçeklere saygısızlık olur. Çünkü teori ve pratikte düzenden ve eskiden devrimci militan bir kopuş noktasında hiçbir fark yoktur onlar arasında.
Bu elbette ki farklılıklarının olmadığı anlamına gelmez. Her birinin farklı kulvarlarda yürümesi de bunun sonucu ve göstergesidir zaten. Fakat bu farklılıkları dahi diyalektik bir iç bağıntılılık ilişkisine sahiptir. Devrimci militanlık temelinde hem birbirlerinden farklı fakat hem de birbirlerinden etkilenen çelişkili bir bütünlük vardır aralarında. THKO ve THKP-C’nin kuruluşlarını ilan ettikleri ilk eylemlerinin türü ve zamanlamasıyla Kızıldere, çoğu zaman ve konuda rekabet biçiminde kendini gösteren bu karşılıklı bağımlılığın en açık ve çarpıcı örnekleri olarak durur karşımızda.
Benzer bir çelişkili devrimci bütünlük ilişkisini, Türkiye’deki ’68 hareketinin sembolleşmiş ismi Deniz gerçeğinde de görürüz. 12 Mart’ı izleyen yıllarda herkesin bir Deniz’i olmuştur. Militan devrimcisi de iflah olmaz reformist sosyal demokratı da, Kemalist darbecisi de “anti-emperyalist” maskesi takan nasyonal sosyalisti de Deniz’i sahiplenir. Onu bayrak olarak kullanır, daha doğrusu istismar eder.
Deniz’i devrimcilerin sahiplenmesi kadar doğal ve meşru bir şey olamaz. Çünkü Deniz(ler) her şeyden önce gözü kara bir devrimcidir. Bu nedenle, hangi gerekçe ve biçim altında olursa olsun devrimciliğin dışında olmakla kalmayıp ona düşmanlık yapanlar için aynı şey söylenemez. Bu noktada iş artık siyasi kalpazanlığa ya da değer sömürüsüne girer.
Bu sonuncuların bir çoğu, Deniz’in eylem ve söylemlerinden kendilerine bir dayanak bulup o parçaya yaslanırlar. Kimi Deniz’in anti emperyalist yönünü, bu konudaki militan eylemlerini öne çıkarıp onların arkasına saklanarak günümüzde Kürt düşmanı şoven bir milliyetçiliğin maskesi olarak kullanmaya yeltenir. Kimileri Deniz’i “sıkı bir Kemalist”, “1961 Anayasası’nın kararlı savunucusu” olarak göstermenin peşindedir. Ki özellikle Ankara’da görülen ana THKO Davası’nın savunma ve dilekçelerinde her iki konuda da bol bol dayanak bulurlar kendilerine. Başka bir kategori, düzenin ancak silahlı devrim yoluyla değiştirebileceğini savunan ve bu amaçla kır gerillacılığına yönelen Deniz gibi ateşli bir devrimcinin hümanizmini “karınca ezmez bir yumuşakça” olarak resmetme çabasındadır. Bunlar aslında kendi “yumuşamalarını”, düzene ayak uydurup onun çizdiği sınırlar içinde eriyip kaybolmuş olmalarını rasyonalize etmenin peşindedirler.
Deniz(ler) ve onlarda cisimleşen değerlerin istismarına dair daha başka örnekler verilebilir. Fakat Deniz’i Deniz olmaktan çıkarmakta birleşenlerin ortaklaştıkları bir nokta daha vardır: Deniz’in ve her konuda olduğu gibi o 6 Mayıs gecesi ayrı ayrı çıkarıldıkları idam sehpasındaki son sözleriyle de birbirlerini tamamlayıp bütünleyen Yusuf ve Hüseyin’in son sözlerini “unutmak”!.. Halbuki Deniz’in hayatının, düşünce ve eylemlerinin, uğrunda dövüştüğü ideallerin yoğunlaşmış özet ifadesidir o sözler. Deniz’in vasiyeti olmanın ötesinde bir manifestodur. Deniz(ler)’i samimi olarak sevenler, geçmişe dair seçilmiş bütün parçalardan önce o sözleri kulaklarına küpe etmelidirler:
“Yaşasın tam bağımsız Türkiye!
Yaşasın Marksizm Leninizm’in yüce ideolojisi!
Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi!
Kahrolsun emperyalizm!
Yaşasın işçiler, köylüler!”