Dennis Carrol’la söyleşi: Bir salgının geldiğini gören insan
Dennis Carroll, “Küresel bir olay karşısında küresel diyalogun hiçbir şekilde kurulmaması beni çok şaşırttı. Şu anda Avrupa’da, bir ‘Avrupa Birliği’ olduğuna inanmak mümkün değil” diyor. Carroll, virüsün salgınının ’küresel bir olay’ olduğunu ancak ‘etkisinin eşit olarak dağılmayacağını’ sözlerine ekliyor.
Kevin Berger
Dennis Carroll, korona virüsü salgınının tahmin edilebilir olduğunu söylerken katı görünmek istemiyor. Ve aslında katı değil. Salgından korkan insanlara sempati duyuyor gibi görünüyor. Carroll, daha önce dünyanın dört bir yanında benzer virüslerden muzdarip insanlara tanık olmuştu. Her şey bir kenara, Carroll’ın sözleri, bir güven hissi uyandırıyor.
Carroll, onlarca yıldan beridir zoonotik yayılma tehdidi, yani patojenlerin (hastalık yayıcıların/ç.n.) insan harici hayvanlardan bize bulaşması konusunda yol gösterici bir ses oldu. Bilim insanları, Çin’in Wuhan kentinde başlayan mevcut salgının yarasaların doğasında bulunan bir virüsten kaynaklandığından eminler. Carroll, 2009 yılında, Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri ve Amerika Birleşik Devletleri Uluslararası Kalkınma Ajansı’nda (USAID) bulaşıcı hastalıklar eğitimi aldıktan sonra, PREDICT adlı bir USAID programı oluşturdu ve burada virüslerin gizlenme ve dünyanın dört bir yanındaki hayvanlarda ortaya çıkması süreçleri hakkında çığır açan araştırmalara öncülük etti.
Kaliforniya Üniversitesi’nin Davis’teki yerleşkesinde bulunan Sağlık Enstitüsü’nde epidemiyolog** olan ve Veteriner Hekimlik Okulu’nda Profesör olarak görev yapan Christine K. Johnson, “Dennis (geleceği gören/ç.n.) bir vizyonerdir,” diyor. “Bulaşıcı hastalıklara karşı reaktif (tepkisel/ç.n.) bir yaklaşımı benimsedi ve kafasını çevirip şöyle dedi: Ülkelerin bulaşıcı hastalıkların ortaya çıkışına hazırlanmalarına yardımcı olmak için proaktif (erken davranan, önleyici/ç.n.) bir yaklaşım üzerinde çalışacağız.”
10 yıldır PREDICT’te de çalışan bir araştırmacı olan Johnson, Carroll’ın besi hayvancılığının ötesine bakmak konusunda bir öncü olduğunu ifade ediyor. “Dennis, gelişmekte olan bulaşıcı hastalıkların, uzak ve geniş bir alandan, çoğunlukla yaban hayatından geldiğini ve yaban hayatı sektöründe araştırmaya yatırım yapılması gerektiğini gördü.” On yıl boyunca, tahminen yıllık 15 ilâ 20 milyon dolarlık federal bir fon aldı. 2019 yılında finansmanı yenilenmedi. Ardından Carroll, USAID’den ayrıldı ve “PREDICT’in bilimsel anlayışını ve deneyimini geliştirmek için ‘Global Virome Projesi’ adlı yeni bir program kurdu” diyor Johnson.
Sohbet esnasında, ister kişisel deneyimlerine dayanan bilimsel anlayışı, isterse virüslerin biyolojisi ya da Beyaz Saray’ın salgın karşısındaki aşırı yavaş tepkisi hakkında konuşuyor olsun, Carroll’dan acı bir gülümseme yayılıyor. Sohbetimize salgının kaynağını sorarak başlıyorum.
Salgına dönüşen korona virüsü bir yarasadan insana nasıl bulaştı?
Tam olarak bilmiyoruz ama muhtemelen virüsün kaynağı pazarda satılan bir hayvandı ve yakın çevrede insanlar bulunuyordu. Yahut insanlar doğrudan hayvana dokunmuş olabilir. Veya ikincil bir kaynak olabilir. Çin’deki 2002 yılında yaşanan SARS salgınında, enfeksiyon kaynağı olarak insanların yarasalarla doğrudan temasını görmemiştik. İkincil bir kaynak, bir yaban hayvanı olan misk kedisi söz konusuydu.
Bulaşma, vahşi yaşamdaki hayvanları yiyen insanlardan kaynaklanmış olabilir mi?
Virüse, çoğunlukla hayvanın yenmeye hazırlandığı esnada maruz kalıyorduk. Pişene ve yenmeye hazırlanana kadar virüs ölmüş oluyordu. Bulaşma, hayvanı temizleyen veya kesenlerin, vücut sıvılarına, yani kan ve diğer salgılarına maruz kaldığı durumda daha yaygın görülür. Kümes hayvanlarından bulaşan kuş gribinde, virüsten etkilenme ve diğer birçok enfeksiyon, yemek pişirmek için tavuğun hazırlanması esnasında gerçekleşir. Örneğin Mısır’da, kimlerin enfekte olduğuna baktığınız zaman, hayvanın kesilmesinden ve hazırlanmasından doğrudan sorumlu bir kadının etkilenmiş olması daha yaygın bir olgu.
2018 yılında, siz ve meslektaşlarınız Science dergisinde şunları yazmıştınız: “Hastalığın ortaya çıkışını hafifletme yeteneğimiz, viral tehditlerin çeşitliliği ve ekolojisi konusundaki yetersiz anlayışımız nedeniyle zayıflıyor.” Viral tehditlerin çeşitliliği ve ekolojisi hakkında neyi anlamamız gerekiyor?
Anlaşılması gereken ilk şey, gelecekte karşılaşacağımız tehditlerin şu anda zaten var olduğu; şu anda vahşi yaşamda dolaşıyorlar. Bunu ‘viral Karanlık Madde’ olarak düşünün. Büyük bir virüs havuzu dolaşımda ve bir yayılma olayı görene ve insanlar hastalanana kadar onlardan haberdar değiliz.
Bir salgın konusunda özellikle yarasalar mı yüksek bir potansiyele sahip?
Kesinlikle böyle. Yarasaları korona virüsü için bir ‘havuz’ diye tanımlayabiliriz ve Ebola virüsü bağlamında belirli yarasa popülasyonlarının rezervuar olduğunu zaten belgeledik. Bu yarasaların her birinin ekosistem içinde nasıl yaşadığını anlamak istiyoruz. Onları insan popülasyonlarına uzak veya yakın tutan belirli davranışları ve faaliyetleri var mı, bunu araştırıyoruz. Batı Afrika’daki Ebola virüsünü barındıran yarasa popülasyonu, aynı zamanda insan barınakları içinde tüneme eğiliminde olan bir yarasa türü, bu nedenle de virüsün yayılma ihtimalini yükseltiyor.
Doğal yaşamları içerisinde yarasaların bize yaklaşmasına yol açan rahatsızlıklar mı var?
Çevrelerindeki rahatsızlık tam olarak biziz. Daha önceleri işgal etmediğimiz yaşam alanlarına daha derin biçimde etki ediyoruz.
Yarattığımız rahatsızlığı anlatan bir örnek verebilir misiniz?
Afrika’da, çoğunlukla az sayıda insan popülasyonuna sahip olan bölgelerde petrol veya mineral çıkarma faaliyetlerinin neden olduğu çok sayıda insan akınına şahit oluyoruz. Temel sorun yalnızca işçilerin taşınması ve bu alanlarda kamplar kurulması değil; bunun yanı sıra nüfusun daha fazla hareket etmesine fırsat verecek yeni yollar inşa ediyoruz. Yollar, aynı zamanda yaban hayatı hayvanlarının bir gıda ticaretinin parçası olmasına ve kentsel yerleşimlere girmesine olanak sağlar. Bu tür dramatik değişikliklerin tamamı, enfeksiyonun yayılma potansiyelini artırıyor.
Günümüzdeki hastalıkların yayılması 50 yıl öncesine göre daha mı büyük ölçekte?
Evet. Bir sivil toplum kuruluşu olan ‘EcoHealth Alliance’ ve diğerleri, 1940’tan bu yana bildirilen tüm salgınları gözden geçirdiler. Kırk yıl önce gördüklerimizden iki ilâ üç kat daha fazla yayılma oranı yaşadığımız konusunda gayet sağlam bir sonuca ulaştılar. Bu durum, insan popülasyonundaki devasa artış ve vahşi yaşam alanlarına doğru genişlememizin etkisiyle artmaya devam ediyor. Yayılma olaylarındaki en büyük belirleyici, arazi kullanımındaki değişiklik; gittikçe daha fazla arazi tarım ve daha spesifik olarak besi hayvancılığı için kullanılıyor.
Virüsün zoonotik olmasını sağlayan belirli bir şey var mı?
Virüslerin yaşayan organizmalar olmadığını öne sürebilirsiniz. Onlar, DNA veya RNA içeren protein tabakalarıdır. Bunun ötesinde, kendi başlarına yaşayabilmek için hiçbir sisteme sahip değiller. Çoğalmak için, kendilerine gereken diğer tüm hücresel araçlara sahip bir ekosistem arıyorlar. Başka bir hayvan nüfusunun dışında yaşayamazlar. Çoğalmak için belirli bir hayvan türüne ihtiyaçları var. Ve biz de yalnızca bir hayvanız. Kendimizi özel bir varlık gibi görüyoruz. Ama virüsler bize bir yarasa ya da misk kedisine olduğu gibi, aynı amaçla bulaşıyor.
Virüsler hassas bir dengede yaşarlar, değil mi? Ev sahiplerini öldürmeden gelişebilmeleri gerekir.
Bu doğru. Konaklarını (ev sahipliği yapan organizmayı/ç.n.) hızla öldürenler ortadan kaybolacaktır. SARS virüsü söz konusu olduğunda, konağının yüzde 10’unu öldürmesi şaşırtıcı değildir; zira kendisini bu gezegendeki bir pandemi virüsü olarak uyarlayamamıştır.
‘VİRÜS KENDİNİ PARK EDEBİLİYORSA BU BÜYÜK BİR SORUN’
Bu korona virüsü türünün kendisini öldüreceğine ilişkin herhangi bir işaret var mı?
Bunun daha düşük bir bulaşıcılık oranı var. Öldürücülüğü ne kadar düşük olursa, mevsimsel bir olayın parçası olma ihtimali de o kadar artar. Endişe duyulacak en büyük şeylerden birisi budur. Eğer yaz aylarında sessizliğe bürünürse, o zaman karşımızdaki soru şu olacak “Hâlâ insanlara bulaşıyor mu?” Yaz ortasında aktif olmayan grip virüsleriyle dolaşıyor olabiliriz. Sadece sessizliğe bürünmüş olabilirler. Doğru ekolojik koşullar devreye girdiğinde, hava soğuk ve nemli bir hale gelmeye başladığında, yeniden çılgın gibi çoğalmaya başlar. Şayet virüs kendini park edebiliyorsa (faaliyetlerini askıya alabiliyorsa/ç.n.) ve yaz ayları boyunca konağını öldürmüyorsa, bu durumda, bizim zararımıza olacak biçimde, süregelen yaşam düzenimizin bir parçası olarak uyarlamak için tüm gereklilikleri yerine getiren bir virüs söz konusudur.
Sizce şu anki salgın kaçınılmaz mıydı?
Tabii ki öyle. Zaten tahmin ediliyordu. Trafik yasalarının olmadığı bir durumda karşıya geçen yayalara sürekli olarak otomobillerin çarpması gibi bir şey bu. Bu şaşırtıcı mı? Hayır. Yapmanız gereken tek şey, yaya geçitlerini, trafik kurallarını ve yönetmeliklerini nasıl düzenleyeceğimizi daha iyi yönetmektir. Fakat bunu yapmıyoruz. Yayılma ihtimalini en aza indirecek türden güvenli uygulamalar geliştirmiyoruz. Bu virüslerin nerede dolaştığını ve bu ekolojiyi daha iyi anlarsak, yayılma riskini engelleme ve en aza indirme potansiyeline sahip oluruz.
‘SUYUN İÇİNDEKİ KURBAĞA GİBİYİZ’
Bizler -hükümetler ve politika yapıcılar- neden bunu yapmıyoruz?
Öncelikle, bu, eşi görülmemiş bir nüfus değişiminin yol açtığı ve genişleyen bir sorundur. Yalnızca son 100 yılda, insan nüfusu, daha büyük ekosistemin inanılmaz biçimde bozulmasına neden olan bir oranda artmaya başladı. Eğer sen ve ben bu tartışmayı 100 yıl önce yapsaydık, bu gezegende 6 milyar daha az insan söz konusu olurdu. İnsanlığın 1 milyarlık bir nüfusa ulaşmasından önce geçen toplam 300 bin yıllık dönemde, bu türlerle daha iyi bir ilişkimiz oldu. Ama nüfusumuza 100 yıl içinde 6 milyar insan ekledik ve bu yüzyılın sonuna dek 4 ilâ 5 milyar insan daha ekleyeceğiz.
İkincisi, hükümetler ve toplum genel olarak atalet tarafından yönetilir. Çok hızlı bir şekilde değişmeyiz, uyum sağlamayız ve evrimleşmeyiz. Ve bugün küresel bir toplumda yaşadığımız dünyanın, türümüzün geçmişte yaşadığı dünyadan temelde farklı olduğunu biliyoruz. Şu eski hikâyedeki gibi, kaynar suyla dolu bir tencereye bir kurbağa bırakırsanız, dışarı sıçrayacağını bilirsiniz. Fakat aynı kurbağayı alıp ortam ısısındaki suyla dolu bir tencereye koyarsanız ve sıcaklığı yavaşça yükseltirseniz, kurbağa suyun içinde kalır ve ölene dek haşlanır. Çünkü etrafında değişen çevreye dair bakış açısını yitirir. Bizler de ortam ısısındaki suyun içinde bulunan kurbağa gibiyiz. Zoonotik virüslerin bünyemize girmesini sağlayan koşullardan habersiziz.
Gözlerimizi ilk olarak yayılma sorununun boyutlarına açan neydi?
Saul’un Şam’a ulaşmak için yolda yürüdüğü ânı mı kastediyorsun?
Tam olarak.
2000’li yıllarda sorun kuş gribiydi. Kuş gribinde gördüğümüz şey, insanları beslemek için devasa sayıda kümes hayvanı beslenmesinin doğrudan bir sonucuydu. Bugün Çin’e baktığınızda, ihtiyaca göre yıllık 15 ilâ 20 milyar kümes hayvanı besleniyor. Ancak geri dönüp 1960’ların verilerine bakarsanız, en iyi ihtimalle besicilikte yalnızca birkaç yüz milyon kümes hayvanı üretildiğini görürsünüz. Bangladeş, Vietnam ve Asya ile Endonezya’nın başka bölgelerine baktığınızda, 50 yıl önce üretilen kümes hayvanlarının miktarının, bugün üretilen kümes hayvanlarından daha az sayıda olduğunu görüyorsunuz. Bu durum, daha fazla insanın ve daha fazla satın alma gücünün bir sonucu. Hane halkı bazlı satın alma gücü hakkında bildiğimiz şeylerden biri, elinizde harcanabilir geliriniz olduğu zaman, kök ya da tahıl bazlı bir beslenmeden vazgeçip hayvansal kaynaklı protein almaya çalışacağınızdır. Ve yaşanan tam olarak bu.
‘VİRÜSLER MİKYOBİYOMUMUZUN PARÇASI HALİNE GELEBİLİR’
Science dergisinde yazdıklarınızda dikkat çeken bir sayısal veri, Dünya’da 1.67 milyon virüs türünün olduğunu ve tahminen 631 bin ilâ 827 bin kişiyi enfekte etme kapasitesine sahip olduklarını belirtiyor. Bu oldukça korkutucu, değil mi?
Bir düzeyde çok korkutucu. Fakat başka bir düzeyde, bulaşma potansiyeli mutlaka hastalık ve ölümle bağlantılı değildir. Virüslerin bazıları herhangi bir hastalığa yol açmayabilir. Ve bunların bazıları kendi biyolojimizi geliştirmemizde rol oynayabilir. Mikrobiyomumuzun bir parçası haline gelebilirler. Bu durum, evrim süreci açısından yeni bir şey değil. Virüslerin yalnızca düşmanımız olmadığı, bizim için önemli ve olumlu bir rol oynayabileceği fikrine de açık olmalıyız. Bakteriler söz konusu olduğunda, bunun böyle olduğunu öğrendik. Bununla birlikte, uyanık olmalı ve aldığımız ilaçlar konusunda dikkatli olmalıyız. Eğer geniş spektrumlu antiviraller kullanıyorsak, bunlar başka sağlık sorunlarına da sebep olabilirler.
Amerika Birleşik Devletleri hükümetinin zoonotik hastalıklar tehdidine karşı genel tutumunu nasıl tarif edersiniz?
Yalnızca ABD hükümeti değil, dünya genelindeki hükümetler ve özel sektör de risklere karşı yatırım yapmıyor. Zoonotik hastalıklardan bahsetmek tüberküloz veya sıtmadan bahsetmekten farklıdır. Bunlar elle tutulabilir, açık ve bilinen sorunlardır. Zoonotik hastalıklarsa aniden ortaya çıkan sorunlardır. Ancak biz toplum olarak kapımızı tekmelemeyen şeylere karşı yatırım yapmayız.
Korona virüs kapımızı tekmeliyor, sizce de öyle değil mi?
Evet, bu durum herkesin dikkatini çekti. Buna karşın, korona virüsü de manşetlerden düşecek ve bu gerçekleştiğinde, yapılan yatırımlarda bir daralma göreceksiniz. Barış zamanlarında savaş için bütçemiz var ama sonra para yoktur. Yani güçlüğün bir kısmı -bu bir sosyal mühendislik faaliyeti-, milletvekillerinin ve yatırımcıların riske yatırım yapmalarından kaynaklanıyor. Bu durum gerçekten de çok meşakkatli.
PREDICT programının yeni fon alamaması, bilimden bîhaber görünen Başkan Trump’a karşı siyasi bir toplanma noktası haline geldi. Sizce PREDICT’in sonu ile korona virüsünün şu anki durumu arasında bir bağlantı var mı?
Hayır, bir bağlantı olduğunu sanmıyorum. PREDICT güzel bir projeydi. Bilimsel açıdan iyi yürütülmüştü. İlerleme kaydediyordu. Ancak ölçeği küçüktü. 2 binden biraz fazla virüs keşfedildi. Eğer halk sağlığı alanında bir etki yaratmayı amaçlıyorsanız, 600 bin kişilik bir havuzdan 10 yıl içinde 2 bin virüs bulmak, halk sağlığı riskini en aza indirme yeteneğinizi değiştirmeyecektir. Ve PREDICT kritik bir denklemin ikinci adımını gerçek anlamda atamadı ve bilimi politikaya dönüştürdü. Biz onu bu amaçla tasarlamamıştık. Ayrıca, zaten yıllık 20 milyon dolarlık bütçe bile yeterli değildi. Viral risk hakkındaki düşüncemizi ve buna nasıl hazırlanmamız gerektiğini değiştirecek ve bununla ilgili kanıtlar sağlayacak küresel bir programı yürütmek için, yılda yaklaşık 100 milyon dolara ihtiyacınız var. Yeni Global Virome Projesi’nde bunu yapmayı hedefliyoruz.
‘KONUŞULMAYAN BİRÇOK ŞEY VAR’
Bu korona virüsü hakkında sizi endişelendiren mesele nedir?
Herkesi endişelendiren bariz şeyler var. Ancak konuşulmayan şeyler de var. Beni en çok endişelendiren kısım bunlar. Yaşadığımız, küresel bir olay. Dünyanın her yerindeki tüm toplumları vuracak. Ve etkisi eşit olarak dağıtmayacak; çünkü dünyanın bizimkinden, Çin’in ya da Avrupa’nınkinden çok daha kırılgan sağlık sistemlerine sahip bölgeleri var. Şunu biliyoruz ki, kırılgan sağlık sistemleri olağanüstü yeni taleplerle karşılaştığında, bu sistemlerinin çökme riski çok yüksektir. Özellikle de Afrika kıtasında ve sosyal karmaşa veya savaşın olduğu bölgelerde…
2014 yılında, Ebola virüsü Batı Afrika’nın üç ülkesini silip süpürdüğünde, virüsün ilk etaptaki sonuçlarından birinin, aslında sağlık hizmetlerinin verilmesini engellemesi olduğunu gördük. Sağlık çalışanları hastalığa maruz kaldılar; hastalanıyor ve korkuyorlardı. Beş ay boyunca, insanların ortalama sağlık hizmetlerine ulaşması mümkün olmadı. Hamile kadınların eğitim almış doğum görevlilerine erişimi yoktu. Çocukların sıtma karşıtı sağlık hizmetine erişimi yoktu. Aşılamaya devam edilemedi. Rutin sağlık hizmeti alamadıkları için hayatları tehlikeye giren, kayıt altına alınmamış bir nüfus söz konusuydu. Benim korkum, bunun muhtemelen kendini tekrar edecek olması. Korona virüsü şimdiki kadar etkili olmaya devam ederse, sağlık sistemlerinin aşırı yüklendiğine ve hem virüse hem de normatif sağlık sorunlarına cevap veremediğine tanık olacağız. Göründüğü kadarıyla hükümetten hiç kimse bundan bahsetmiyor.
2005 yılında, kuş gribi salgını esasında, George W. Bush, dünya liderleriyle küresel bir tepkinin nasıl koordine edileceği konusunda düzenli olarak telefon görüşmeleri yapıyordu. Aynı şeyi Barack Obama 2009 yılında yaşanan ikinci H1N1 salgını ve 2014 yılındaki Ebola salgını esnasında yapmıştı. Başkanlık liderliğinin bir adım öne çıkıp küresel bir soruna küresel bir çözüm bulmak için bir katalizör görevini yerine getirdiğine tanık olmuştuk. Bu sefer Beyaz Saray’da tam bir sessizlik yaşandı. Sanırım Beyaz Saray’ın yaşananlara dudak bükmesinin tek sebebi, borsanın serbest düşüşe geçmiş olması. Borsayı yatıştırmak için ne söyleyeceklerini bulmaya çalışıyorlar.
‘KÜRESEL DİYALOG KURULAMADI’
Neden Beyaz Saray’da bir sessizlik olduğunu düşünüyorsunuz?
Çünkü Trump yönetimi önce ve yalnızca Amerika’yla ilgileniyor. Burada, Avrupa’da ve diğer yerlerde yaşanan popülizm dalgası, bu gibi sorunlara karşı küresel bir yaklaşımı bir araya getirmede çok etkili olan küresel ağları parçaladı. Şimdiye kadar Beyaz Saray’dan yayınlanan ve Çin’de virüs kontrol altına alınmaya çalışılırken, başkanımızın eylemi nasıl koordine edeceğini konuşmak amacıyla Başkan Xi’yi aradığını gösteren hiçbir rapor görmedim. Küresel bir olay karşısında küresel diyalogun hiçbir şekilde kurulmaması beni çok şaşırttı. Şu anda Avrupa’da, bir ‘Avrupa Birliği’ olduğuna inanmak mümkün değil. Bulunduğum yerden gördüğüm kadarıyla, her ülke bunu yaparken kendince bir düzenlemeye yapıyor. İtalya Brüksel ile koordine olmuş değil. Brüksel, Almanya ile işbirliği yapmıyor. Bunu yapmak için bir platforma sahip olsalar bile, Avrupa’da bu soruna ilişkin tutarlı bir bölgesel yaklaşım söz konusu değil.
‘HER ÜÇ YILDA BİR AYNI DÖNGÜ’
Peki zoonotik hastalıkların neden olduğu küresel tehditler hakkında insanları bilgilendirmek için ne yapmamız gerekiyor?
Farkındalığı artırmak için en etkili yöntem seri bir saldırıdır ve biz de şu an bunu izliyoruz. Her üç yılda bir buna benzer sonuçlar yaratan bir döngü içindeyiz. Ve her seferinde, bu yatırımların yapılması ve sürdürülmesi gerektiği konusunda daha fazla farkındalık oluşuyor. Sorun, bu harcamaları yıllık ve düzenli biçimde, acil olmayan finansmanın bir parçası haline getirmek.
Bilim insanları ve genetikçiler arasında örnek bir veri paylaşımı yaşandı, sizce de öyle mi?
Evet. Ama Sokrates’ten kalan akıl yürütme yaklaşımına bir bakalım: Doğru düşünme doğru eyleme yol açar. Şu anki durumun böyle olmadığını biliyoruz. Düşünceleriniz kesin biçimde doğru olsa bile uygulamalar tamamen farklı olabilir. Bilimin yapmamıza olanak sağladığı şey, risk altında olan şeyleri daha ayrıntılı biçimde anlamaktır. Bilim bize bir anlayış verir. Fakat bu anlayışı sürekli bir risk değerlendirmesine dönüştürüp daha ileri taşımak zorundayız.
‘ŞEFFAFLIK ÇOK ÖNEMLİ’
İdeal olarak, nasıl ilerlememiz gerekiyor?
Bu virüsler tabiatı gereği mutasyon yeteneğine sahiptir. Bugün gördüğümüz şey, birkaç ay sonra göreceğimiz şeyle aynı değil. Daha ölümcül hale gelebilir veya soğuk algınlığı gibi zayıflayarak yok olabilir. Önemli olan şey, bunu takip edip etmediğimiz. Yeterli veri, şeffaflık ve örneklerin kullanılabilirliği var mı? İran’da neler ortaya çıkıyor? İsrail’de neler ortaya çıkıyor? İtalya’da ve ABD’de neler ortaya çıkıyor? Gerçek zamanlı biçimde parmağımızı nabzın üzerinde tutmamızı sağlayacak kadar yeterli şeffaflık var mı? Ben bir enternasyonalistim. Halkımıza nasıl bakacağımızı bulmalıyız. Ancak dünya genelinde yardıma ihtiyacı olan topluluklara da dikkat etmeliyiz. Hepimiz aynı ekosistemin parçasıyız. Bu, küresel bir konudur. Ya bunun için hazırlanırız ve küresel bir odaklanma bağlamında buna cevap veririz ya da bunu yapmayız. Hazırlık ve yanıtlarımız ülke merkezliyse, ciddi bir sorunla karşı karşıyayız demektir.
*Zoonotik hastalık; hayvanlardan insanlara bulaşabilen hastalık türlerine verilen ad.
**Epidemiyoloji, toplumdaki hastalık, kaza ve sağlıkla ilgili durumların dağılımını, görülme sıklıklarını ve bunları etkileyen belirteçleri inceleyen bir tıp bilimi dalıdır.
Yazının aslı Nautilus sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)