Deprem ölümleri neden politiktir?
Tıpkı hükümetin deprem vergilerini depreme önlemler almak için kullanmaması ve sonrasında yeni deprem vergilerinin ayyuka çıkması gibi, Kızılay da Elazığ’da olduğu gibi ilk doğal afette vergi misali bağış toplamaya çağrı yapmaya başlamıştır. Her iki örnek de devletin ve aygıtlarının sosyal politikaları olağanüstü bir olay ortaya çıkana kadar ertelediğinin, bu olaylar ortaya çıktığında da ancak bağış ya da vergi yoluyla gerekli tedbirlerin sağlanabileceğini kanıtlamaktadır.
Kaan Çeltik*
Son günlerde özellikle kimi kurumların ve siyasetçilerin deprem gibi insanın elinde olmadan gerçekleşen bir doğal afet durumunda siyasetin herhangi bir şekilde konuşulmaması gerektiğine dair çokça beyanları oldu. Bunlardan en dikkat çekenlerinden biri Meral Akşener’in Uğur Dündar’ın programında deprem haberinden sonra “siyaset konuşmayı bırakıp” Fatiha okumaya başlaması ve programın bitimiydi. Kanımca, bu örnekte Türkiye’ye dair ciddi bir davranış tutumu göze çarpıyor: Siyasetin toplumsal hayatın bütününe etki eden bir yapı olarak kabulü yerine, yalnız kapalı kapılar ardında belirli kişilerce yürütülen ve iktidarın meşruiyetine, dolayısıyla ülkenin menfaatlerine zarar vermeden onu koruyup yeniden üretecek bir pratik olarak kabulü. Bu sebeple de konu sınır dışı operasyonlara, terörle mücadeleye ve bugünlerde şahit olduğumuz doğal afetlere gelince tüm bunlar siyasetin alanından çıkıyor ve eleştirilemez bir alana dahil oluyor. Bu yazıda neden depremin siyasetten ayrılamayacağını, neoliberalizmin ekonomik olduğu kadar akılsallık yönüne de vurgu yaparak incelemeye çalışacağım.
Devletin ve aygıtlarının gelişimi ve değişimi neoliberalizmin bir ekonomik düzenin ötesinde akılsallık olarak yayılmasından ayrı değildir. Bu noktada Foucault’yu anmakta özellikle fayda var. Devletin artık piyasa tarafından değil, piyasa için yönetimiyle beraber devlet Hobbes’un betimlediği koruyucu, anlaşmacı rolünden sıyrılıp fayda-zarar hesaplamaları yapan şirketvari bir kuruma dönüşmüşür (Foucault 2015). Dolayısıyla devletin vatandaşa bakışı da bir fayda-zarar analizine tabi tutulup, vatandaşlığın kendisi siyasi ve sosyal haklarından mahrum edilerek, insan sermayesinin bir parçası haline gelir (Brown 2016). Artık devlet yurttaşların siyasi ve sosyal haklarının koruyucusu değil, bu hakların ayağını yerden kaydıran bir kuruma dönüşür. Yine de Türkiye gibi neoliberalizmin yönetimin tek ana unsuru olmadığı yerlerde başka dinamikler de bulunmaktadır. Özellikle iktidarın yüksek vergi politikaları bu dinamiklerin sonuçlarından önemli biri olabilir. 26 Kasım 1999’dan sonra bir kereliğe mahsus olduğu söylenip toplanmaya başlanan deprem vergisinin 21'inci yılına yaklaşırken, toplanan vergilerin depremlerin zararlarını önlemeye dair olmadığını söylemeye bile gerek yoktur sanırım (1). Bu noktada temel bir çelişki bulunmaktadır. Devlet, bir yandan hızlı özelleştirmeler, ihaleler ve mega projeler yoluyla marketin güçlendirilmesi doğrultusunda politikalar uygulayıp, sosyal politikaları ilga ederken diğer yandan her türlü ekonomik krizin ya da başa çıkılması güç olan doğal afetlerin sonrasında yüklü vergi politikaları uygulamasıdır. Başka bir deyişle, devlet hem bir şirket gibi sürekli kâr-zarar maliyeti hesaplamakta, hem de bir sosyal devlet gibi vergilerin sosyal politikalara ve toplumsal yardımlara kullanılacağına dair beyanlarda bulunmaktadır. Oysa, yaşanan her doğal afetten sonra devletin altyapı yetersizliği toplanan vergilerin suya gittiğini kanıtlarcasına gün yüzüne çıkıyor. Özellikle son dönemlerde gerek sosyal medyada gerek televizyonlarda neredeyse her ay açıklamalar yapan birçok uzmanın depreme dair uyarılarının kale alınmadığını, depreme dair nitelikli koruyucu önlemlere başvurulmadığını görüyoruz. Elazığ depremi gerçekleşmeden önce en yakın uyarılardan birini CNN Türk’te yapan Prof. Naci Görür (2) ya da Elazığ depremi sonrası halkın, evlerin dayanıksızlığına dair söylemleri (3) bunlardan yalnızca birkaçıdır.
Diğer bir yandan, devletin neoliberal akılsallıktan etkilendiği kadar, kurumlarının da aynı etmenden etkilendiği aşikar. Özellikle Kızılay hükümetle doğrudan bağlantılı yardım kurumlarından biri olduğu için önemli bir yer teşkil etmektedir. Kızılay’ın genel başkan yardımcılarından Naci Yorulmaz’ın Davutoğlu’nun başbakanlığı dönemindeki başbakan danışmanlığı görevi ya da diğer bir genel başkan yardımcısı İsmail Hakkı Turunç’un Kadir Topbaş’ın danışmanı olarak görevi, kurumun hükümetle yakın ilişkilere sahip olduğunu göstermektedir. Ayrıca kurumun, yönetim kurulunda uzun yıllardır süre gelen nepotist (akraba kayırmacılık) ilişkiler de bunun cabası. Tıpkı devletin yönetimi gibi Kızılay’ın yönetimi de bir kâr zarar analizi üzerinden işlemektedir. İsmail Arı’nın haberine göre, son sekiz yılda Kızılay tarafından en az sekiz şirket kurulmuş ve son üç yılda direktör maaşları yüzde 461 oranında artmıştır (4). Bu noktada hayır kurumu olarak geçen Kızılay’ın yönetimi artık bir şirketin yönetiminden farksız hale gelmeye başlamıştır. Vatandaşlığın devlet tarafından sosyal haklar yerine insan sermayesi olarak adlandırılması Kızılay’ın politikalarına yansımaktadır. Örneğin, bağışları artırmak amacıyla kullanılan teşviklerden biri kuruma makbuz karşılığı yapılan nakdi bağışların tamamının beyan edilen gelirlerden düşülebileceği veya yüz bin TL üzerindeki bağışların sahiplerine madalya verileceği bu politikalara dahil edilebilir (5). Buna göre neoliberal özneler olarak bağışçılar, bağışın sağlayacağı sosyal ve ekonomik kârları hesaplayarak bağışa teşvik edilmektedir. Bu noktada neoliberal akılsallık ortaya çıkarken diğer bir yandan bu bağışları toplayan “hayır kurumunun” yönetici kadrosunun aldığı yüksek maaşlar, hükümetle yakınlığı ve kayırmacılık ilişkileri, belki de Türkiye neoliberalleşme sürecine özgü nitelikler olarak addedilebilinir. Bu sebeple tıpkı hükümetin deprem vergilerini depreme önlemler almak için kullanmaması ve sonrasında yeni deprem vergilerinin ayyuka çıkması gibi, Kızılay da Elazığ’da olduğu gibi ilk doğal afette vergi misali bağış toplamaya çağrı yapmaya başlamıştır. Her iki örnek de devletin ve aygıtlarının sosyal politikaları olağanüstü bir olay ortaya çıkana kadar ertelediğinin, bu olaylar ortaya çıktığında da ancak bağış ya da vergi yoluyla gerekli tedbirlerin sağlanabileceğini kanıtlamaktadır.
Sonuç olarak, bir yandan neoliberalizmin devletin ve devletin aygıtlarına etkisi sosyal politikaların, vatandaşlığın ve demokrasinin ocağına incir ağacı dikerken, diğer yandan Türkiye’ye özgü otoriter yönetim ve nepotist ilişkiler de neoliberalizmden ortaya çıkan negatif sonuçları artırmaktadır. Bu politikaların sonuçlarını her doğal afetten veya ekonomik krizden sonra ödemek zorunda kalanlar onlara maruz kalanlardan başkaları değil. Elazığ depreminde hayatını ve evini kaybeden insanlar da bunun kanıtıdır. Dolayısıyla depremin kendisi siyasetin dışında gerçekleşen bir doğal afet olsa da, depremden maddi manevi zarar gören her insanın yaşadıkları tam olarak neoliberal politikaların ve akılsallığın konusudur.
(1) http://www.radikal.com.tr/ekonomi/deprem-vergileri-duble-yola-gitmis-1067662/
(2) https://www.youtube.com/watch?v=0mZAkFCqwSw
(5) https://www.kizilay.org.tr/SSS?id=9
Brown, Wendy. 2016. “Sacrificial Citizenship: Neoliberalism, Human Capital, and Austerity Politics.” Constellations 23(1): 3–14.
Foucault, Michel. 2015. Biyopolitikanın Doğuşu. ed. Ferhat Taylan. Istanbul Bilgi Universitesi.
*Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi