Şiddetsiz İletişim’in pratikteki uygulaması dört temel sacayağına dayanıyor: Herhangi bir yargı ve yorum içermeyen gözlem, kişinin karşılaştığı durum karşısında doğrudan duygulanımı, kişinin ihtiyaçlarını açığa vurması ve isteklerini somut ve olumlu bir dille aktarması. Şiddetsiz iletişim, kişiler-arası diyalogda kurtarıcı-muhtaç ikilemine karşı çıkar. Dayanışma empatiyi gerektirir.
"Empati diğerlerinin deneyimlediklerine karşı saygılı bir anlayıştır. Sık sık, empati sunmak yerine, içimizde güçlü bir tavsiye verme ya da teselli etme ve kendi halimizi ya da duygularımızı anlatma isteği duyarız. Oysa ki, empati, bizden zihnimizi boşaltmamızı ve diğerlerini bütün benliğimizle dinlememizi ister.” (Marshall Rosenberg)
Siyasetten toplumsal ilişkilere, mühendislik uygulamalarından hesap verebilirliğe dek artçı sarsıntılarını her gün yeniden yaşadığımız deprem felaketi, bir açıdan da bizlere merhameti, şefkati, empatiyi ve duygudaşlığı anımsattı, çünkü bu erdemlere en çok gereksinim duyulan bir dönemden geçiyoruz.
Ancak, aynı zamanda hepimizin sadece siyasi ve ekonomik açıdan değil duygusal olgunluk açısından da aynı gemide olmadığımızı görüyoruz bu dönemde.
Bir yandan, ilkokul yaşındaki çocuğunu yakınlarına emanet ederek yaşadığı ve çalıştığı şehirden yüzlerce kilometre ötedeki Hatay’a hiçbir karşılık beklemeksizin ilaç götürmek için seferber olan eczacılar ve sahra çadırında depremzede kedilere kucak açan sağlık çalışanlarımız, diğer yandan karşısında buz gibi soğukta yalın ayak duran ufacık bir çocuğa elindeki kutu meyve suyu ve kek parçasını uzatırken bile bunun reklamını yapmakta beis görmeyenler...
Bir yanda, depremzedelerin yardım çığlığıyla dalga geçenler, yardımların gecikmesini eleştirenlere “kanı bozuk” diyenler, uluslararası arama-kurtarma ekiplerini komplo teorileriyle suçlayıp kurtardıkları canları görmezden gelenler, Malatya’da bir depremzedenin çadırının içinden yaptığı akıl almaz haberde “çadır büyük, antre var, salon var, çay var” diyerek insanla dalga geçercesine yoksunluk güzellemesi yapanlar...
Bir yanda, çocukların sapır sapır öldüğü enkazın üzerine balon dikip acıklı müzikler döşemekte beis görmeyenler ve insanların acıları üzerinde sanat kisvesi altında tepinenler, bir yandan da başka bir kıtadan depremzedelere yardım amacıyla kek yapıp satarak yardım parası toplayan çocuklar...
Depremzede bir çocuğa yaşadığı travmanın yeniden hatırlatıldığı, küçük çocuğun duygulanıp ağlamaya başlaması üzerine arka plana anında duygusal bir müzik eklendiği programlara imza atanlar…
Enkazın arasından buldukları tencereler ve tüplerle İskenderun’dan Samandağ’a depremzedelere günde üç öğün yemek çıkarmak için canla başla çalışan sivil toplum gönüllüleri...
Hem de merhamete ve dayanışmaya, su gibi, hava gibi, doğru mühendislik gibi, bilim gibi ihtiyacımız olan bir dönemde yaşandı tüm bunlar... Hepsini teker teker not ettik.
Bu dönemde herkes vatan sevgisinin içini; dayanışma ağlarının içinde ne oranda yer aldığıyla, yaşanan trajediyi kalbinde ne kadar hissettiğiyle, elini taşın altına ne kadar koyduğuyla ve zaten herkesin çok kırılgan ve hüzünlü olduğu bir dönemde ötekini kırmayan, onu sarıp sarmalayan bir dil ve söylem tutturma yetisiyle doldurdu.
Amerikalı psikolog Marshall Rosenberg, Remzi Kitabevi’nden çıkan “Şiddetsiz İletişim: Bir Yaşam Dili” adlı referans niteliğindeki kitabında bu yönde bir yaklaşımı etraflıca ele alır.
Şiddetsiz iletişim yaklaşımının özünde, kendisi de Yahudi olarak ırk çatışmalarına maruz kalan Rosenberg’in barışçıl çözümler ve bir şefkat dili önerme arzusu yatar. Bu dilin, 1960’lı yıllarda ABD’de birçok okulda ırk çatışmalarının çözümü konusunda da kullanılması, yöntemin toplumsal kabulü açısından anlamlı.
Temel amaç ise; afetler, soykırımlar gibi büyük insani trajedileri anlamak ve buna uygun davranmak... Çinli filozof Chuang-Tzu’nun gerçek empatinin sırf kulakla değil zihinle de anlayarak duymayı, tüm varlığımızla dinlemeyi gerektirdiğini söylemesi gibi...
Karşımızdaki kişiyle endişeli, öfkeli, ötekileştirici, umutsuz, sinirli duygular üzerinden yaklaşmak yerine onu suçlamaksızın, enkazın altından yardım çığlıkları yükselen kişileri küçük görmeksizin, binlerce pelüş oyuncağı depremzede çocuklar için tribünlerden sahaya gönderen taraftarları eleştirmeksizin ve “fosseptik faresi” gibi tehlikeli ifadeler dillendirmeksizin, tam tersine ilgili, anlayışlı, kardeşçe, omuz omuza, empatiye dayalı bir dil üzerinden yaklaşarak...
Şiddetsiz İletişim’in pratikteki uygulaması dört temel sacayağına dayanıyor: Herhangi bir yargı ve yorum içermeyen gözlem, kişinin karşılaştığı durum karşısında doğrudan duygulanımı, kişinin ihtiyaçlarını açığa vurması ve isteklerini somut ve olumlu bir dille aktarması.
Ancak Rosenberg’e göre insanlar-arası iletişimde şefkatin önüne geçen bolca sebep var. Özellikle de deprem sonrasında gözlemlediğimiz “yaftalayıcı”, “kutuplaştırıcı”, “yargılayıcı” dil, topluma ve siyasete uzun süreden beri yerleşmiş bir tümörün, ahlakçı yargıların ve üstü kapalı veya açık bir şiddet dilinin, içselleştirdiğimiz olumsuz duyguların iletişime yansımasıydı.
Bazı kişilerde yardım yaparken bile “bir gün biz de aynı duruma düşebiliriz” yaklaşımı egemendi ki bu da empatiden yoksun, acıma-merhamet-üstünlük temelli hiyerarşik dilin bir başka yansımasıydı ve belki karşıdakinin fiziksel ihtiyaçlarını bir noktaya kadar karşılasa da duygusal ve toplumsal ihtiyaçlarını anlamaya dönük ilişkiler geliştirmiyordu. Ne de olsa insan kendinde olmayan bir şeyi başkasına veremez ve bu durum “empati” için de geçerlidir.
Şiddetsiz iletişim, kişiler-arası diyalogda kurtarıcı-muhtaç ikilemine karşı çıkar. Dayanışma empatiyi gerektirir; tek yönlü, eşitsiz ve kısa vadeli olup saman alevi gibi sönüveren bir merhameti değil...
Rosenberg bunun çözümü olarak da toplumların eğitilmeleri gerektiğini ve böylelikle gerçek duygularının ve ihtiyaçlarının farkında olabileceklerini vurgular. Çünkü başkalarına beslediğimiz ve iletişimimize yansıyan duygular, karşılanmamış ihtiyaçlarımızın tezahürüdür. Yani kendisinin hiç anlaşılmadığını ifade eden veya herkesin ona komplo kurduğunu, kuyusunu kazmak istediğini söyleyen bir kişi, muhtemelen kendisiyle ilgili bir anlayış ihtiyacının veya duygusunun karşılanmadığını söylemek ister, ama kelimelere dökemez bu ihtiyacını...
Dolayısıyla, “şefkatli ve şiddetsiz iletişim” kişinin ilişkilerini sağlıklı bir şekilde kurgulaması için duygusal açıdan özgürleşmesini tamamlaması gerektiğini söyler.
Kişi duyguları ve ihtiyaçlarının farkına vardığında, örneğin artık deprem ülkesi olduğu yüzyıllardır kanıtlanmış bir coğrafyada anayasa tarafından güvence altına alınan barınma hakkı olduğunu anladığında, artık iyi bir köle ve emir kulu olmaktan çıkar, yurttaşlık bilincinin ayrımına varır.
Rosenberg, şiddetsiz bir iletişim için, hareketlerimizin sebeplerini bizim dışımızdaki durumlara da bağlamamak gerektiğini önemle vurgular. Zira böylelikle kişinin eylemlerinin sorumluluğunu reddetmesi gibi bir risk olduğuna dikkat çeker.
“Sağlam bina yaptım çünkü mecburdum” değil, “sağlam bina yaptım, çünkü bilim ve mühendislik tekniği bunu öğretti” denmesini salık verir. Sorumluluk, kendi içinde istifa ve öz-eleştiri gibi mekanizmaları da barındırır.
“Depremzede çocukları ağlatarak çalıştığım kanalın reytinglerini artırdım ve patronumdan kocaman bir aferini kaptım” değil, “depremzede çocukların üstün yararını her yayınımda gözettim, çünkü çocuk haklarını önemseyen habercilik ve kişisel ahlaki değerlerim bana bunu öğretti” denmesi gerektiği gibi...
“Yardım yaptım, ama bunu korku, suçluluk ve utanç duygularından kaçınmak için yaptım” değil, “afet bölgesine kişisel yardımımı sessiz sedasız ve gönülden vererek yaptım, çünkü şu anda önemsediğim biricik şey, benim yardımımla bölgedeki insanların bir ihtiyacının daha giderilmesi, onların esenliğinin bir nebze dahi olsa artırılması. Bu yardımımla toplumsal bir etiketlemeyi veya karşı taraftan bir beklentiyi hedeflemedim”.
Depremzedelere yönelik ihtiyaç listesinde yer almayan abiye giysiler veya topuklu ayakkabıları göndermek yerine, kendisi aynı durumda olsaydı en çok neye ihtiyacı olacağını düşünerek bölgedeki kırılgan grupları bu şekilde sevindirmeye, uzaktan şefkatli iletişim kurmaya yönelir. Özsaygı ve merhamet bunu gerektirir.
Depremzede çocuklara, sonunda küçük kızın soğuktan donarak öldüğünü bile bile Kibritçi Kız kitabını hediye edip okumak ise, iletişimin de yardımın da dayanışmanın da her daim sağduyu, ahlak ve eğitim gerektirdiğini anımsatır. Çünkü şiddetsiz iletişim empatiyle eşgüdümlüdür.
Shakespeare’in Romeo&Juliet başyapıtında Romeo’nun dediği gibi, “Yarayla alay eder, yaralanmamış olan”. Ve yarayı onarmaya çalışır, iletişimi empatiyle, dayanışmayla, duygudaşlıkla harmanlayan...
Çocuklar özelinde çalışan birçok demokratik sivil toplum girişimi gibi Dayanışma Gönüllüleri de aşevinden, revir hizmetlerine, erzak, hijyen ve çadır teminine kadar çok yönlü bir dayanışma faaliyetinin yanı sıra deprem bölgesinde bir süredir Şiddetsiz İletişim dilini kullanarak çocuk etkinlikleri düzenliyor. Bu etkinliklerde yer alan kişilerden de aldığım geri dönüşlere göre empati ve şefkat dili kullanılıyor – tıpkı Rosenberg’in salık verdiği gibi...
Çocukların fiziksel ve duygusal ihtiyaçları karşılanmadığında yaşadıkları korku, endişe, üzüntü gibi olumsuz duyguları yok etmek üzere oyun ve onunla bağlantılı sosyalleşme/eğlenme/gülme/şakalaşma oldukça önemli bir araç.
Böylelikle; topluluk aidiyeti, duygusal güvenlik hissi, sevgi, fiziksel esenlik, hareket gibi temel ihtiyaçların karşılanması sağlanıyor ve neşe, ferahlama, umut, iyimserlik, kendini enerjik hissetme, önemsenme gibi olumlu duyguların çocuklar arasında yaygınlaşması hedefleniyor.
Çünkü bu çocukların bazıları ailelerinde en yakınlarını kaybetmişler, bazıları sınıf arkadaşlarını, bazıları öğretmenlerini, çoğu da evlerini.... İhtiyaçlarının karşılanması için de bunları doğru pedagojik yöntemlerle ifade etmeleri gerekiyor.
Örneğin depremzede çocuklara yönelik olarak sabit genellemelerden (“hepiniz çok korktunuz”, “hepiniz çok üzgünsünüz”, “erkek adam korkmaz” gibi) kaçınmak şart. Şiddetsiz İletişim dilinin uzmanı olan ve çocuklara nasıl yaklaşılacağını bilen kişinin salt gözlem yaparak, çocuklardaki duygu nüanslarını yakalayarak (“Gözlemlediğim kadarıyla kendini yalnız hissediyorsun ve deprem sonrası duygularını ifade etmek istiyorsun, öyle mi?”) onlarla dertleşerek oyunlar geliştirmesi de önemli.
Enkaz altında kalmış biricik çocukluk duygusunu şefkat diliyle geri kazanmak, duygularına yabancılaşmalarını önlemek ve iyi olma hallerini en azından fiziksel ve duygusal olarak yeniden kurmalarında “doğru ve olumlu dil” geliştirmek gerekiyor. Evini, arkadaşını kaybetmiş çocuğu ekran önüne itip ağladığı anda arkaya acıklı müzik geçmenin çok ötesinde bir dil olmalı bu...
Kameralar önünde çocuklara ikincil travmalar yaşatan haber kanallarının aksine bu tür etkinliklere çocukların koşa koşa katılmaları, bu şiddetsiz iletişim dilinin ne kadar etkili ve “sihirli” bir araç olabileceğinin en güzel kanıtlarından...
Dolayısıyla belki çok farklı bir coğrafyada ve farklı tarihsel koşullar altında geliştirilmiş olsa da Türkiye bağlamına ve günümüze aktarılan şiddetsiz iletişimin şefkat ve empati dili, çocukların bu travmatik süreçte yaralarını sarmada oldukça faydalı oluyor.
Bölgede çadırlarda yaşam mücadelesi veren insanların birkaç hafta önce sıcak evlerinde akşam film izlediklerini, kestane kavurduklarını, bir meyhanede arkadaşlarıyla eğlendiklerini, tarihi Antakya evleri önünde fotoğraf çektirdiklerini veya mevsimlik tarım işçisi olarak çevre illere gitmek üzere son hazırlıklarını yaptıklarını unutmayalım...
Böylelikle yaşamın aslında ne kadar pamuk ipliğine bağlı olduğunu ve bizi kurtaracak en özel şeyin, “doğru iletişim” olduğunu anımsarız. Kırmadan, dökmeden, ötekileştirmeden, deprem acısında bile ortaklaşamayan bir ülke görüntüsü vermeden... Empati, karşımızdakinin yaşadığı zorluklarda onun yanında olabilmeyi, onun deneyimine eşlik edebilmeyi, onun yaşadıklarını saygıyla anlamayı gerektirir.
Değerli felsefeci Uluğ Nutku’nun dediği gibi, “insan eliyle bozulan, insan eliyle düzeltilebilir.” Yani her şeye rağmen umut, yine de insanda aranmalı.
Şiddetten peyderpey arınan, kağıttan kulelere zemin hazırlayan imar barışından ziyade söylem barışının geçer akçe olduğu toplumlarda, iletişim de yeni bir duygudaşlık biçimiyle dönüşüyor. Çünkü medeni ve kendiyle barışık toplumlar, Gandhi’nin o ünlü sözü misali, dünyada görmeyi istedikleri değişimin kendisi olmak istiyor.
Belki bunun için örneğin temel eğitim müfredatına şiddetsiz iletişim yaklaşımı bir ders konusu olarak eklenebilir; bu konuda öğretmenler meslek-içi eğitimden geçip şiddetsiz iletişimi öğrendikten sonra, özellikle deprem sonrası tüm öğrencilerin bir şekilde etkilendiği bir ortamda çocuklarla farklı bir empati yolu izleyebilirler.
Afet ve acil durum çantasına “şiddetsiz iletişim” de koymaya ne dersiniz?