Deprem ve insan

İçi görünen daireler insana utançla karışık bir şaşkınlık veriyor. Bir evin mahremine baktığımı fark ediyorum; çamaşırlığa asılmış çamaşırlar, boş koltuklarıyla bir oturma odası, panikle terk edilmiş, üzeri açık bir yatak. Utanıyorum. Oysa mahrem bir şeye değil, bir mühendislik problemine bakmak istiyorum. Yassılaşmış katlardan taşan perdeler en çok da. Birbirine yapışmış beton döşemeler arasından taşmış, hayaletler gibi uçuşuyorlar sokağa doğru.

Bülent Batuman bbatuman@gmail.com

Halen Merkez Yönetim Kurulu üyesi olarak görev yapmakta olduğum Mimarlar Odası, 29 şubesiyle birlikte, bağlı bulunduğu üst örgüt olan Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) ile koordinasyon içinde depremin hemen ardından yardım organizasyonuna başladı. Bunun ardından üyelerini önce (İnşaat Mühendisleri Odası ile birlikte) Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ile koordinasyon içinde hasar tespit çalışmalarına katılmak, ardından da Adalet Bakanlığı ve barolar ile eşgüdüm halinde enkazlarda yapılan incelemelerde bilirkişi olarak görev yapmak üzere organize etti. (Meslek örgütlerinin özellikle deprem sürecindeki rolleri ve devletle ilişkilerini bir başka yazıda ele almayı planlıyorum.) Bu faaliyetler sürerken, 11-16 Şubat tarihleri arasında deprem bölgesinde kapsamlı bir inceleme gerçekleştirildi. Bu incelemenin sonuçları önümüzdeki günlerde bir rapor halinde kamuoyuna sunulacak. Bu ve bundan sonraki birkaç yazıda, bu inceleme gezisi kapsamında bölgede edindiğim izlenimleri paylaşmak istiyorum.

İzlenimlerimi aktarmak istiyorum ama, bunu objektif, mesafeli ve teknik bir biçimde yapmak problemli. Söze bile böyleymiş gibi -objektif ve mesafeli- başlamak hem yanıltıcı hem de biraz ayıp geliyor. Zira bölgeye herhangi kapasitede yardım için dışarıdan giden herkesin deneylediği gibi (depremi orada yaşayanların deneyiminin zaten radikal biçimde farklı ve travmatik olduğu açık), yaşanan dehşetin çok küçük ölçekte bile parçası olmak, zorlu bir deneyim.

Deprem sonrası, aslında zamana yayılan ve sırayla yerini bir diğerine bırakan, hem bireysel hem toplumsal açıdan aşamalı bir süreç. İlk aşamada yaşanan şey, tek kelimeyle, dehşet. Her şeyi kuşatan ve başka bir şeye yer bırakmayan bir dehşet. Bunun ardından sırasıyla, kurtarma girişimleri, yavaş yavaş depremzedelerin ihtiyaçlarının farkına varma, kör-topal yardım sağlanması, geceye ve soğuğa karşı iptidai barınma çabaları, yavaş yavaş ulaşmaya ve organize niteliğe kavuşmaya başlayan arama kurtarma faaliyetleri ve dağıtılmaya başlanan yardımlar. Hayatın olağanüstü koşullarda bir nebze olağanlaşmaya başlaması. Etraftaki yıkımın ölçeğini anlama çabası, ve bunun da örgütlü bir hal alması: hasar tespiti, enkaz inceleme, vb. Ve sonra, bir yandan normalleşen hayatın -devlet otoritesinin eksikliği sonucu- bir yandan da çürüme emareleri göstermeye başlaması: Hastalık riski, güvenlik sorunları. Yavaş yavaş şimdiden geleceğe doğru düşünmeye başlama: Çaresizlik, ümitsizlik, hayatların ve kentlerin belki de dönüşsüz biçimde yerinden edildiğinin idraki.

Depremin onlarca yerleşimi aynı anda vurmuş olması ve bu yerleşimleri günlere yayılmış bir süreçte tek tek ziyaret etmek, her yerleşimde farklı bir safhayı deneylememize sebep oldu. Adana’da enkazlar bile temizlenmişken, Antakya’da arama-kurtarma faaliyeti devam ediyordu. Samandağ’da yıkılan binalar yıkıldıkları halde dururken, Osmaniye’de ağır hasarlı binaların yıkımına başlanmıştı. Malatya’da hâlâ yiyecek sıkıntısı yaşanırken Kahramanmaraş’ta çadır-kentler yapılanmaya başlamıştı. Pazarcık’ta yıkılan bir okulun enkazı tamamen temizlenip arsası toplanma alanı haline gelmişken, Adıyaman’da birçok sokak henüz ulaşıma açılamamış durumdaydı.

Safhalar diyorum ama bütün bu safhalarda, belki şiddeti azalsa da sürekliliği olan bir şey var: Dehşet hissi. İnsan ne zaman durup tekil bir olaya, örneğin bir insanın gerçek ve biricik travmasına odaklansa, ya da yaşanan felaketin genelliğini ve büyüklüğünü düşünse, bu dehşet duygusu geri gelip boğazına sarılıyor, nefesini kesiyor.

Normal şartlarda görmeyeceğiniz ama bu olağanüstü koşullarda da göreceğinizin aklınıza gelmediği şeyler. Mezarlık kalabalığı mesela; Osmaniye girişinde sizi karşılayan mezarlıkta onlarca cenazenin aynı anda kaldırılıyor oluşu. Dehşet tüm duyularını esir alıyor insanın. Sesler. İş makinelerinin sağır edici gürültüsü örneğin; tam kulaklar alışmışken, ürpertici, örgütlü bir sessizlikle yırtılıyor. Yıkıntıların içinden bir fısıltı duyabilmek için beklemek. Ve insan sesleri. Öfkeli, yaralı, çaresiz yardım çığlıkları. “Bugün artık dağıtacağımız yardım malzemesi kalmadı, özür dileriz, lütfen yarın gelin”. Hatay’ın Defne ilçesindeki TMMOB koordinasyon merkezinde aynı cümleyi sabırla, sesine bir damla bıkkınlık eklemeden tekrar, tekrar ve tekrar bağıran genç kadın mühendis. Her özür dileyişinde eziliyorum. İslahiye’de artık kurtarma faaliyeti bile yapılmayan bir enkaz başında tek başına dikilmiş, kız kardeşine ağıt yakan teyze. Kaybettiği canın enkaz altında olup olmadığı sorusu aklıma geliyor, aklıma geldiği için vicdan azabı duyuyorum. Nurdağı’nda bize rehberlik eden sesi kısılmış amca. Sesinin neden kısılmış olabileceğini düşünmek istemiyorum.

Ya da kokular. Her yere hâkim olmuş enkaz tozuyla yayılan moloz kokusu. Un ufak olmuş betonun kokusu, yer yer paslanmış demirin kokusu, parçalanmış ahşabın kokusu. Isınmaya çalışan insanların ne bulurlarsa yaktıkları ateşlerin yanık kokuları. Odun kokusu, plastik kokusu, is kokusu. Kişisel eşyalara sinmiş ve şimdi sokağın çamuruna bulanmış ev kokusu. İçeride olması gerekirken dışarıya saçılmış her şeyin kokusu. Osmaniye’de demiryolu boyunca sıralanmış okaliptüslerin kokularına karışıyor, Malatya’da soğuğun keskin nefesine.

Ve görmek, bakmak, tuhaf bir şey enkaz başında. Beklentiler gözlere asılı; inanmak ve inanmamak gözlere emanet. Gözle görünceye kadar kabul edilemeyen kayıp, gözle görüldüğü halde inanılamayan kayıpla yer değiştiriyor. Adıyaman’da enkazdan çıkarılıp mavi branda içinde taşınan bedene koşanları görünce önce şaşırıyorum, canlı birini çıkardıklarını mı sandılar acaba? Sonra utanarak anlıyorum ki teşhis edecekler; görerek umutlarının tükendiğini tespit edecekler.

Sandalyelerde oturup enkazı seyredenler. Yaşadıklarına inanamadıklarından mı, enkaz altında yakınları olduğundan mı, eşyaları çalınmasın diye mi, yoksa sadece gidecek başka yerleri olmadığı için mi? Antakya’da yıkılan bir apartman. Ve caddenin karşısında kaldırıma oturmuş, elindeki kâğıt bardağı dolduran çayın bile farkında değilmiş gibi görünen genç kadın. Gözlerini enkaza dönmüş apartmana dikmiş, benim farkımda bile değil; yine de ona yaklaştıkça gözümü kaçırıyorum, ya göz göze gelirsek? Gözlerim gözlerine ne söylese eksik, yanlış, küstah, ayıp olacak.

Ve yıkıntılar. Yıkıntılara bakmak. Yıkılan binalara bakarak insani dehşetten binaların soğuk matematiğine kaçmaya çalışıyorum. Nasıl yıkılmış, hata nerede? Ama insana dair olandan kaçmak mümkün değil. İçi görünen daireler insana utançla karışık bir şaşkınlık veriyor. Bir evin mahremine baktığımı fark ediyorum; çamaşırlığa asılmış çamaşırlar, boş koltuklarıyla bir oturma odası, panikle terk edilmiş, üzeri açık bir yatak. Utanıyorum. Oysa mahrem bir şeye değil, bir mühendislik problemine bakmak istiyorum. Yassılaşmış katlardan taşan perdeler en çok da. Birbirine yapışmış beton döşemeler arasından taşmış, hayaletler gibi uçuşuyorlar sokağa doğru. Sanki bir apartman katı, yani bir yaşam mekânı yamyassı olurken kendilerini dışarı atmış ama o mekânı bırakıp gidememiş, içeriyle dışarı arasında, bir tür arafta asılı kalmış gibi salınıyorlar, baktıklarımın bina değil yuva olduğunu yüzüme vurarak.

En beteri de kötü hissettiğin için utanç duymak. Depremi yaşayanların yanında, onların yaşadıklarına kıyasla kötü hissetmeye hakkın olmadığını bilmenin mahcubiyeti. Ama insan olmak öyle çelişkili ve tuhaf şey bir yandan: Hiç tanımadığın halde, depremi yaşayanla kendiliğinden, kırk yıllık dostun gibi sarılmanın doğallığı, dolaysızlığı. Sağaltıcı.

Tüm yazılarını göster