Bu kadar gerçek bir tehlike karşısında, bu kadar hiçbir şey yapmadan beklememiz, koyunların toplu intiharlarına benziyor. Hani bir tanesi uçurumdan boşluğa düştüğünde, arkasından, sessiz sakin, teker teker ya da üç-beşli gruplar halinde diğerlerinin de uçuruma atlamaları gibi bir şey. Ölenlerin acısı bizi terk etmiyor ama yine başımızı öne eğip, mutfak dolabı ve banyo fayansını beğendiğimiz ve kendisine hayatımızı kurban ettiğimiz eve girip, bankaya kuzu kuzu, -‘kira öder gibi’ taksitleri ödeyip- taksiratımızı bekliyoruz.
Hele hele kiracıysanız, banyo fayansının bile önemi yok, emlakçı parası yoksa mesela, kim bakar alttaki otomobil galerisinin kolonları kesip kesmediğine, sahibinden bulmuşuz daha ne…
Sakın yanlış anlaşılmasın, bu dehşetli felaketlerin suçunu, bir iki yap-satçı müteahhit, iki üç asgari rüşvetçi kontrol memuru, yüksek müteahhitlikten gelme, orasının şurasının belediye başkanı ve bu gibi durumlarda birlik-beraberlik ruhuyla imar planları çıkartan, iktidarlı-muhalefetli encümen üyelerine yükleyip, şehrin namusunu kurtardıktan sonra, önümüzdeki depremi bekleyelim demiyorum. Çünkü bütün bu saydıklarım ve diğer sayamadıklarım da değil, irili ufaklı bu suçun esas oğlanı…
-Burada arkadan gerilimli bir müzik başlar-
Siz belki kendisini seviyor olabilirsiniz ama suçlu, katil ‘kent’in ta kendisi…
Kent bir temerküz merkezi olarak var oldukça, cinayetler devam edecek. İktidara-merkeze yakınlığı uzaklığı ile boyu değişen rantın, plana eklenen her bir yeni yapı -istasyon, hastane, hava alanı, metro…- ile yeri değişen rantın, sermayenin temerküz halinin, mimari silueti ile kendisini yeniden inşa eden rantın kendisi olan neoliberal kent yerinde dururken, deprem, Covid, hava kirliliği… ve yoksulluk cinayetleri devam edecek.
Bu yüzden depreme, salgına ve hatta yoksulluğa vs. karşı tek gerçek önlem, neoliberal kentlerin yıkılmasıdır. Birçok kez bahsettiğim gibi hiç de sanıldığı gibi ‘kent’e mecbur değiliz ve ancak demokratikleştirilmiş bir toprak yapısı ile insanların barınma hakkının inşasıyla bu seri cinayetler sona erebilir.*
Eğer bizi çok radikal ve ütopik buluyorsanız, daha yumuşak bir önerimiz, kent topraklarının kamulaştırılmasıdır. Ancak bu şekilde kent rantı sınırlandırılabilir ve buna bağlı olarak cinayetler azalabilir. Bu, hemen içine düşeceğiniz kanaatin aksine, ‘komünist ve anarşist’ bir öneri değildir. Mesela Amsterdam kent toprakları kamunundur ve bu öneriyi 1970’lerin başında TMMOB da savunmaktır.
-Neden bugün bunu savunmadığını da anlamamaktayım.-
Eğer bu da size sert geliyorsa, o zaman, diktatör Pinochet’nin Santiago Şili’de aldığı kat yüksekliği önlemlerine razı olmalısınız ya da yolsuzluk ve hukuksuzlukta, bizi fersah fersah geride bırakabilecek Meksika’da, başkent, Ciudad Meksiko’da uygulanan önlemlerin benzerlerinin olabilmesine dua etmelisiniz. Ancak bunu isterken de unutmayınız ki eğer işin içinde kâr yoksa orada sermaye de olmayacaktır. Ayrıca bu durumda sadece cinayetlerin depremli olanlarının bir kısmının önlenebilmesi söz konusu olabilir. Yukarıda saydığım ecel sebeplerinden, Covid, kolera filan ve mutlaka yoksulluk hâlâ kent sokaklarının ayrılmaz parçasıdır.
Depremin sermaye, rant ve kâr ile ilişkisi sadece binaların yapımına ilişkin de değildir. Depremden kurtarma çalışmaları da ‘kâr’ olmadığından sermaye tarafından görmezlikten gelinmektedir. Bir tornacı ustası, işçi arkadaşım, deprem gecesi bana yazıyordu; "Enkazı, elden ele geçirdikleri yoğurt kovasıyla boşaltarak, altında kalan insanları kurtarmaya çalışıyorlar. Yani düşün, akıllı füze yapan, uzaya araç yollayan insanlık niye deprem konusunda yoğurt kovasına muhtaç? Çünkü para kazanamayacak. İnsanlık, uzayda saatte 70 bin kilometre hızla giden bir meteor için mekik yapıyor ve ona ulaşıp 60 gram toz alıyor ama deprem için halen, kovalarla birkaç avuç toprak taşıyor. Çünkü ticareti yok"** diyordu. Kapitalizm para kazanmayacağı bir şeye yatırım da yapmıyordu.
Bunu yapmaya başlıyoruz ama bir işçi dayanışması olarak, enkazın altından insanları çok daha çabuk kurtarabilecek bir makine-aparat yapmak için çalışmaya başladık bile. Tabii ki işçi arkadaşlarla birlikte. Sermayenin canı cehenneme.
Bolivya’da gümüş madenine tahta çıkrıklarla inerken, madencileri korumak için, madenci tanrısı -Tio vardı. Önüne koka yaprağı ve tütün bırakıyorduk bizi korusun diye. Yani ya bir şeyler yapmalıyız ya da Bolivya’daki gibi bir deprem koruyucu meleği yapıp, önüne rakı koymalı -ev yapımı- ve tütün sarmalı Arap kağıdına…
Ve deprem bir kez daha hatırlattı ki ‘Neoliberal kent bir insanlık suçudur.’
*Buna ilişkin, Kent Reformu ve Yeni Gecekondu Hareketi, Metin Yeğin-Merve Tuba Tanok, Notabene Yayınları, 2014.
**Tornacı ustası işçi arkadaşım; Özgen Daşdemirci’nin sözleri…