Depremin rengi

Atalay Mansuroğlu’nun "Acının, vedanın, sevginin her yerden aktığı kent; Antakya" şeklinde adlandırdığı resimlerde, içinden henüz çıkılamamış zaman diliminde gerçekçi bir estetik deneyimleniyor.

Abone ol

Önder Karataş

"Lekesiydi kendi göğünün…"

En başta söylemek gerekir ki Atalay Mansuroğlu’nun resimlerinde çizgi yok. Aslında bu bir sınırsızlık yöntemi olarak görülebilir. Bu sınırsızlığı salt mekan değil, zaman ve biçim olarak da anlamak mümkün. Antakya, bir ressamın çocukluğuna kucak olmuşsa muhakkak bir "renk çokluğu" beklenebilir. Ressam, bu beklentiyi karşılıksız bırakmamıştır.

6 Şubat depremiyle, tarihsel, kültürel ve doğal açıdan çok renkli bir kent olan Antakya ve çevresinin bütün renkleriyle yıkıldığı gerçeği, kendi de Antakyalı Atalay Mansuroğlu’nun eliyle tuvale yansımıştır.

Ressamın, "Acının, vedanın, sevginin her yerden aktığı kent; Antakya" şeklinde adlandırdığı resimlerde, içinden henüz çıkılamamış bir zaman diliminde benzersiz gerçekçi bir estetiğin deneyimlendiği söylenmeli. Bu benzersizlik birçok nedenden ötürüdür; büyük yıkımla beraber sağa sola savrulan insan bedenleri, rastgele serpiştirilmiş gibi görünse de doğanın sert bir hareketiyle doğaya çabucak karışan lekelere dönüşüyor. Bir diğer resimde, barınma koşulları bir buçuk dakikada yok olmuş insanlar yıkımın bağrında başlayan belli belirsiz bir göç yoluna düşmüştür. Yükleri, çocukları ve üç beş eşyadan ibarettir. Bu sefer gökte uçuşan kuş sürüleri değil göçün öznesi, salt insandır!

Bir bakıma estetik biçim yöntemi olarak insan, odağa yerleşmiyor. Doğu’nun geometrik olmayan biçim estetiği tabii ki esrime kavramıyla birleşerek gerçekle epey sorunlu bir ilişkiyi yeniden üretebilir. Atalay Mansuroğlu’nun bu çalışmasında ise aksine geometrik biçimini yitiren bir şehir vardır ve bu geometrik yitim akışkan bir renk örgüsüyle anlatılıyor.

Ve Antakya ve Defne… Yaşanan gerçeğin, gerçeküstü söylem yoluyla hafızaya yerleşerek varlığını yeni biçimlerde sürdürmesi mümkün. Antakya, bu ilişkinin tarihsel zeminini sağlayan bir kent olarak depremin çok öncesinde başlayan bir potansiyel yıkım üretim alanına dönüşmüştür. Bu durum neredeyse ülkenin her kenti için geçerlidir.

AK Parti iktidarının neredeyse kimliğine dönüşmüş olan inşaat kavramı bir yana; kente özenle giydirilen semavi (göksel) dinler kimliği bu depremle birlikte yerle bir olmuştur. Zira insanlar enkazda yakınlarını ararken semavi din görevlilerine değil, iş araçlarına, kazmaya, küreğe ihtiyaç duydu. Sela sesleri enkaz altından seslenen insanların sesini boğuyordu. Atalay Mansuroğlu da "sahte görkem" üreten kapitalist türden insan-beton ilişkisinin bir depremle nasıl tuzla buz olabildiğini tuval, boya ve fırça yardımıyla bir söyleme çeviriyor.

Enkazın en üstünde duran "yalnız birey", sadece bugünü değil, geleceği de içine alır. Üzerine yağan kırmızı lekeler ümidi hatırlatır. En dibe çöken insan, yıkımın derinliklerinde tükenen varlığını düşünür. Aslında bu "yalnız birey" bir an bile yalnız değildir. Ne ölürken ne de yaşarken...

İnsan yüzü… En ince iletken tellerle taşınan gerçekliğin bir biçime, daha doğrusu bir yüze dönüşmesi epey meşakkatli bir işçilik olsa gerek. Ressam, bu işte işçileşerek ve ürettiğine bu sefer yabancılaşmayarak bir yüz ve o yüzde bir ifade üretmiştir. Görülen ve görünen arasındaki olası çelişkiyi önceden aşındırarak kolektif bir biçim ve söylem üretmiştir.

Dikey duruşunu belediye ve reklam şirketlerinin panolarında satışa sunan rezidanslar, yıkımını, istemsizce Atalay Mansuroğlu’nun tuvaline devrediyor. Bu panolar bugün bomboş dururken tablolardaki renklerse bir gerçeği yeniden üretiyor.