Dergiler edebiyatın mutfağı mı?
Yazılı medyanın bir unsuru olan dergiler, giderek yerlerini sanal dergilere bırakıyor gibi görünse de, özellikle kültür dergiciliğinin işlevinin süreceğini söyleyebiliriz. Bu bağlamda, özellikle edebiyat dergilerinin, edebiyatın mutfağı olma işlevlerini sürdüreceği de söylenebilir. Her ne kadar, kendilerine "genç şair" denmesinden pek hoşlanmayan “genç şair” ler pek fazla bu görüşe katılmasalar ve genellikle kendi dergilerini kendileri çıkarsalar da, eni konu bu gerçeğe katkıda bulunmuş olmaktadırlar.
Kitle iletişim olanaklarındaki gelişme, kendini en çok internet dünyasında gösteriyor. Basılı medyaya göre büyük üstünlükler taşıyan sanal medya, gazetelerin ve dergilerin de yayınlandığı ortam olarak, internette önemli yer tutuyor. İnternet çağı öncesindeki basılı medya türü olan dergiler, bazı alanlarda kitap kadar etkiliydi, denebilir. Edebiyat alanında kimi şairlerin ve yazarların, hep dergilerde yazdıkları, kitap yayınlamayı pek umursamadıkları gözlenmiştir. Örneğin Yahya Kemal, yaşadığı süre içinde hiç kitap çıkarmamıştır. Şiirlerini dergilerde yayınlamıştır. “Bingöl Çobanları” nın şairi Kemalettin Kamu da öyle.
Bildiğim kadarıyla Yahya Kemal’in şiirleri ölümünden sonra bir kitapta toplanmıştır. Dergiler kitaplara göre kalıcılık açısında daha dezavantajlıdır ama daha organiktir, daha hareketlidir ve edebiyat ortamının nabzını tutmaları açısından daha duyarlıdır. Hatta şu genel kanıyı yineleyebiliriz: Dergiler edebiyatın mutfağıdır. Ama damak zevki yüksek, eleştirel, doyurucu, ekonomik, aşçı adaylarına açık ve adaylar arasında edebiyat dışı nedenlerle ayrım gözetmeyen, dürüst bir mutfak. Yeni yiyecek-içecek önerilerine açık, yeni tatlar geliştirmeye yönelik tartışma ortamına sahip bir mutfak. Yerel ürünlerin evrensel özelliklerini görebilecek ölçütlere sahip, alanındaki gelişmeleri yakından izleyen, zengin bir birikimi olan bir mutfak. İşte bir yazarın ve şairin, gelişim sürecinde, yolunun mutlaka böyle bir mutfaktan geçmesi gerektiğini düşünürüm. Yazdığı çalışmalarını, ortaya çıkardığı ürünlerini bu tür mutfaklarda eleştiri ortamına sunması gerektiğini düşünürüm. Elbette bir yazar, şair, sanatçı kendini mevcut mecralardan çok farklı görebilir.
Bu nedenle hiçbir dergiye yakınlık hissetmeyebilir. Böyle durumlarda bile, bu kişilerin, nihai olarak kendilerinin bir dergi çıkardıklarına tanık oluyoruz. Ama böyle istisnai durumlar dışında, genellikle her yazar-şair adayı, mevcut dergiler içinde kendine uygun olanını bulabilir.
Edebiyat dergilerini “ticari dergiler” ve “kültür dergileri” olarak ikiye ayırabiliriz. Ticari edebiyat dergileri, profesyonel anlamda ekonomi piyasasının kurallarına uygun olarak, kâr sağlamak amacını önde tutarlar. Ama bu tür dergilerle kâr sağlamak, edebiyat kitlesinin niteliği, niceliği ve talep düzeyi göz önüne alındığında, biraz zordur. Ancak bu tür dergilerin, arka planlarında bulunan büyük ticari şirketlere prestij sağlamak amacıyla yayınlandıklarını görebiliriz. Bu tür dergileri “edebiyatın mutfağı” nın dışında tuttuğumu belirtmeliyim.
“Kültür dergileri” olarak nitelediğim edebiyat dergileri, asıl mutfak niteliği taşıyan dergilerdir. Bu dergilerin de bir kadro çevresinin yönetiminde çıkanları vardır, bir de genel edebiyat ortamına açık olanları vardır. Kadro dergisi olan edebiyat dergileri, genellikle “avangard”, “marjinal”, “gelenek dışı” iddiaları olan bir yazar-şair grubunun çıkardığı dergilerdir. Örneğin, Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday’ın çıkardıkları “Yaprak” dergisi, yakın Türk edebiyatında buna verilebilecek en ünlü örnektir. Bu tür dergiler belli bir edebiyat, şiir, sanat anlayışını, bu anlayışın esaslarını, ideolojik arka planlarını açıklamak, savunmak, yerleştirmek için çıkarlar (örneğin, ‘Garip Şiiri’).Ne var ki, bu tür amaçlarla çıkmasına karşın, bir kadronun inisiyatifinde olmayan, bir kişinin yönetiminde olan dergiler de vardır. Yeni, farklı, aykırı bir anlayışı savunmasına karşın, bir kişinin yönetiminde çıkmış bir dergi olarak “Pazar Postası” örnek verilebilir. Pazar Postası, Türk şiirinin modernleşme sürecinde çok önemli bir yer tutan “İkinci Yeni” şiiri adıyla anılan şiir deneyiminin biçimlendiği dergi olarak yakın tarihimize adını kazıyacaktır. Pazar Postasının yönetimine “İkinci Yeni Şiiri” nitelemesini 19 Ağustos 1956’da, Son Havadis gazetesindeki bir yazısında ilk kez kullanan Muzaffer Erdost’un gelmesi, dergiye bu özelliği kazandırır. Bu dergiyi (aslında derginin içindeki birkaç sayfayı) 1956-1958 yılları arasında, sadece iki yıl yöneten Muzaffer Erdost, derginin sayfalarını günün genç, tutkulu ve yetenekli şairlerine açmakla, edebiyat tarihimizin bazı kilometre taşlarını döşediğinin çok fazla da farkında değildir. Aradan yıllar geçtikten sonra, 2019’un Ekim ayında, onunla yaptığım bir söyleşide, yakın şiir tarihimize canlı canlı tanıklık ettiğimin farkında olarak, “İkinci Yeni’nin bu kadar önemseneceğini, hâlâ tartışılacağını düşünmüş müydünüz?” diye sormuştum. “Ben bu konuyu çoktan bıraktım, böyle olacağını bilmiyordum” demişti. Gerçekten de yalnızca iki yıl yönettiği “Pazar Postası-Sanat Edebiyat”tan ayrıldıktan sonra, İkinci Yeni konusu üzerinde durmamış, zaten edebiyat dünyasında da bu konu pek tartışılmamıştı. Ta ki 1974’de, Muzaffer İlhan Erdost cezaevinde siyasi tutuklu olduğu günlerde, Asım Bezirci’nin “İkinci Yeni Olayı” adlı kitabı ile Attila İlhan’ın “ İkinci Yeni Savaşları” adlı kitaplarının yayınlanmasına kadar… İşte ne olursa bu iki kitabın yayınlanmasıyla olur. İkinci Yeni, artık şiir gündeminden düşmeyen bir tartışma konusu, birçoklarının poetik düşünce geliştirme sürecinde önemli bir yer tutacaktır.
Genel edebiyat ortamına açık olan, belli bir grup çevresinde biçimlenmeyen dergilerin de bir yöneticisi vardır elbette. Ama bu tür dergiler, yerel ve uluslararası edebiyat değerlerine uymaya çalışarak, edebiyat olaylarını gündeme getiren, tartışan, yeni şair-yazar kişiliklerini tanıtan, bunların yetişmeleri için ışık tutan, yol gösteren dergilerdir. Bu tür dergilerin çok kalın çizgilerle belirlenmiş anlayış çerçeveleri, kuralları yoktur. Esnek, “heterojen” bir özellikleri vardır. Örneğin “Varlık” dergisi, bu tür bir dergidir.
Bir gün Feriköy antika pazarında dolaşırken, 1951 yılına ait Varlık dergileri satan bir sahaf tezgâhına rastladım. Dergi yığınının en üstündekini elime aldım. Yazarların adları o sayıda da kapakta yer alıyordu. İlk başta Yaşar Nabi Nayır, onun altında ise Behçet Necatigil ile devam ediyordu. Listede yer alan tüm adlar, edebiyatımızı biçimlendiren, yönlendiren saygın, nitelikli ve bugün benim kuşağımın miras olarak devraldığı adlardı.1933 yılında kurulmuş olan bu dergiyi elimde tutarken, ülkenin cumhuriyet tarihini, aydınlanma çabalarını, edebiyatımızın kendine “özgün” bir kimlik oluşturma denemelerini elimde tuttuğumu biliyordum. Bu yüzden de heyecanlıydım. Hiç unutmam, orta birinci sınıftayken, ağabeyimin bana hediye ettiği, Varlık Yayınları’ndan çıkmış olan, Jack London’ın “Ateş Yakmak” adlı öykü kitabını büyülenerek okumadan önce, küçük boy kitabın kapalı sayfalarını dikkatli biçimde, bir bıçakla açmıştım. Kitabın arka sayfalarında, Varlık Yayınları’nın yayınladığı diğer kitapların listesi yer alıyordu. Bu listeyi defalarca okumuş, bazen kitabın etkileyici bulduğum adına göre, bazen yazarının ilginç bulduğum adına göre işaretlemiştim. Ta o zamanlar, yazar olmayı (şairliği de yazarlıktan sayıyordum), okuyup etkilendiğim kitaplardan dolayı kafama koymuştum. Bir gün benim adımın da bu listede yer almasını düşlediğimi itiraf edebilirim. Aradan geçen yaklaşık elli yıl içinde, Varlık Yayınlarında birçok kitabım yayınlandı. Varlık Dergisinde yaklaşık kırk yıldır şiir ve yazı yayınlıyorum. Elbette bir yayınevinin arkasında yayıncılık dışı faaliyet gösteren bir finans kaynağı olabilir. Ama ben kendi adıma hep “yayıncılık, yayıncılığın işidir” diye düşünmüşümdür. Ayrıca Varlık Yayınevinin ve dergisinin hep demokrat çizgide ilerleyen ideolojik yelpazesinin başlangıcındaki açısından pek şaştığını söylemek de haksızlık olacağı gibi, daha da genişlettiğini söylemek doğru olur. Elbette kendini teknik olarak gelişen zamana uydurmasını bilen dergi, içerik olarak da belli bir dinamizmin, belli bir organik yapılanmanın gerisine düşmemiştir. Başlangıca göre bazen popüler kültüre yaklaşan dergi, zaman zaman da sanat ve edebiyat dışı dosyaları öne çıkarsa bile niteliğinden ödün vermemiştir. Bir kültür dergisi olarak Varlık, toplumsal sorumluluğunu olabildiğince yüksek düzeyde gerçekleştirmiş, edebiyat ve kültür-sanat yaşamımıza önemli entelektüeller, sanatçılar kazandırmıştır. Zaten kırk yıla yakındır sürdürmekte olduğu “edebiyat ödülleri” bunun kanıtı değil midir? 1950’li yıllarda, Varlık’ın demokrat çizgisini biraz incelttiği ve daralttığı görülüyor. Özellikle 1957-1958 yıllarında kendini belli etmeye başlayan İkinci Yeni şiir anlayışında yazılmış şiirlere kendini kapatıyor. Bu bağlamda Varlık, daha önce şiirlerini yayınladığı Turgut Uyar’ın bu anlayışta yazdığı şiirlerini yayınlamıyor. Doğal olarak derginin, editörlüğünü yürüten kişinin anlayışına göre biçimlendiği görülüyor. Kemal Özer’in editörlüğünde yayınlanan dönemde, biraz daha politik söylemin öne çıktığı ve “toplumcu gerçekçi” anlayışın egemen olduğunu söyleyebiliriz. Ardından, Enver Ercan’ın editör olmasıyla, dergi tekrar “çok sesli” bir kimliğe kavuşuyor.
“Dergicilik anlayışı” deyince, 1952’de yayınlanmaya başlayan Yeni Ufuklar dergisinin 1976’daki son sayısı, adeta Türkiye entelijansiyasının dergicilik anlayışını açıkladığı sayı olmuştur. Orhan Burian’ın kurduğu, Vedat Günyol’un yönettiği derginin son sayısına, dönemin birçok entelektüeli, dergiyle ilgili düşüncelerini anlattıkları bir yazıyla katılırlar. Örneğin o günlerde Kayseri cezaevinde olan Yılmaz Güney, çok ilginç, 12 Eylül 1976 (dört yıl sonra, aynı gün askeri darbe olacaktır) tarihli mektubunda, Yeni Ufuklar dergisinin hayatındaki yerinden söz ederken, şunları yazar: “ Bir zamanlar Adana’da…dokuz yüz elli beşlerde, elli altılarda Adana’da ben Yeni Ufuklar okur…okutur…satardım.Yanılmıyorsam her ay yüz adet gelirdi bana. Kitapçılara, tanıdıklara, okullara, her yere dağıtırdım. Kimler Yeni Ufuklar okuyor, tanımaya, onlarla konuşmaya çalışırdım…Bir işçi mahallesinde otururduk. İşçiler Yeni Ufuklar okumazlardı. Köyümüze giderdim..Bizim köylüler de okumazlardı…Onlara heyecanla bazı yazıları okuduğumu ansıyorum. Anlamazlardı…Yeni Ufuklar’ın bende payı vardır. Vedat ağabeyin bende payı vardır…”
Azra Erhad, Aziz Nesin, Bülent Ecevit, Attila İlhan, Fikret Otyam, Fethi Naci, Tarık Dursun K., Fakir Baykurt, Orhan Duru, Demir Özlü, Afşar Timuçin, Nedim Gürsel gibi birçok yazar ve şair, Yeni Ufuklar’ın kapanış sayısında yer almıştır. Attila İlhan, “Dergiler de Ölür” başlıklı yazısında, belki de kendi problemli ideolojisinin temellerini attığı şu cümlelere yer verecektir: “…Artık ülkemizde Türk geçmişini, çağdaş koşulları iyice hesaba alan ulusal bir bileşim çağı yaşanmaktadır, üstyapıcı kültür solculuğu ile altyapıcı eylem solculuğu iyice birbirinden ayrılmak zorundadır, mitologya’ya, ya da yunan-latin temeline yaslanan Batı’cı kültürün Türkiye için bir komprador kültürü olduğu gerçeği de her gün biraz daha iyi anlaşılıyor…”
Özellikle yolun başındaki bir şairin, yazarın bir dergiye ürün gönderirken, o dergiden gelecek (ya da gelmeyecek) tepkiyi en azından ortalama bir ciddiyetle karşılaması gerekir. Genç şair genellikle yazdığı şiiri ayet zanneder. Ona gelecek bir eleştiriyi, kendi kişiliğine gelmiş gibi algılar. Çalışmasını gönderdiği dergi, olumsuz bir tepki göstermişse ya da hiç tepki göstermemişse, genç şair o dergiyi derhal hayatından silmeye eğilimlidir. Bu tutum, belki de çok yetenekli bir şairin ortaya çıkmasını, şairin kendi eliyle ertelemesine ya da kaybolup gitmesine neden olabilir. Oysa kararlı, eleştirilerden yararlanmaya çalışan, vazgeçmeyen, küsmeyen bir şair tavrı, şiiri yaşama biçimi olarak gören bir gerçek şair tavrıdır. Bu bağlamda yaşadığım bir olaydan söz etmeden önce, “Türkiye Yazıları” dergisinden söz etmeliyim. 1977’de Cemal Süreya ve Ahmet Say’ın yönetiminde, Ankara’da çıkmaya başlayan “Türkiye Yazıları” dergisi, yayınlandığı yıllarda oldukça etkili olmuş, edebiyat-kültür ortamını belirleyen yazılar yayınlamış, yeni şairlerin çıkmasına, yetişmesine olanak sağlamış bir dergidir. 1983 yılına kadar, sadece altı yıl çıkmış olmasına rağmen, yayınladığı bazı yazı dizileriyle (Kuşakları Ardından Koşturan Geyik), yetiştirdiği bazı şairlerle (Ahmet Telli, Ali Cengizkan, Gültekin Emre) edebiyat tarihimize damgasını vurabilmiştir. İşte bu dergiye, yolun başındaki bir şair olarak, 1979’da bir şiir göndermiştim. O zamanlar internet olmadığı için, şiirimi bir zarf içinde, PTT ile göndermiştim. Aradan iki ay geçmiş olmasına rağmen, dergiden bir ses çıkmamıştı. Bir gün şiirimin akıbetini öğrenmek için derginin bürosuna gittim. Büroda o yıllarda genç olan bir şair vardı. Beni arkadaşça karşıladı ve çay getirmek için odadan ayrıldığında, masanın altında duran çöp kutusunda tam ortasından yırtılıp atılmış bir zarf gördüm. Zarf hiç açılmamıştı. Benim açımdan bu görüntünün en trajik yanı, zarfın üstünde benim el yazımın bulunmasıydı. Gönderdiğim şiirin okunması şöyle dursun, zarfı bile hiç açılmadan yırtılıp atılmıştı. Elbette çok üzülmüştüm. Bir yıl kadar Türkiye Yazıları’na şiir göndermedim. Başka bir dergide yazmaya başladım. Ama ilgimi kesmedim. Derginin her sayısını izledim, okudum. Küsmedim. Şiirlerimin bir gün o dergide yayınlanacak düzeye gelmesi için çalıştım. Dergiye ikinci kez ne zaman şiir gönderdiğimi hatırlamıyorum ama zaten altı yıl çıkmış olan derginin son iki yılının sürekli yayınlanan şairleri ve yazarları arasına girmiştim.
Cemal Süreya’nın Ankara’da yaşadığı yıllarda katıldığı dergi maceralarından biri de “Oluşum” dergisidir. Oluşum, 1974 Mayıs’ı ile 1984 Kasım’ı arasında, Ankara’da, 128 sayı yayımlanan bir dergidir. Derginin Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü, Fahrünnisa Kadıbeşegil’dir. Derginin 38. – 49. sayılarında Cemal Süreya’nın etkisi hissedilir. Kapakta yer alan imzasız yazılarda, 1970’li yılların edebiyat sorunları ele alınır. Bu imzasız yazıların kime ait olduğu, 56.sayıda açıklanır. Bu imzasız yazıları yazan kişi Cemal Süreya’dır.
Derginin 50. – 95. sayılarında Cemal Süreya ile birlikte dergide yazmaya başlayan Enis Batur’un etkin olduğu görülür. 50. sayıdan başlayarak, imzasını da kullanarak başyazıları o yazarken, Kemal Bekir, Nazlı Eray, İnci Aral, Selçuk Baran, Pınar Kür, Burhan Günel, Fakir Baykurt, Talip Apaydın öyküleriyle dergide yer alan yazarlardan bir kısmıdır. Dergi, “Şiir Özel Sayısı” ,”Mektup Özel Sayısı”, “Çağdaş Roman Özel Sayısı”, “Frankfurt Okulu Özel Sayısı” gibi çok önemli özel sayılar çıkarır. 1978 yılında, şimdi hatırlamadığım bir şiirimi Oluşum dergisine göndermiştim. Bu denli üstün nitelikli bir derginin şiirimi beğenip yayınlayacağı konusunda hiç de umutlu değildim. Oysa ertesi ay çıkan sayısında şiirimi görmek, beni epey şımartmıştı. Şimdi geriye dönüp baktığımda, “demek Cemal Süreya şiirimi beğenmiş” diye düşününce, mutlu oluyorum.
“Dergiler kapanmak için çıkar” sözünü Cemal Süreya’dan ilk duyduğumda, 1980’li yıllarda, Kadıköy’deki Vagon Kıraathanesi’nde bir masada oturuyorduk. Ece Ayhan, Arif Damar ve Enver Ercan da oradaydı. Elbette Cemal Süreya bu sözü söylerken, birçok dergi çıkarmış ve kapatmış bir “tecrübe anıtı” olarak söylüyordu. Ona göre dergilerin bir misyonu olur ve bu misyonu yerine getirdiğinde kapanır. Cemal Süreya’nın bu anlayışla çıkardığı dergilerden biri de, belki de en ona özgü olanı, Papirüs’tür. Yıllar sonra tekrar yayınlanacak olan bu derginin ilk sayısı, ilginçtir ki, 11.4.1980 günü çıkacaktır. Hep şanssızlığıyla yakınan Cemal Süreya’nın şansı bir kez daha yolunda gitmeyecek ve zaten üç aylık periyodlarla çıkacak olan derginin ilk sayısı çıktıktan dört ay sonra faşist askeri darbe olacaktır. Derginin bu ilk sayısında, “Çocuk ve Allah’ın en eski baskısı” nın yazarı Fazıl Hüsnü Dağlarca ile uzun bir söyleşiye yer verilmiştir. Ayrıca, o yılların sıcak, çatışmalı politik ortamının belirlediği “slogan şiir”, Mehmet H.Doğan’ın “Sanat ve Slogan” başlıklı yazısının konusunu oluşturacaktır.
Türk Dili dergisi, 1980 faşist askeri darbesine kadar yayımlanan bir dergiydi. Türk Dil Kurumu tarafından yayımlanan derginin yöneticisi, Cumhuriyet dönemi şairlerinden Cahit Külebi’ydi. Ama derginin şiir politikasını belirleme konusunda, şair Ali Püsküllüoğlu’nun da etkisi vardı. Derginin genel politikası, resmi politikayla çakışsa da, şiir konusunda yeni, farklı arayışlara yer veriyordu. Bu bağlamda, benim dönemimde Ahmet Erhan, Behçet Aysan, Hüseyin Ferhad, Şükrü Erbaş gibi genç şairlerin şiirleri yayınlanıyordu. İlerleyen yıllarda, Ali Püsküllüoğlu, bağımsız olarak, şiir çevrelerinde ilgiyle karşılanacak olan “Yusufçuk” adlı şiir dergisini çıkaracaktı.
Türkiye’nin kültürlenme sürecinde etkili olmuş dergilerden biri de Evrensel Kültür dergisidir. Dergi, politik işlevini, ideolojik kadronun doğal sonucu olarak ön planda tutmuştur. Toplumsal-siyasal tarih ilgisi de her zaman ön planda olan dergi, edebiyat bölümüne çok fazla ağırlık verememiş, yayınlanan ürünlerde zaman zaman bir estetik nitelik sorunu gözlenmiştir. Buna karşın sanat sorunlarıyla ilgi olan etkili dosyalar da yayınlamıştır. Aydın Çubukçu, 25 yıl kadar önce, derginin niteliğinin geliştirilmesi konusunda görüşmek üzere davet etmişti ve Ankara’da biraraya gelmiştik. Evrensel Kültür dergisinin nasıl daha nitelikli bir dergi olabileceği konusunu tartışmıştık. O günlerden sonra birçok yazarın, sanatçının desteğini alan dergide, ben de yazılarımla ve şiirlerimle katkıda bulunmuştum. Derginin niteliğinin yükselmesinde, Aydın Çubukçu’nun sıcak, zarif ve entelektüel kişiliğinin etkisinin de olduğunu belirtmeliyim.
Yazılı medyanın bir unsuru olan dergiler, giderek yerlerini sanal dergilere bırakıyor gibi görünse de, özellikle kültür dergiciliğinin işlevinin süreceğini söyleyebiliriz. Bu bağlamda, özellikle edebiyat dergilerinin, edebiyatın mutfağı olma işlevlerini sürdüreceği de söylenebilir. Her ne kadar, kendilerine "genç şair" denmesinden pek hoşlanmayan “genç şair” ler pek fazla bu görüşe katılmasalar ve genellikle kendi dergilerini kendileri çıkarsalar da, eni konu bu gerçeğe katkıda bulunmuş olmaktadırlar. 1986'da, dönemin iyi dergilerinden Yeni Düşün dergisi bir oturum düzenlemiş ve dosyanın adını da kapaktan "Genç Şairler Şiiri Tartışıyor" spotuyla duyurmuştu. Oturumda yer alanlar, fotoğrafta da görüldüğü gibi, Mehmet Müfit, Behçet Aysan, Salih Bolat, Enver Ercan (editör), Adnan Özer, Hüseyin Haydar, Tuğrul Tanyol’du. Tartışmanın konusunun önemli bölümü, "genç şair-yaşlı şair" olan oturum, şiir çevrelerinde epey ses getirmişti. Çünkü oturumda yer alan şair kuşağı (ilerleyen yıllarda “1980 Kuşağı” olarak yakın Türk edebiyat tarihimizde yer alacaklardı) artık kendilerini önceki kuşağa kabul ettirmek istiyordu. O zamanlar yaş ortalamamız 30’du. Şimdi, genç olmayı kabul etmeyen ya da gençliklerini hovardaca kullanan arkadaşları gördükçe, şu söz aklıma geliyor: “Tanrının en büyük hatası, gençliği gençlere vermek olmuş.”