Bu hafta sinema salonlarımıza, biraz sessiz sedasız uğrayan ‘Deri Ceket’, ilk bakışta ‘kendi halinde’, iddiasız ve Jean Dujardin gibi büyük bir oyuncunun etrafında şekillenen bir dram/kara komedi karışımı bir film izlenimi veriyor.
Yönetmen filmin merkezine kompleksli, bir ‘objeye’ hastalıklı derece ‘takık’ bir karakteri koyup, bu adamın arayışının önce garip bir projeye ardından da inanılması güç bir cinayet serisine dönüşmesini anlatıyor. Film, seyirciyi kişisel bir dünyanın içine sokup, daha sonra onu şaşırtmayı ve ‘absürd’e varan bir olay örgüsünün içine bırakmayı hedefliyor. Sonuç ise bizce ne yazık ki, iki hedefine de ulaşamayan, nereye bağlanacağı belli olmayan, ne etkileyen ne de mizah taşıyan kısacası ‘boşa kürek çekme’ hissiyatı veren bir yapım oluyor.
40’lı yaşlarında olan Georges, karısı tarafından terk edilmiş, tek gayesi (daha doğrusu saplantısı!) ilanını gördüğü bir ‘deri ceketi’ almak olan yalnız bir adamdır. Aşağı yukarı elindeki bütün parayla bu püsküllü süet ceketi alan Georges, satan adam tarafından hediye edilen küçük bir el kamerasıyla kendini sokaklara vurur. Hem neredeyse ‘aşık’ olduğu ceketiyle ‘konuşan’, hem de kamerasıyla etrafında olanları kaydeden Georges, ara sıra gittiği bir bardaki, barmaid bir kızla tanışır ve kendini bir yönetmen gibi tanıtıp çektiği şeylerin montajını yapmasını ister. Ancak bu arada kendisinden başka kimsenin bir ceketi olmaması gibi ‘garip’ bir isteği de olan Georges, bu amaç için her türlü suçu işleyebilecek bir adama dönüşecektir.
YALNIZ VE DIŞLANMIŞ BİR ADAM
‘Deri Ceket’ filmi önceleri anlamlandıramadığımız sonrasında ise hikayede yerine oturan, röportaj tadında, birkaç insanın ‘bir daha ceket giymeyeceğim!’ diye bağırdığı bir sekansla başlıyor. Bu fena olmayan, merak uyandıran açılıştan sonra, ağır ağır ilerleyen, kısıtlı mekanları kullanan, her anlamda ‘yalnız’ bir adamın hikayesini anlatan bir film izlemeye başlıyoruz. Adeta hep istediği ama bir türlü alamadığı bir oyuncağa kavuşmuş bir çocuk edasıyla düşlediği ceketi satın alan Georges’un heyecanı yavaş yavaş onun nerdeyse yaşam amacı gibi bir şeye dönüşüyor. Bu ‘deri ceketi’ uyku dışında üstünden çıkarmayan, onunla konuşan (ceketinin konuşmasını da ayrı bir sesle kendi yapıyor!) ve onu adeta en iyi arkadaşı ve yoldaşı gibi gören Georges’un bu sekansları tabii ‘abartılı’ koksa da, filmin kendi havası içinde yine de tutarlı gibi durduğunu söyleyebiliriz.
Yönetmen bu başlangıç sekansında başkarakterinin yalnızlığının altını çiziyor. Georges çok az kişiyle konuşuyor, kendisine ‘kapısı kapanmış’ evinde kalamıyor, onun yerine basit bir otel odasında yaşamaya başlıyor. Elindeki parası bitmiş, nereye gideceği belli olmayan bu yalnız karakter tamamen kendi iç dünyasına gömülmüşken tesadüfen karşılaştığı ve yavaş yavaş yakınlaştığı barmaid kızın onun hayatına yeni bir yön vermesini, bir anlamda onu tekrar gerçek hayata bağlamasını bekliyoruz.
EN GÜZEL CEKET BENİM!
Buraya kadar biraz düz ve karamsar bir havayla ilerleyen film, başkarakterin bu yeni kişiyle tanışması ve onunla ‘ayakları pek yere basmayan’ bir projede ortaklaşa çalışmaya başlamasıyla ilginç bir açılım yakalıyor. Ancak yönetmen filmini ‘komedi’ türüne kaydırabilecek bu şansı yakalamışken, çok daha riskli bir işe soyunuyor ve filmine ‘sarkastik’ sayılabilecek bir kara mizah, bir şiddet dozu ve hikayenin ‘uçarı’ havasına bile yakışmayacak garip bir olay serisi katıyor. Georges’un kendisi dışında kimsenin ceket taşımaması saplantısı başta bizi biraz gülümsetirken karakter giderek daha antipatik, daha anlaşılması zor ve ‘asıl’ niyeti belli olmayan bir hale dönüşüyor. Başkarakterin iyice zıvanadan çıkıp, ceket taşıyan kişileri teker teker öldürmeye başlaması, filmi hedeflenen ‘kara mizaha’ değil, daha çok ‘sevimsiz’ bir duruma getiriyor.
Sorunlu, biraz dengesiz ama sonuç olarak zararsız görünen bir adamın azılı bir seri katile dönüşmesi, üstelik ona, bu yönünü keşfeden normal bir kadının da omuz vermesiyle (en azından hoş görmesiyle) film, tamamen yönünü şaşırmış, ne yapmaya çalıştığı belli olmayan, başıboş bırakılmış bir yola dönüyor.
İşin daha da vahim olan kısmı yönetmen, filmini bu ‘karanlık’ tarafa sürüklerken sanki gizli bir ‘zevk’ de alıyor ve seyirciyi de buna ortak etmeye çalışıyor. Georges karakterini sanki tamamen dengesini kaybetmiş, çok tehlikeli ve giderek acımasızlaşan bir kişi gibi değil, daha çok ‘hayat amacına ulaşmak için her yolu deneyen’ bir karakter gibi sunuyor. ‘Perfume: The Story Of A Murderer’ (2006) gibi filmlerde konuyla bağdaşan ama burada ‘eğreti’ duran bu tutum, filmin mesajını sadece ‘Hedefe giden yolda her şey mübahtır!’ deyimine indirgiyor.
BÖYLE Mİ BİTECEKTİ?
Yönetmenin hakimiyetinin bu kadar kaçtığı filmin finali de tabii anlaşılmaz, mesajı muğlak ve nereye bağlandığı pek belli olmayan bir nitelikte oluyor. Bu kadar şiddet dolu eylemin cezasız kalmamasını bekleyen seyirci, bu sonla ne kadar tatmin olacaktır, bilemeyiz…
Sonuç olarak film, finali ekspres şekilde oluşturulmuş ve senaryosu iyice kontrolden çıkmadan sonlandırılmış gibi duruyor.
Bu kadar bulanık bir filmde aklımıza takılan en önemli nokta, neden Jean Dujardin gibi bir oyuncunun bu rolü seçtiği oluyor. Artık sadece Fransız sinemasının değil, özellikle ‘Artist’ filmiyle kazandığı başarı ve Oscar’dan sonra dünya sinemasının da tanıdığı oyuncunun böyle bir filmde yer almasının başarısız sonuçlanmış bir rol merakından kaynaklanan bir kariyer hatası olduğunu düşünüyoruz. Dujardin kariyerinde kuşkusuz insani yönü derin, çok katmanlı karakterleri canlandırmayı tercih ediyor ancak dediğimiz gibi bizce ‘Deri Ceket’in bunu sağlayacak ne senaryosu, ne de yönetmenlik becerisi bulunuyor.
Sonuçta sinema salonundan ağzımızda ekşi bir tatla, kafamız biraz bulanmış bir şekilde, heba edilmiş bir ilginç fikrin ve büyük bir oyunculuk yeteneğinin ufak hüznüyle ayrılıyoruz…
Yönetmen: Quentin Dupieux
Oyuncular: Jean Dujardin, Adele Haenel, Albert Delpy, Pierre Gommé, Coralie Russier, Marie Bunel, Youssef Hajdi, Caroline Piette…
Ülke: Fransa, Belçika