Dewrê Tanjîmatî
Dewrê Huratî
Dewrê Cumratî
Pêro kî mi dî
Bara ma rê bî tertele û afatî!
Sey Qajî (1860-1936)
Tanzimat devri
Hürriyet devri
Cumhuriyet devri
Hepsini gördüm:
Bize düşen kıyım ve felaketti!
Onunla oturunca kimsenin bizi insan yerine koymadığını fark
etmiyor değiliz. Çaylar geç ve soğuk geliyor, bazen hiç gelmiyor.
Patronlar paramızın olmadığını düşünüyor olmalı.
Weysî’yle hep orada karşılaşırız. O bir yere gitmez, hep bir
yerden erken saatte çıkıp oraya gelir, ben hep bir yere giderken
oraya giderim. Garajın ötesinden boğuk silah ve bomba sesleri
gelir. Eskiden de böyleydi. Bir ara böyle değildi. Şimdi hep
böyle.
Weysî de mi kim? Onu taksitlerini zamanında yatıran orta sınıfa,
saygın okura neden anlatayım ki? Başka bir hayatı tanısınlar diye,
öyle mi? Bunun için kalemimin aracılığına gerek yok. Weysî kıtlığı
mı var sanki? Çevir yoldan bir Weysî'yi, arkadaş ol, otur bir çay
iç!
Çay içiyoruz. Sabahtan beri sadece iki kundura “boyalamış”, ama
çorba paramız bile var.
Dolmuşların biri gidip biri geliyor. Her zamanki çığırtkan hava
yerini gazete sayfalarını çeviren mırıltılara, sesleri birbirine
karışan televizyonlara bırakmış. Seyyar satıcıların boş bıraktığı
her gölgeye insanlar birikmiş. Herkesin bir şeyi, birini beklediği
yerde Weysî’yle oturmuş çay içiyoruz.
Weysî çok dolu bu aralar. Ağzındaki kırık, çürük dişlerin
arasından “eyle bir canım sıkılıyi” cümlesini tıslıyor boyuna.
Etrafına bakıyor, kirle güzelleşmiş parmaklarıyla namluları
gösteriyor, bana dönünce beraber oturduğumuzu unutmuş gibi tuhaf
tuhaf bakarak “eyle bir canım sıkılıyi” diyor yine.
Köy öğretmenleri çıka geliyor. Hastanelere gelenler,
hastanelerden dönenler çıka geliyor. Ölüsüne gidenler, dirisine
koşanlar çıka geliyor. Dükkânların önünden ıslak toprak kokusu
yükseliyor. Dünden kalan yemekler ısıtılıyor. Kocaman bavullar üst
üste konuyor.
Eskiden böyle değildi. Eskiden bir aileye bakan taşra
öğretmenleri süklüm püklüm olurlardı. Şimdi sadece kendilerine
baktıkları için olacak mekâna uymayan, görünür bir şıklıkları var.
Eskiden yabancılarla yerliler göz göze gelirlerdi, artık herkes
gözlerini öte yana deviriyor. Eskiden şoförlerin yakası bağrı açık
olurdu, şimdi ellerini bellerine koyarak özenle hazırlanmış
istatistikî bir raporu inceler gibi bakıyorlar. Ama beklemenin
duruşu değişmez hiç. En az bir elin bir cepte olması lazım. Bir de
artık derin bir keder mi var, ne? Verilmemiş bir cevap belki. Belki
zamanını bekleyen bir cevap. Havada bitmiş bir yazın yorgunluğu,
koyu bir rehavet, gökte yerini yadırgayan bir bulut.
Weysî’nin mesleği yüz metreden bilinir. Bu yüzden kimsenin
ayaklarına kadar eğilerek “boyax kim?” (boyayayım mı) ya da
“boyalayım abê?” diye sormuyor. Eskiden böyle değildi Weysî, ne
olursa olsun yevmiyeyi doğrulturdu. Şimdilerde böyle. Canı
sıkılıyi.
Okul okumamış. Benim gibi dünyanın seçkin salonlarında
kahkahasını akort eden steril yüzlere taşralı bir züppelikle
söylediği şeyler olmamış. Hugo’nun Les Misérables’ının ilk
cümlelerini yazdığı evin önünden bile geçmemiş! Namluların bize
dönük olduğu yerde canı sürekli sıkılıyi.
Namlulara alıştık Weysî’yle, korkmuyoruz hiç. Korku, kendin için
duyduğun bir şeyse, anlaşılır ama anlayışla karşılanır bir duygu
değildir. Zamanın böyle anlarında ise başkası için korkarsın. Bu
anlaşılır bir duygudur işte. Böyle tuhaf şeyler konuşuyoruz
Weysî’yle. Eskiden böyle değildik, böyle şeyler konuşmazdık.
Kızlardan bahsederdi o, ben oğlumdan, öğrencilerimden bahsederdim.
Birbirimizden sıkılınca şimdiki gibi çay içerdik. Ama şimdi sürekli
olarak canımız sıkılıyi. İşler iyi olsa da sıkılıyi, 30 kundura
boyalasak da, çorba sıcak olsa da. Değişmiyor.
Hava hâlâ sıcak. Ne yapılır? Soğuk su içilir. Soruyorum,
istemiyor. Canı sıkkın. Kirden kalınlaşmış parmaklarıyla bir
lokantanın kapısındaki “derin dondurucu”yu gösteriyor bu kez.
Önümüze dönüyoruz, canımız sıkılıyi.
“Derin dondurucu” denince aklıma Kürtçe (Soranî) adı hem
İngilizce (Kick off) hem de Türkçeye (Başlama Vuruşu) yanlış
çevrilmiş “Şwênek bo Yarî” filmi geliyor artık. Şewket Emîn
Korkî’nin filmi. “A Field to Play / Oyun İçin Bir Saha” diye
çevrilmeliydi.

Konu şöyle: Evlerinden sürülen Kürtler Kerkük stadına
sığınmışlardır. Birilerinin futbol oynadığı yerde silahlı araç ve
bomba enkazı vardır. Yedeklerin beklediği kulübede gözlerini,
kollarını, bacaklarını mayın tarlasında kaybetmiş çocuklar oturur.
Birilerinin para verip maç seyrettiği tribünlerde Kürtlerin cılız
keçileri dolaşır. Roboskî’deki “kapalı halı saha” gibi, o da “yas
çadırı” olarak kullanılıyordu. İnsanlığın belli bir işlevle
kullanılan yapılarının bizim burada ölüme bakan bir yanı var. Ya
derin dondurucu?
Birilerinin kurban etlerini, konservesini, suyunu koyduğu derin
donduruculara Kürtler kokmasın diye yavrularının cesetlerini
koydular. Gördük! Weysî’yle her şeyin farkındayız, her şeyi
biliyoruz. Çaylar soğuk gelsin, namlular bize dönük olsun, kimse
bizi insan yerine koymasın, önemi yok. Göğsümüzde bir ayaklanma
var. Korkmuyoruz da. Ama eyle çok insan inciniyi ki, eyle bir
canımız sıkılıyi ki!
Not 1: Görselini Şewket Emîn Korkî’nin adı geçen
filminden aldığım bu yazı, sonradan kapatılan birkaç sitede çıktı,
2015 Ekim'inde. Sonra İngilizceye çevrildi (http://www.kafcollective.com/kaf-journal-1).
Not 2: Sayın Perihan Mağden, gönderdiği e-postada,
“Seher’in Dış Görünüşü” başlıklı yazımda kullandığım “Kürt
kadınları kötü kokuyor” sözünün kendisine ait olmadığını yazdı.
Mağden, “iri yarı Kürt anaları” dediğini iletti. Aklımda yanlış
kalmış demek. Kendisinden ve okurlardan özür dilerim. Aradım, tam
ifadeyi buldum. Düzeltiyorum. Meğer “çimento makineleri” demiş.
Yazısında öne çıkan cümle şöyle: “Zira bu iri yarı / yaşlı başlı /
okumasız yazmasız Kürt kadınları; Apocu militarizmin / Mutlak Lider
Sultasının / Kürt Milliyetçiliği’nin sorgu edilemezliğinin en mühim
çimento makineleri.”