Fırat’ın doğusunda başlatılan harekatın, yürütüldüğü alanda, Suriye’nin bütününde, Ortadoğu’nun tamamında, ikili ilişkilerde, dünya siyasetinde, ekonomide, elbette Türkiye ve ABD iç politikasında farklı hızda ve derinlikte etkileri yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Farklı düzeylerdeki etkilerin, bazen çok paralel bazen de birbirinden hayli ayrışan özellikler taşıdığı, giderek de ilginçleşeceği görülüyor. Her düzeyde “beklenen etkilerin, ilk anda ortaya çıkan resimlerin, erken verilen reaksiyonların, geç kalan tepkilerin, basmakalıp yorumların, kolay ezberlerin süreç içinde hızla değişebileceğine ve yetersiz kalacağına ilişkin işaretler de sanılandan çok daha hızlı ortaya çıkıyor. Diğer yandan çok belirleyici olacağı düşünülen bazı gelişmelerin de beklenenin çok altında etki yarattığı görülüyor. Bazı alanlarda çıkan gürültüyle, bu gürültüye yüklenen anlam ve önem pek örtüşmeyebiliyor. Mesela, Trump’ın tweet'lerinin gayri ciddi bulunduğunu varsaysak bile kongreye yansımış yaptırım riski henüz ekonomi çevrelerince “satın alınmış” değil.
Türkiye’de büyük bir kalabalık, gönüllü veya zorlamayla, yapılan harekatın “başarıyla” tamamlanması konusunda dilek ve dualar sıralıyor. Fakat hâlâ harekatın kapsam ve hedefleri, dolayısıyla ne olunca “başarılı” sayılacağına ilişkin somut sınırlar ortaya konmuş değil. Sosyal medya üzerinden yürüyen sınırsız hamaset, son derece genel ve muğlak iddialar bir kenara bırakılırsa, meselenin nihai çerçevesi hâlâ fazlasıyla gevşek. Suriye’de yaşananlar, özellikle de Türkiye’nin dahil olma biçimi, başlangıcından itibaren -sonuçta ortaya çıkan pek çok sürprizi içerse de- “duruma göre” geliştirilen tavırlar ve değişen pozisyonlarla kuruluydu. Bugün yaşananın da “bir gece ansızın” iddiasıyla mantıksal bağı çok zayıf. Bir yılı çok belirgin olmak üzere, yaklaşık iki yıldır –özellikle Afrin hamlesi sonrasında- içeride ve dışarıda sürekli gündemde tutulan, seçim vaadi veya pazarlık kozu haline gelen bu hamlenin sürprizi, yapılması değil yapılabilmiş olması. S-400 olayında olduğu gibi mevcut verilerle bunun olmayacağını söyleyenler de olursa çok ciddi sonuçlar yaratacağı öngörüsü de doğrulanmış değil. Ancak olacakların kontrolünü tamamen almış kimse de yok.
En yaygın görüş, Türkiye’nin Suriye’deki pozisyonunun, ABD ve Rusya’nın kendi etkinlik ve kontrol alanlarında verecekleri hareket serbestisine dayandığı şeklindeydi. Tartışmalar Afrin için Rusya’nın, Fırat’ın doğusunda da ABD’nin yaktığı/yakacağı ışığın rengi üzerine yapılıyordu. Türkiye’deki iktidar da bunu bir pazarlık meselesi gibi sunmaya çalışıyordu. Türkiye’nin hamlesinin yakılan ışıklara uyarak veya ihlal edilerek gerçekleşip gerçekleşmediği, yanıltıcı sinyallerin verilip verilmediği, iddia edildiği gibi “göbeğini kendisinin kesip kesmediği” hâlâ belirgin değil. Olayın dünyadaki yansıma biçimi de kafa karıştırıcı. Sadece Trump’ın tweet serisini değil, ABD’nin asla Suriye’den çıkmak istemediği ve bu yüzden Kürtlere mecbur olduğu ezberinin zayıflığını, birkaç ay önce “YPG’yi partner seçerek yanlış yaptık” diyen senatör Graham’ın değişen motivasyonunu, sert yaptırımlardan dem vuran ABD’nin BM’nin Türkiye kararını veto etmesini, Türkiye’den garanti aldığını söyleyen İngiltere’yi, “dünya beşten büyüktür” diyen Türkiye’nin destekçi beş ülke bile çıkartamamasını, Türkiye’yi “idare etme” işini ABD’ye bırakmış olmaktan çok pişman görünen AB’yi, “ümmetin” Türkiye’ye sırtını dönmesini birlikte düşünmek gerek.
Açık destek veren tarafta duran Rusya’nın, daha harekatın hemen başında Türkiye’nin olası İŞİD performansını sorgulayan çıkışı, görüşecek taraflar ve kurulacak diyaloglar konusunda erkenden listeler açıklamaya başlaması da dikkat çekici. Suriye hükümetinin, Türkiye’nin ÖSO ile değil “Suriye Milli Ordusu” ismini verdiği -ve ilan ettiği- bir kuvvetle topraklarına girmesini sessizlikle karşılaması şeklen bile şaşırtıcı. İran’ın verdiği gazı erken kesip “Suriye’den çıkılsın” demeye başlaması da özel olarak not edilmeye değer. Yani ortaya çıkan ilk resmin çeşitli köşelerine yerleşmiş olan aktörlerin tamamı için henüz süreç bitmiş, kadraja ilk yerleşme biçimleri değişmez hale gelmiş gibi durmuyor. Özetle ortada gözünü karartmış bir cesaret gösterisi olup olmadığı, açık-gizli mutabakatlarla yakılmış ışıkların gerçek rengi, tarafların çeşitli katmanlar için verdikleri reaksiyonların hangisinin baskın ve belirleyici olacağı, çatışmaların ve uzlaşmaların derinliği hakkında kesin şeyler söylemek için erken. Harekatın 10 gün sürecek ilk aşamasının Tel Abyad – Resulayn hattıyla sınırlanacağı, ikinci kısmının da asıl olarak buranın güvenliği öncelikli olacağı iddiası da, bütün sınır hattına yayılan sert çatışmaların şimdilik yaşanmamasıyla uyumlu görünüyor.
Türkiye’de iktidarın sözcülerinin ve iktidara yakın yorumcuların kullanmayı çok sevdikleri bir argüman var: “Masada kazanmak için, alanda olmak gerekir”. Suriye politikasıyla ilgili olarak –her sefer öncelikleri ve hedefleri değişmiş olsa da- bu cümleyi her hamle için kullandılar. Muhalefet çevrelerinin kullanmayı çok sevdikleri benzetme ise uluslararası güçlere bağımlılığı ima ettiği için “yeşil ışık-kırmızı ışık” meselesi. Bütün benzetmeler ve kapalı metaforlarda görüldüğü gibi meseleyi böyle açıklamakta ciddi mantıksal boşluklar çıkıyor. Suriye meselesinin genelinde ve son harekatta da bunu açık biçimde görüyoruz. Alanda olmanın her zaman masada el güçlendirmediğinin en yakın örnekleri, İdlib olayı ve şimdi hızla gündeme gelen IŞİD sorumluluğu. Ayrıca “alanda olmak” çoğu zaman “açıkta kalmak” anlamına da gelebilir. Trafik ışıkları meselesine gelince: Yolun –ilerideki- durumuna bakmadan sadece ışıklara göre hareket ederek bir kavşağın ortasında kalan, bütün trafiği kilitleyen ve her yönden gelenlerin yoğun korna protestolarına maruz kalan sürücüleri, sinyalizasyon “hataları” nedeniyle yaşanmış korkunç kazaları hatırlamak yeterli. Alanda olmak ve yeşili görmek önünüzün açıldığının garantisi olmayabilir.
Bütün bu karmaşanın içinde, “Türkiye’nin çıkarları” konusunda yaratılmış zorlama mutabakat, itiraz yasağı ve destekleme mecburiyeti üzerine de konuşmak gerekir. Birileri “yap da göreyim” diye tehdit ettiği için gözünü karartmak, insanlar için kompleksli toyluk sayılabilir. Fakat ülkelerin “vay bize mi” diye dolduruşa gelmesi veya savaş ciddiyetinde bir hamlenin böyle normalleştirilmesinin rasyonel tarafını bulmak çok güç. Bu konuda iktidarı ve muhalefetiyle yaratılan ortak zemini anlamak, bunun bilimsel bir zorunluluk gibi sunulmasını kabul etmek de mümkün değil. Tıpkı “savaş karşıtlığı, savaş başlayana kadar yapılır” gibi Trump’ın tweet'lerinden daha saçma iddiada olduğu gibi. Barış istemenin en güçlü ifade edileceği nokta, savaşın durdurulamadığı eşiktir. Kendine yuh çektirmek için Yenikapı Mitingi'ne gitmek, Anayasa’ya aykırı düzenlemeye evet demek, “içi yanarak” tezkereyi desteklemek gibi seri saçmalıkların zemininde milli hezeyanların dışına düşerek marjinalleştirilme riski olduğu söylenebilir. Akıl süzgecine uymayan, herhangi bir ilkeyle açıklanamayacak ve aslında iç politik açıdan hedefi pek de gizlenmeyen fırsatçı bir tutumu kerhen desteklemeyi “dışarıda kalmamak” gerekçesine bağlamak, diğer eleştiri haklarını da zayıflatan bir pozisyona geri çekilmektir. Ancak şunu da eklemek gerek: Son altı yılda bunu muhalefete defalarca yaptırabilmiş iktidar da kalıcı bir kazanç elde edebilmiş değil.