Göçmenlerin, sürgünlerin, mültecilerin sorunlarının gündem bile olamadığı bir dünyada yaşıyoruz. Ve bir ülkeye gelenin, oranın yabancısı olanın nasıl karşılanması gerektiğinin sorusu ortada bile yok ama hem siyasilerin hem de toplumun dilinden konukseverlik kelimesi eksik olmuyor. “Anne Dufourmantelle ‘Davet’, Jacques Derrida ‘Konukseverlik Üstüne’” adlı kitapta yer alan metinler hakkında düşünmenin belki de tam zamanındayız.
“Merhaba dedi kadın, hiç korkmayın ev size açıktır. Ona kabul odasına kadar eşlik etti, burada kare omuzlu, açık ve güler yüzlü, genç bir adam, onu karşılamak üzere ayağa kalktı. Size kocamı tanıştırayım dedi, genç kadın, oturma odası için yer göstererek, iyidir siz de seveceksiniz onu. Tabii, hepimizi seveceksiniz, diye ekledi genç adam neşeyle. Derken, onu şöyle bir süzüp çamurlu giysilerine kirli yüzüne baktıktan sonra: Size nereden geldiğinizi sorabilir miyim?” dedi.” (1) Blanchot’nun “İdil” anlatısında karakteri Alexandre Akim düşkünler yurduna sürgün edilmiştir ve bu alıntı onun karşılanma sahnesini anlatır. Bakıldığında konuksever bir karşılanma gibi görülebilir bu ancak üzerine biraz düşündüğümüzde, bazı koşullar içerdiğini fark ederiz. “Hepimizi seveceksiniz” de hissedilen buyruk ve “nereden geldiğinizi sorabilir miyim” sorusundaki ona dair olanı öğrenme isteği. Yabancının gelinen ortama dâhil olabilmesi için kimliği, nereli olduğu, adı önemlidir genellikle ve buradaki karşılanma sahnesi, koşullu bir konukseverlik durumunu yansıtır. Peki, konukseverlik koşul içermeli midir? Ona açılan kapının şartları oraya ulaşan yabancı açısından düşünüldüğünde neyi ifade eder? Gelen ile davet eden arasında tüm hiyerarşileri yıkan, sonsuzca kapıyı açan bir ilişki tahayyül edilebilir mi?
“Konukseverlik” sorusu/sorunu Derrida’nın etik bakışla tartıştığı bir meseledir, konuyu daha ayrıntılı değerlendirebileceğimiz, geçtiğimiz günlerde Metis Yayınları tarafından, Aslı Sümer çevirisiyle basılan, “Anne Dufourmantelle ‘Davet’, Jacques Derrida ‘Konukseverlik Üstüne’” adlı kitapta, Derrida’nın “Konukseverlik Adımı/ Konukseverlik Yok” ve “Yabancı Sorunu: Yabancıdan Gelen” adlı metinlerine yer verilmiş. Dufourmantelle de “Davet” adlı yazısında, Derrida’nın konukseverlik üstüne düşüncelerini kat ederek, filozofun meseleyi “sınırına vardırma”ları açısından ele alıyor. Bu yazı metin boyunca okura eşlik ediyor.
Derrida’nın “Yabancı Sorunu: Yabancıdan Gelen” adlı metni de aslında konukseverlik meselesiyle ilişkileniyor ve yukarıda bahsettiğimiz bize sorular sorduran Blanchot’nun “İdil” anlatısıyla birlikte düşünmemizin vesilesi oluyor, konukseverlik ve yabancılık bu iki sorun/soru birbirinin içine geçiyor bu nedenle iki metni bir arada, birbiriyle ilişkilendirerek ele almamız mümkün.
KOŞULSUZ AÇILAN KAPI
Yabancının, oraya, kişinin “kendi evi” dediği yere ulaşanın konumu ile karşılayanın, davet edenin konumu arasında bir ilişki var ve bu çetrefilli yanlar içeriyor. Bu nedenle kesinlikli bir konukseverlikten bahsedemiyoruz ama göçlerin ve sürgünlüklerin zamanımızın önemli sorunlarından olduğu düşünüldüğünde, Derrida’nın konukseverlik ve yabancılık üzerine sunduğu tartışmanın hâlâ güncel olduğunu söylememiz gerekir. Bize ulaşana, kapımızın eşiğine gelene, onu içe nasıl alacağız zor bir soru çünkü o iç olan, sana ait olan mekâna davet ettiğin, senin sonun da olabilir bunu bilemeyiz bu nedenle “yabancıyla gelen” karmaşık bir durum söz konusu. Derrida için konukseverlik bahsini iki açıdan değerlendirebiliriz: Birincisi; gelenin kimliğini, onu tanıtacak herhangi bir şeyi, ondan bir bilgiyi talep etmeden, polis sorgusuna dönüştürmeden, koşulsuz bir karşılama, buyur etme, ikincisi; adı, kimliği, nereli olduğu bilgisini talep ederek buyur etme. Ne olduğunu, nereden geldiğini bilmeden koşulsuz kabul bizi o bize ait olandan, içeriden çıkarabilir, kendine ait olana, o mekâna davet başkasını koşulsuzca kabul etmek, konukseverlik etiğinin bir parçasıdır. Bu kendini ötekine açan, buyruk içermeyen bir kabuldür. Kimlik tespiti içermeyen konukseverlik, Derrida için “sınırsız konukseverliğin koşulsuz yasası” anlamına gelir ki bu konukseverlik daima ihlâl gerektirir: “Sanki konukseverlik yasaları da sınırlar, güçler, haklar ve ödevler belirlemek suretiyle, gelen’i koşulsuz olarak karşılamayı buyuran konukseverlik yasasına karşı gelmekten ve onu ihlal etmekten ibaretmiş gibi…” der düşünür. Çünkü hakkında hiçbir şey bilmediğimizi, yabancı, göçmen, sürgün veya herhangi birini koşulsuz kabulde, belirlenmiş konukseverlik yasasının dışında bir durum oluşur. Tüm yasaların devlet veya toplum tarafından belirlenmiş hakları, ödevleri olduğu düşünülürse konukseverliği bir yasa olarak ele aldığımızda diğer yasalarda olan “çatışkıyı” burada da görebiliriz. Böylece, aslında konukseverlik yasası dediğimiz imkânsızlaşır, bu hem yasayı hem de yasa dışı olanı aynı anda düşünememekle ilgilidir ve “yasası olmayan bir yasa”yı da çağrıştırır.
NOSTALJİ, DİL VE MEZAR
“Yerinden olmuş insanların, sürgünlerin, tehcir edilmişlerin, kovulmuşların, kökünden koparılmışların, göçebelerin iç çekmelerine sebep olan iki ortak nostaljileri vardır: ölümleri ve dilleri” diyor Derrida. “Ölümleri” çünkü daimi bir mekân olan mezarlık taşınabilir bir şey değildir, kaybedilenin mezarı geride bırakılmıştır, ölüyü ziyaret hakkı ortadan kalkmıştır bu nedenle gelinen yere dönme isteği Yabancının nostaljisine kapıldığı bir durum olarak karşımıza çıkar. Dil ise devamlı yanımızda taşıyabildiğimiz, doğumdan ölüme bizimle birlikte olandır bu nedenle yabancı, göçmen ve sürgün konumundakiler için vatan anlamını taşır. Derrida, Arrendt’i hatırlatır: “dil hariç kendisini Alman hissetmediğini söylemiştir.” Ama durum bundan daha karmaşıktır, yabancı için dil konusunu, Sokrates’in Savunması’ndan yola çıkarak ele alıyor düşünür, Sokrates, “Kendini suçlayan yalancıların aksine doğruyu ve hakikati söyleyeceğini, ancak bunu zarif bir retorikle ve şık bir dille yapmayacağını ilan eder. Mahkemenin söylemine, mahkeme kürsüsüne ‘yabancı’ olduğunu beyan eder.” Sokrates yasanın veya mahkemenin diline hâkim değildir, yabancıdır. Yabancının gittiği yerde yaşadığı dil sorunu da bunu çağrıştırır ve onu gidilen yerde yasa veya mahkeme karşısında savunmasız bırakır. Barbara Cassin de yabancılık, dil ve ev arasında ilişki kurar ve şu soruyu sorar: “Öyleyse insan ne zaman evindedir? Yakınları dili ve dilleriyle birlikte kabul edildiği zaman.” (2) Bu durumda yabancı için dili ev olarak görsek bile bir tanınma ilişkisini de düşünmemiz gerekir. Yabancı, dilini yanında taşısa da, onu bir vatan olarak tahayyül edebilse de gittiği yerde diliyle tanınmadığı sürece evinde hissedemeyecektir. Derrida, konukseverliği bu konuyla şöyle ilişkilendiriyor: “(Yabancı) konukseverliği, tanım itibariyle kendi dili olmayan; ev sahibinin, konuk edenin, kralın, derebeyinin, iktidarın, ulusun, devletin, babanın, vb. dayattığı bir dilde talep etmek durumundadır.” Yabancının istemek durumunda kaldığı konukseverlik hem kendi dilinde olmadığı için hem de bir talep ilişkisi içerdiği için sorunludur, Derrida bunu “şiddet” olarak niteliyor ve ekliyor: “Konukseverlik sorunu burada başlar: Onu bizde konuk etmeden evvel ve konuk etmek için, yabancıdan bizi anlamasını, sözün her anlamıyla, mümkün tüm uzantılarıyla dilimizi konuşmasını istemeli miyiz?” Böyle bir istek de kuşkusuz sorunlu olurdu çünkü biz onun dilini bilmiyorsak, Yabancı sadece o olduğu için bizim dilimizi konuşmak zorunda kalıyorsa, ondan bunu talep etmek, geldiği yerde onunla ilişkiye geçeni hiyerarşik olarak üste konumlamak anlamına gelir. Dilimizi bizim gibi konuşuyor olsaydı ne olurdu yine Yabancı olarak kalır mıydı? Derrida, bunu bir paradoks olarak görüyor, metinde olabildiğince açmaya çalışıyor ve metnin bir başka yerinde şunu hatırlatıyor: “Hakkı, ödevi, politikayı pas geçen koşulsuz konukseverlik ile sınırlarını hukukun ve bir ödevin çizdiği konukseverlik arasındaki ikilem hep karşımızda olacak. Biri diğerini hep bozabilecektir ve bu saptırılabilirlik yok edilemez.” Yasaların her durumda saptırılabilirliği vardır ve bu bahsedilen iki durum için de geçerlidir, koşulsuz konukseverlikte ve “hukukun ve bir ödevin çizdiği” yani kim olduğu bilgisinin talep edildiği konukseverlikte de bu devam eder. Daha öncede bahsettiğimiz gibi yabancı ve konukseverlik ilişkisi hakkında sorduğumuz soruların kesin cevapları yok ancak Derrida’nın bahsettiğimiz kitapta yer alan metinleri en azından bu konuda bir etik üzerine düşünmemizi sağlıyor.
Göçmenlerin, sürgünlerin, mültecilerin sorunlarının gündem bile olamadığı bir dünyada yaşıyoruz. Ve bir ülkeye gelenin, oranın yabancısı olanın nasıl karşılanması gerektiğinin sorusu ortada bile yok ama hem siyasilerin hem de toplumun dilinden konukseverlik kelimesi eksik olmuyor. Bu nedenle, Derrida’nın sorunsallaştırdığı mesele aslında dünyanın tam ortasında duruyor ve bugün yabancılık üzerinden beslenen bir düşmanlaştırma siyasetinin de pençesinde yaşıyoruz. Tüm bunları düşününce, bahsedilen konu çok çetrefilli olsa da ve bize meseleye dair kesin bir perspektif çizmese de ki -olması gerekmiyor- en azından bu konuda bir etik üzerine düşünmemiz gerektiğini anımsıyoruz. Bu açıdan, “Anne Dufourmantelle ‘Davet’, Jacques Derrida ‘Konukseverlik Üstüne’” adlı kitapta yer alan metinler hakkında düşünmenin belki de tam zamanındayız.
Dipnotlar:
1. Blanchot, M., (1999), “Sonradan Sonsuz Yineleme”, s. 6, (Çev. Serdar Rıfat Kırkoğlu), İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
2. Cassin, B., (2018), “Nostalji ‘İnsan Ne Zaman Evindedir’”, s. 97, (Çev. Seçil Kıvrak), İstanbul: Kolektif Kitap.