Basılı gazete ve dergi okuduğumuz o eski günlerde çizgi
romanlar, çizgi bantlar ve gazetelerin genellikle ilk
sayfalarındaki gündemi yorumlayan karikatürler okurlar için
vazgeçilmezdi. Farklı yaş grubundan okurlar için alternatifleri
olan, heyecanla beklenen, bazen gazeteyi-dergiyi satın almanın
yegane gerekçesi olan üretimlerdi bunlar. Çizgi romancılar,
karikatüristler bu sebeple gazeteler/dergiler tarafından yüksek
ücretlerle transfer edilmeye çalışılırlardı. Bu türün ilk örnekleri
pehlivan tefrikalarıydı. Kısa metinler halinde gün be gün
yayımlanan tefrikalar, kısa sürede yazar-çizer işbirliklerinin
neticesi olarak çizgi romana dönüşmüşlerdi. Bunları Kara Murat,
Karaoğlan, Durak Bey, Tarkan, Burak Bey gibi birbirine benzer
temaları, benzer karakterlerle işleyen, milliyetçi, gözü kara ve
yakışıklı kahramanları olan çizgi romanlar takip etti. Bu
kahramanlar düşmanla savaşın bir yerinde yakışıklılıkları, fiziksel
ve cinsel güçleriyle kendilerine hayran bırakıp aşık ettikleri
“düşmanın kadınına sahip olurlardı” mutlaka. Böylece, kendi
vatanlarının namusunu korurken, karşı tarafın “namusuna halel
getirerek” düşmanı cezalandırmış olurlardı. Bu tarz çizgi romanları
daha ziyade oğlan çocuklar, genç ve olgun erkekler tercih
ederlerdi. Kadın okurlar Tina, Güngörmüşler, Fatoş gibi neşeli ve
macera dolu çizgi romanlara meylederlerdi. Aşk hikayelerinin çizgi
romana uyarlananları da bu kesimden epey ilgi görüyorlardı. Çizgi
roman deyince çoğu kişinin ilk aklına gelen örnek olan Turhan
Selçuk’un Abdülcanbaz’ı ve benzerlerini de unutmayalım. Grafik
roman kategorisi tüm dünyada yaygınlaşınca çizgili hikayeler
nihayet prestij ve sanat eseri sayılma hakkı kazandılar.
Abdülcanbaz da bunlardan biri oldu. Çocuk dergilerindeki çizgi
maceralar ise belli bir yaş grubunun hafızasında tazeliğini koruyor
olsa gerek. Gırgır, Fırt, Çarşaf gibi dergileri çok sattıran, kolay
okunan çizgili hikayeler, özellikle de matrak hikayeler anlatmanın
büyüsüydü. Gazete, dergi sayfalarındaki çizgi hikayeleri
kahramanlarının adlarıyla kitaplaştırarak ve bunlara batıda çok
tutan çeviri çizgi romanları da ekleyerek derli toplu ve kalıcı
hale getirmeyi akıl edenler bu işten epey para kazandılar.
Sabahları gazeteyi/dergiyi birbirimizin elinden kapıp, çizgi
maceraları kaldığımız yerden takip etmek için çıldırırdık. Biraz
fazla harçlık koparıp çocuk dergisi veya çizgi roman kitabı satın
alabilmek için de…
HIZLI GAZETECİ
Pehlivan tefrikası, milli kahraman tiplemeleri, mizahi ve
romantik içerikli çizgi romanlardan sonra hayatımıza toplumsal ve
politik eleştiri yapan çizgi hikayeler girmişti. 12 Eylül
cuntasının yarattığı baskı ortamında sol dergiler, muhalif
gazeteler birer birer kapanır veya suskunluğa gömülürlerken, çizgi
roman içerikleri politikleşti. Bu kadar ilgi görmesine rağmen çizgi
roman kültürel olarak ciddiye alınan bir tür değildi bizde. O
yüzden de politik eleştiri yapmanın bir yolu olduğu geç fark
edildi. Kitlesel olarak tüketilmesi onun sanat eseri sayılmasını da
engelliyordu. Çizgi roman okuyan çocuktan hayır gelmeyeceği
düşünülürdü. “Bizim çocuk ders kitabının arasına gizlice çizgi
roman koyup okuyor” diye dertlenirlerdi haylaz çocukların anneleri
komşularına. Çok satan dergilerde çocukları çizgi romandan uzak
tutmayı salık veren psikiyatristler, eğitmenler boy
gösterirlerdi.
1975’te Gırgır’da çizmeye başlayan Necdet Şen’in Hızlı
Gazeteci’si böyle bir ortamda hayatımıza girdi. İlk kez, efsane
gençlik dergisi Hey’in mizah ekinde ortaya çıkmıştı. 1981’de
Cumhuriyet’te yayımlanmaya başladı ve Seksenler boyunca hatırı
sayılır bir müdavim kitlesi yarattı. Tabir-i caizse cool bir
gazeteciydi Şen’in kahramanı. Ufku sabah doğup akşam batan
meslektaşlarının aksine, okuyan, eleştiren, kendini sorgulayan,
estetik kaygıları olan biriydi. Konuştu mu ağzına baktıran, kimseye
müdanası olmayan, doğru bildiğini söyleyen, sosyal meselelere
duyarlı ve fiziksel cazibesi de olan bir karakterdi. Duygusal ve
cinsel ilişkiler söz konusu olduğunda ise Çağan Irmak’ın filmiyle
dilimize yerleşen ıssız adam tanımlamasıyla anılmayı hak ediyordu.
Arzularına ket vurmuyor, bağlanmaktan kaçınıyor, ilişkiye çok emek
harcamak istemiyordu. “Ben kolay kadınlar arıyorum. Yoruldum artık
sorunlu ve mutsuz insanlardan ve zevksiz ilişkilerden” diyordu.
Başkalarıyla kıyaslanmayacağını fark ettiği durumlarda partneri
karşısında cinsel enerjisini övünç kaynağı olarak lanse ediyordu.
Bugünden bakınca cinsiyet ilişkileri bağlamında eleştirilebilecek
buna benzer pek çok fikri ve tavrı vardı. Hikayeler boyunca aklını
duyguların önüne koyduğu onca durum varken, serinin en çok ilgi
gören hikayelerinden olan Bacı’da, cezaevinden yeni çıkan Fazilet’e
kendini tanıtırken “salaklık derecesinde duygusal” olduğunu, hızlı
yakıştırmasının yavaşlığından ileri geldiğini söylüyordu.
Popüler kültür ürünlerinin yozlaştırıcı ve tembelleştirici
bulunduğu bir ailenin bireyi olarak benim ders kitabı içine koyarak
okumak zorunda kaldığım çizgi romanlardan biriydi Hızlı Gazeteci.
12 Eylül darbesinin tüm ağırlığıyla hissedildiği evimizde,
Seksenler’in ikinci yarısındaki sivilleşme sürecinde cılız da olsa
sesini yükseltmeye başlayan sol muhalefeti, iç hesaplaşmaları,
liberal politikalar karşısındaki tavrı, hakim ahlaki normlara ve
geleneğe direnmesi veya teslim olması ile liseli bir genç kadın
olarak benim anlayabileceğim bir dile tercüme ediyordu Necdet
Şen.
"Depolitizasyon", cunta rejiminin ardından en sık duyduğumuz
terimdi. Hızlı Gazeteci’nin maceralarında da karşıma çıkıyordu.
Yıllar süren mahpusluk, işkenceler, damgalanma, yeniden tutuklanma
endişesi ve gelecek kaygısının eski militanları, onların başına
gelenlerin de gençleri siyasetten uzaklaştırdığını anlatıyordu Şen.
70’lerde “kalabalığa karışma”, “elinde taşıdığın gazeteye/kitaba
dikkat et”, “o mahalleye gitme, şu kahvede oturma” tembihleriyle
evden yolcu edilen gençler, 80’lerde “kimseyle tartışmaya girme”,
“arkadaşlık ettiğin insana dikkat et”, “siyaset konuşma” diye
uyarılıyorlardı. Eylülist tabirini de ilk kez Hızlı Gazeteci’den
duymuştum. Yalçın Küçük’ün Küfür Romanları kitabında kullandığı bu
tabir, 12 Eylül’ün yarattığı iklimde boy atan çıkarcı, duyarsız
veya korkak bir birey tipolojisiydi. Solcular arasında bir küfür
gibi sarf ediliyordu.
Beni esas etkileyense, Bacı serüveninde, 8 yıllık mahpusluktan
sonra sol hareketi bıraktığı gibi bulamayan ve bu yeni dünyada
kendisine yer arayan Fazilet’in yaşadıklarıydı. Fazilet’e herkes
Bacı diye hitap ediyordu. Bacı hitabı kadınları
cinsiyetsizleştiriyor, kendisini davasına adamış, sekter,
burjuvazinin akıl çelici hamlelerinden azade bir kadın figürüne
gönderme yapıyordu. Böyle bir kadın güzel görünme kaygısı taşımaz,
saç tuvaletine, giyimine özen göstermez, kaşlarını, bıyıklarını
almazdı. Dava arkadaşları arasında duygusal, cinsel yakınlaşma
olmasının uygun görülmediği bir anlayışta, omuz omuza mücadele
edilen kadınların kardeş gibi algılanması duygusal, cinsel
gerilimleri ortadan kaldırır diye düşünülüyordu. Yıllar sonra “sol
harekette ablalık” hakkında bir yazı hazırlarken cezaevi tecrübesi
bulunan Kürt hareketinden ve sol hareketten kadınlarla görüşmüş ve
onlardan da birer bacı olmalarının beklendiğini öğrenmiştim.
Kaşlarını, bıyıklarını alan, saçıyla kıyafetiyle uğraşan bir koğuş
arkadaşı büyük tepkiyle karşılanıyor, koğuş sorumlusu tarafından
uyarılıyor veya dışlanıyordu. Ama bacılık kurumunun da, solun katı
ahlaki kurallarının da miadı dolmuştu o içerdeyken.
Bacı’yı geçmişte dava arkadaşları baskı altında tutmuşlardı,
ailesi ise bu baskıyı sürdürüyordu. Daha baştan adını Fazilet
koyarak ondan beklentilerini belirleyen aile hem Fazilet’in, hem de
abisinin hapse düşmesine sebep olan politik faaliyetlerini
onaylamıyorlardı. Bunu her fırsatta, sert bir üslupla, hakaretler
eşliğinde ve hatta Fazilet’in üstüne yürüyerek dillendiriyorlardı.
Yeniden aklını çelerler diye eski dava arkadaşlarının
ziyaretlerinden rahatsız oluyorlardı. Fazilet, abisinden farklı
olarak ev işlerine de yardım etmek, görüştüğü kişiler hakkında
bilgi vermek, belli bir saatte evde olmak ve namusunu korumak
zorundaydı. “Yarin yanağından gayrı, haa bi de ev işlerinden gayrı,
her yerde her şeyde hep beraber” diyordu Fazilet. “Devrimin yedek
lastikleriyiz” diye de ekliyordu. Sol harekette kadınların karar
mekanizmalarından, sorumluluk almaktan uzak tutulmaları, lojistik
faaliyetler yürütmeleri, aynı ev içinde harcadıkları emek gibi,
görünmeden, talepte bulunmadan solcu erkeklerin arkalarını
toplamaları bekleniyordu. Fazilet’e özgür kaldığı günlerde en fazla
destek veren bu konuda tuzu kuru Hızlı Gazeteci bile, ataerkil
sistemin açtığı yaraları görmeye çaba harcamayıp onu alaya
alıyordu: “Faşizmden korkmaz ama anasından laf işitmekten ödü
kopar.”
Ne mutlu ki, 80’ler Fazilet gibi bizim kuşağın da bunları
sorguladığı zamanlardı. Fazilet’e eski dava arkadaşları, bize de
sınıf arkadaşlarımız kadınların siyasetle uğraşmalarının ve
aktivizm yapmalarının “bir libido sapması” olduğunu ima
ediyorlardı. Fazilet’in dava arkadaşı olan kadınların bir kısmı
feminist olmuşlardı ve bunu davaya ihanet gibi görenlere
ağızlarının payını veriyorlardı. Fazilet’i de yanlarına çekmek için
çabalıyorlardı: “Kadınlar haklarını almak için sosyalist düzen
kurulana kadar kollarını kavuşturup otursun mu? Dayağa,
cinsiyetçiliğe karşı çıkmak için ille de devrim gününü mü beklemek
lazım?”
Payel kuşağı tabirinin hakkını verecek kadar Payel Yayınevi
kitabı okunuyordu: Wilhelm Reich, Erich Fromm, Simone De Beauvoir,
Evelyn Reed… Fazilet de bizim gibi gizlice ve mahcubiyetle Bedensel
Boşalmanın İşlevleri’ni okuyor, cinsel kimliğini, arzularını
keşfetmeye çalışıyordu. Kaşlarını alıyor, saçını kestirip halka
küpeler takıyordu. Ders kitabının arasına konarak okunan çizgi
romanlar, hiçbir ders kitabının açamayacağı genişlikte bir ufuk
açıyor, kendimize, çevremize ve dünyaya daha eleştirel bir gözle
bakmamızı sağlıyordu.