DEVA Partisi Genel Başkan Yardımcısı Fırat: ‘Söz verdik, bir daha festival yasaklanmayacak’

Birkaç ay önce başladığımız ancak 6 Şubat’ta yaşanan büyük depremlerin ardından ara verdiğimiz “kültür-sanat politikaları” sohbetlerimize devam ediyoruz. Siyasi partilerin kültür ve sanat alanındaki yetkili isimleri ile giderek baskı ve sansürün gölgesine sokulmaya çalışılan bu alanın sorunlarını, bu sorunların olası çözümlerini ve tabii o siyasi partinin bu konudaki vaatlerini konuşmaya çalışıyoruz.

Mahmut Çınar cinarmahmut@gmail.com

Helün Fırat, DEVA Partisi’nin kurucularından. Siyasetle en az bir asırdır yakından ilgili olan; milletvekilleri, parti kurucuları, parti yöneticileri çıkarmış bir ailenin ferdi. Babası Dengir Mir Mehmet Fırat, Türkiye’nin son 50 yılında özellikle merkez sağ partilerde aktif ve etkili bir siyasetçiydi. AK Parti’nin kurucularından ve yöneticilerinden de olan Fırat, son olarak HDP’den Mersin milletvekili seçilmişti.

DEVA Partisi Kültür ve Sanat Politikalarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Helün Fırat, siyasete atılmasının aslında bir şekilde “kaçınılmaz” olduğunu söylüyor. Bir dönem AK Parti’nin Kadın Kolları’nda görev almış olan siyasetçi, aslında uzun zaman önce belki aldığı işletme eğitimi ile ilgi alanlarını buluşturmak üzere kültür-sanat işletmeciliğine yönelmiş. 2000’li yıllardan itibaren kültür-sanat dünyasının içinde önemli görevler üstelenen Fırat, SineMardin Film Festivali’nin kurucusu ve yöneticisi. Ayrıca Türkiye’nin önemli çağdaş sanat ortamlarından biri olan Ankara’daki CerModern’in de kurucularından.

Helün Fırat ile liberal bir bakışla muhafazakâr bir kitleyi selamlayan DEVA Partisi’nin kültür ve sanatta olup bitenlere dair tutumunu, Kültürel Atılım Eylem Planı’nı, Millet İttifakı’nın Ortak Politikalar Mutabakat Metni’nde yer alan kültür-sanat alanıyla ilgili heyecan verici vaatleri ve tabii iktidar partisinin kültür-sanat alanına yönelik baskısını konuştuk.

Not: Fırat’la 6 Şubat’ta yaşadığımız felaketin öncesinde konuşmuştuk. Söyleşi yayınlanmadan önce, aradan geçen zamana dair eklemek istediği bir notu var mı diye kendisini aradım. Depremin hemen ardından deprem bölgesine, özellikle Adıyaman’a birkaç kez giden Fırat, “İnsanların deprem bölgesindeki temel dertleri hayatta kalmak,” diyor. Fırat, Kültür Sanat Politikalarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olduğu DEVA Partisi’nin hazırladığı deprem raporunda kültürel mirasa dair yapılması gerekenlerin de yer aldığını da bir not olarak hatırlatıyor.

‘HÂLÂ YÜZ YIL ÖNCE KONUŞULAN SORUNLARI KONUŞUYORUZ’

DEVA Partisi  Kültür ve Sanat Politikalarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Helün Fırat

DEVA Partisi’nin kültür sanat dünyasına dair, partinin en yetkili isimleri de olmak üzere ciddi bir ilgisi var. Bu konuda vaatlerde bulunuluyor, kimi mevcut sorunlar dile getiriliyor. Bu ilgilinin özel bir nedeni var mı? Sizin bu alandan bir isim olarak partideki pozisyonunuzun bunda bir katkısı olduğunu düşünüyor musunuz?

Varsa çok mutlu olurum tabii. Ancak siyaset ve prensipler kişilere bağlı olmamalı. Türkiye’de, biliyorsunuz, yönetim sistemi de dâhil olmak üzere kişilere ve kişilerin bakış açılarına, anlayışlarına yönelik bir sistem söz konusu. DEVA Partisi neredeyse 3 sene önce kurulduğu zaman yaklaşık yirmi “Genel Başkan Yardımcılığı” pozisyonu oluşturuldu. Bu pozisyonlar bire bir de devlet fonksiyonlarına denk gelen yardımcılıklar. On üç politika başkanlığımız var bizim, hepsi birer bakanlığın fonksiyonuna denk geliyor. Hepsinin ötesinde, bu genel başkan yardımcılarının hepsi alandan gelen, saha deneyimi olan kişiler. Biliyorsunuz, DEVA Partisi zaten güçlü bir şekilde liyakat vurgusu yapıyor.

Ben yaklaşık 13-14 yıldır Mardin’de SineMardin adıyla bir film festivali düzenliyorum. Bunun dışında da aktif siyasete girdiğim sürece kadar CerModern çağdaş sanatlar merkezinin hem kurucusu hem de yöneticisiydim. Tabii sivil topluma ve kültür-sanat alanına çok inanan biriyim. Kültür ve sanat toplumda çok büyük değişiklikler yapabiliyor, güçlü etkiler bırakabiliyor. Siyaset kadar geniş bir ulaşım alanı yok ancak değiştirdiği, dönüştürdüğü insanları çok derinden etkiliyor. Bu nedenle kültür-sanat alanı çok değerli ancak maalesef Türkiye’de siyaset her alanı baskılamış durumda. Sıkıntılarımızı ve sorunlarımızı siyaset yoluyla da dile getirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Kültür-sanat, Türkiye’de hak ettiği değeri bulamadı bugüne dek. Biz kültür politikalarını yeterince konuşmuyoruz. Şunu da söylemem lazım ki, Türkiye siyasetinin ana aksları da kültür üzerinden ilerleyen akslardır. Kültürlerin birbirleriyle çatışma alanı haline getiriliyor siyaset, bu açıdan da kültürden söz etmek önemli. DEVA Partisi olarak bu nedenle de bu alanı eğitim alanı kadar, sosyal politikalar kadar önemsiyoruz.

DEVA Partisi’nin kuruluş dönemi küresel Covid pandemisinin zirvede olduğu bir dönemdi. Bu dönemde kültür-sanat alanında yaşanan büyük sorunlar da çok konuşuldu. Biz de bir siyasi parti olarak bu soruna dikkat çekmeye, kültür ve sanatın önüne çıkarılan engellere dair ses getirmeye çalıştık. Bunda genel başkanımızın da çok ciddi bir desteği oldu. Kendisi de zaten kültür-sanat etkinliklerine katılan, bu alanla yakından ilgili bir siyasetçi.

Siz siyasetin içinde olan bir ailenin ferdisiniz. Biraz önce sözünü ettiğiniz kültür ve sanat alanındaki faaliyetlerinizin ardından bir siyasi parti yönetiminde aktif siyasete girmenizin arkasında bu alanla ilgili siyaset üretme çabanızın yanında ailenizin konumu da etkili oldu mu?

Siyasete girmek zorunda hissetmedim hiç ama “Un var, şeker var, haydi helva yapsana” durumu oldu sanırım. Bahsettiğiniz her iki etken bir araya gelince biraz da yol oraya gitti. Çok eskiden beri siyasi kültürü olan bir aileden geliyorum. Çocukluğumdan beri siyasetin bir şekilde içerisindeyim. Daha önce de bir siyasi partide görev almışlığım vardı. Ancak kendi alanımda siyaset yapabiliyor olmayı çok önemsiyorum. Hatta babamla anekdotlarımız vardır. Ben kendisine “Seninkinden daha etkili bir alan buldum” dediğimde gülerdi, “Neymiş o?” diye sorardı. Ben de, “Kültür ve sanat yoluyla çok daha az insanı dönüştürüyorum belki ama bu dönüşüm çok kalıcı oluyor” derdim. Siyaset Türkiye’de maalesef suya yazı yazmak gibi. Şu anda mesela Kürt meselesiyle ilgili konuştuğumuz şeyler neredeyse büyük dedemin döneminde konuşulan şeyler. Bir adım ileriye gidemediğimiz bir noktadayız. Hâlâ temel haklarla ilgili aynı sorunları konuşmak zorundayız. Babamın siyasette aktif olduğu dönem, ciddi gelişmelerin de yaşandığı bir zamana denk geldi. Şimdi ben, babamın döneminden geride bir dönem yaşıyorum örneğin ve yeniden aynı şeyleri konuşmak zorundayız. Oysa sonraki nesiller, öncekilerden bir adım ileride olmalıydı, artık bu sorunların aşıldığı bir zamanı yaşamalıydı.

Kültür-sanat alanı da yanlış siyaset nedeniyle benzer bir durumda. Geçmişte özgürce sahnelenme imkânı bulan oyunların bugün yine yasaklandığını görüyoruz. Türkiye bunu da aşacaktır diye düşünüyorum. Artık yeni bir dönemin başlangıcındayız. Bunu çok fazla konuşmuyoruz belki ama küresel olarak yeni bir döneme giriyoruz. İşte “post-truth” denen olgu. Dijitalleşen bir kültürün içerisindeyiz ve bu her şeyi değiştiriyor. Covid döneminde bunu çok daha açık bir şekilde gördük. İş yapış şekillerimiz değişiyor, dünyamız değişiyor. Türkiye’nin de bu dönüşüme uyum göstermesi gerekiyor. Bana göre gelecekte “gelişmekte olan ülke” diye bir kavram olmayacak; ya gelişmiş olacaksınız yahut tam tersi. Bu dijital dönüşüm dünyayı başka bir yere götürüyor ve uzun süredir tartıştığımız şeyleri artık bir noktaya getirmemiz, yalnızca bizim huzurumuzla ilgili değil dünyanın bir parçası olabilmekle ilgili.

KÜLTÜREL DEMOKRASİ VE SANATA ERİŞİMDE ADALET…

DEVA Partisi’nin ‘Kültürel Atılım Eylem Planı’nda “kültürel demokrasi” diye bir kavramdan söz ediyorsunuz. Bu alanların toplumsal tabana yayılabilmesi ve sanatın herkes için erişilebilir olması… Keza, sansürün kaldırılmasına da vurgu yapıyorsunuz. Bir de sanatçıların özlük hakları ve yaşam koşulları üzerine bir bölüm var burada. Özellikle bu konuyla ilgili reel vaatlerinizi duymak istiyorum doğrusu.

Burada, sözünü ettiğiniz bu eylem planıyla ilgili bilgi vermek isterim öncelikle. Beş ana madde halinde sıraladık çerçeveyi. Tabii sinemayı, tiyatroyu, müziği, tüm sanat dallarını ayrı ayrı konuşmadan bu konuları çerçevelemek kolay değil ancak yaptığım tespite göre öncelikle bu çerçeveyi çıkarmak çok önemliydi.

Ben ana başlıklardan söz edeyim biraz. İlki, sizin sözünü ettiğiniz “kültürel demokrasi”. Biz “kültürel demokrasi” kavramını iki anlamda ele alıyoruz. Bunlardan ilki özgürlükle ilgili bir vurgu. Sanat bir ifade şekli ve bu nedenle özgürlüğe ihtiyacı var. Özgürlüğün olmadığı yerde sanatın var olması mümkün değil. Gün geçtikçe bu alanda nerelere gelindiğini, sanat alanında neler yaşandığını alanın içinden biri olarak yakinen görebilmiş bir insanım. Sanatçılar bu konuda büyük mağduriyetler yaşıyor. Öte yandan; bugün Türkiye’nin kültür-sanat hayatı ağırlıklı olarak dört, beş büyük şehirde dönüyor. Birçok şehir ve birçok kesim kültür ve sanat faaliyetlerine erişemiyor. Evet, salonlar yapılıyor ancak bugünün yönetim anlayışıyla uyumlu olarak bunlar binadan ibaret kalıyor. Bir kültür merkezi var belki ama o salonda ne gösterilecek, program ne olacak, bununla pek ilgilenen yok ne yazık ki. Biz “kültürel demokrasi”yi bir de bu anlamıyla ele alıyoruz. 

Bir diğer ana başlığımız sanatçıların koşulları. Sanatçı yoksa sanatı var etmeniz mümkün değil. İfade özgürlüğü alanını istediğiniz kadar açın, sanatçıyı koruyamıyorsanız yine doğru bir sanat ortamından bahsetmeniz mümkün değildir.

Kültürel miras alanında da çok ciddi sıkıntılar yaşıyoruz, özellikle son zamanlarda. Ben Türkiye’nin literatüre “kültürel mirasa şiddet” gibi bir kavram soktuğunu görüyorum. Şiddeti her alanda görüyoruz maalesef ancak kültürel mirasa şiddet gibi bir kavramımız var artık. Kimliğimizin bir parçası olması, geçmişimizi tanımak açısından kültürel mirasa özel bir vurgu yapıyoruz. Geçmişini bilmeyen geleceğini oluşturamaz. Bu konuda da belli kalıplara sıkıştırılıyoruz, “Şu kesimin kültürel mirası” diyerek kimi değerlerin öne çıkarılması ve geri kalanının yok sayılması gibi bir durum söz konusu. Müzeleri de bu başlık altında değerlendiriyoruz.

Kültür endüstrileri biliyorsunuz alanda da çok tartışılan konulardan biriydi. Dijital çağın gelişmiş araçları sayesinde kültürlerin birbiriyle etkileşiminin yoğun olduğu bir zamandayız artık. Hatta dünyada kültürel bir yarışın yaşandığı, neye sahip olduğunuzu dünya vitrinine çıkardığınız bir dönem bu. Kültür endüstrilerini konuşmamak artık mümkün değil. Dünyada bunun örneklerini görüyoruz, Güney Kore gibi. Kore dizileri seyredip şakır şakır Korece konuşan genç arkadaşlar görüyorum bazen örneğin. Türkiye’nin kültür endüstrileri alanında da güçlü bir şekilde yer alması gerektiğini düşünüyoruz ve bu konuyu da bir ana başlık olarak programa taşıdık.

Son başlığımız ise kültürel diplomasi üzerine. Kültürel diplomasiyi de, dünya ölçeğinde bir kültür iletişimi olarak görmek gerekiyor.

Sizin sanatçıların ve sanat üretiminin koşullarına dair özel sorunuza gelirsek: Yaşanan sorunlar açısından çok kritik bir mesele bu. Ben bunun sadece devletin çözebileceği bir mesele olmadığını düşünüyorum. Bir kere, sanat alanında bir profesyonel-amatör ayrımını yapmamız lazım. Sanatı bir meslek olarak icra edenlerle örneğin hobi olarak ele alanlar arasında teknik bir ayrım yapmak gerekiyor.

Bu dediğinizi yapmak çok zor değil mi?

Bence değil. Özlük hakları anlamında zor değil. Ancak tek başına yapılabilecek bir şey olarak görmüyorum. Sanatçılarla birlikte yapılması gereken bir düzenleme bu. Burada da meslek örgütlerine ihtiyacımız var. Meslek örgütleriyle birlikte çalışılarak bir an önce bu alanların meslek tanımlarının yapılması gerekiyor. Yani, “devlet bu mesleği böyle tanır ve tanımalıdır” diyerek bir düzenlemeye gidilmeli ve sanatçılara özlük hakları buna bağlı olarak verilmeli. Burada önümüzde başka bir zorluk var. Toplumsal kutuplaşmamız bu noktalarda da ortaya çıkıyor. Yaşam tarzları, düşünce tarzları, siyasi görüşler de bu meslek örgütleri konusunda farklı etkiler yaratıyor gibi geliyor bana. Buradaki birliği sağlayıp meslek örgütleriyle, meslek tanımları üzerinden hızlı bir çalışma yapılabilirse bu konudaki birinci engeli aşmış oluruz. Sanatçının bir vergi numarasının olmasından, profesyonel olarak o mesleği yapan kişi olarak tanımlanmasından sonra da bir veri tabanı oluşturmak gerekiyor. Devlet bünyesinde bunun yapılamıyor olması, bu konudaki profesyonelliğin tanımlanmamış olmasından kaynaklanıyor. Devlet bunu olabildiğince meslek örgütleriyle götürmeye çalışıyor ancak istatistik ve kayıt hususunda ciddi bir sıkıntımız var. Elimizde ne olduğunu bilmiyoruz. Örneğin, Covid gibi sıkıntılı bir döneme girildiğinde yapılan yardımların, ki komik yardımlar yapıldı, kişilere veya kurumlara bağlı olarak yapılması durumunda kalındı. Dönülüp yine meslek örgütlerine soruldu, “Siz bize bir liste verin” dendi. Örneğin müzik meslek birlikleri müzisyenlere “Video çekip gönderin” dedi, çünkü insanların müzisyen olduklarını ispatlayacakları resmi bir belge yok ortada. Veri tabanı bu nedenle önemli.

Tabii sosyal güvenlik sistemi içindeki sanatçı tanımına da baktık. Hiç ilgisi olmayan taksiciyle, dolmuşçuyla aynı statüde sanatçılar. Sanat dünyasında çalışma denen eylemin de esnek ve tanımlanması zor bir durumu var. Düşünün ki bir kitap yazıyorsunuz, belki en az bir sene o kitabı yazmak için kapanmak zorundasınız. Ancak kitap basıldığında sizin bir iş yapıyor olduğunuz kabul ediliyor, öncesindeki sanatsal üretim süreci işten sayılmıyor, orada bir gelir elde edilmiyor çünkü. Ancak bu sizin o bir sene boyunca çalışmadığınız anlamına gelmiyor, hatta tam aksi. Biz parti içerisindeki Sosyal Politikalar Başkanlığımız ile de bu konuda çalışmalar yapıyoruz, dünya örneklerini inceliyoruz.

‘SANAT, ‘MUHAFAZAKÂR SANAT’, ‘LAİK SANAT’ GİBİ TANIMLARIN İÇİNE SIĞMAZ’

Kültür ve sanat alanından isimlerle yaptığım söyleşilerde konu kültür politikalarına geldiğinde iktidar partisinin malum “kültürel iktidar olamadık” itirafını da soruyorum genellikle. Burada size bunu özel olarak sormak isterim zira bir dönem AK Parti’nin içinde yer almış kimi isimlerin kurduğu, üstelik muhafazakâr kitleye de hitap eden bir parti DEVA. Erdoğan’ın dile getirdiği bu “kültürel iktidar” meselesine, tabii bu tartışmadaki muhafazakâr-seküler ikiliğine nasıl yaklaşıyorsunuz?

Ben DEVA Partisi’ni tam bir Türkiye mozaiği olarak tanımlıyorum. Hemen her düşünceden arkadaşlarımız var. Geçmişte AK Parti’de siyaset yapmış olanlarımız var, kendisini liberal olarak tanımlayan, demokrat olarak tanımlayan birçok kurucu üyemiz var. İktidarın kültür-sanat alanındaki mevcut tutumunda ve kültürel hegemonya meselesinde çok görünür sorunlar var tabii. “Kindar nesil – dindar nesil” gibi tanımlar bir yana, bu kulaklarla “muhafazakâr sanat” gibi bir tanım bile duyduk hatırlarsanız. Bu nasıl bir tanım bilmiyorum, Türkiye’den çıkmış bir icat diyelim. Oysa kültür, en zor tanımlanan alanlardan biri. Literatürde 170’ten fazla tanımı yapılmış, nereden baktığınıza göre değişen biçimlerde ifade edilmeye çalışılan bir alan. Kültür ve sanat alanındaki bu tanım çabası, vatandaşları belli kalıplara sokma isteğiyle aynı motivasyondan doğuyor. Buna toplum mühendisliği mi demeli, başka şekilde mi tanımlamalı bilmiyorum ama Türkiye tarihinde uzun geçmişi olan bir durum. Bu, sanat alanında da uygulanmaya çalışıldı ancak uygulanamadı ve bu başarısızlığın itiraflarını çeşitli seferlerde duyduk. Bu tanımlama ve sınırlandırma çabasının yalnız muhafazakârlık açısından değil herhangi bir ideoloji açısından başarılı olmasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Bir kere kültür ve sanat alanlarından bahsettiğimizde insan kadar çeşitli bir alanda söz etmiş oluyoruz. İnsanı ve kültürünü ne kadar kalıp içine sokmaya çalışırsanız çalışın bu mümkün değil, hele de Türkiye gibi bir ülkede. Bir köprü, üzerinde var olmayan medeniyet neredeyse yok, bir geçiş alanı. Kültürel çeşitliliği çok yüksek bir ülkede kültür ve sanat alanını bir ideoloji içerisine hapsetmek mümkün değil.

Kültür ve sanat alanı bu anlamda uzlaştırıcı bir alan olmalı. SineMardin’den örnek vereyim. Mardin biliyorsunuz kozmopolit bir şehir. İnançlar anlamında, etnik anlamda karma bir şehir ve bir arada yaşanıyor. SineMardin sürecinde birçok Kürt gençle Arap gencin bir film üzerinden birbirlerini anlayarak tartışabildiğini gördüm. Müsebbibin film olduğu bir tartışma ortamında, konu ne kadar hassas veya çatışmalı olursa olsun birbirleriyle tartışabiliyor insanlar. Kültür-sanat alanı tam da böyle bir alan olmalı. Siz bu alanı, “muhafazakâr sanat”, “laik sanat” vesaire diye ne kadar sıkıştırmaya çalışırsanız çalışın, sanat bunun içine sığmaz. Ki zaten başarılı olamıyor söz konusu tanımlama çabası, bunun itirafını en yetkili ağızlardan duyduk. Dünyada boşuna “soft power”, yani “yumuşak güç” diye tanımlanmıyor bu alan. Bu güce sahip. Türkiye’de de gücümüzü bu alanda bulabileceğimizi düşünüyorum, bu nedenle de sanatı daha çok konuşmamız gerekiyor. Hele ki siyasetin kutuplaştırmayı bu noktaya getirdiği bir yerde bu çok önemli. Kültür-sanat alanı Türkiye’nin çimentosu olabilecek bir alandır ve bu şekilde dizayn edilmelidir. Biz bunu, yerelden evrensele, katılımcı ve kapsayıcı bir kültür politikası vurgusuyla eylem planımızda ifade ettik.

Kültür ve sanatı devletin tanımlamasına değil, bu alanın kendi kendisini tanımlamasına müsaade etmeliyiz.

2021’DEKİ ‘VALS’ VE DİNDAR VATANDAŞLAR TARTIŞMASI…

Aslında sanatın bu anlamda bir ideolojik kalıp içerisine sığmayacağını ifade ediyorsunuz. Peki, bunu ifade ederken, aslında siyasi muhafazakârlık ile özgür sanatın birbirine karşıtlık oluşturan şeyler olduğunu da söylemiş olmuyor musunuz?

Aslında söylemiş olmuyorum. Eğer bunu söylemiş olursam ben de bir tanım getirmiş olurum. Oysa ben burayı, bu alanı net sınırlarla tanımlamak istemiyorum. Bir kere, muhafazakârlık anlayışının getirmiş olduğu limitleri anlıyorum. Ancak “muhafazakâr sanat” olarak görülen Doğu sanatı ve onun karşısına konan Batı sanatının, yani bu ifadelerin birbirini tanımamaktan doğduğunu düşünüyorum. Kendim de zamanla Doğu sanatını tanıdıkça, hat, minyatür sanatlarıyla daha yakından tanıştıkça bunun ne kadar zenginleştirici olduğunu gördüm. Bu bizim eğitim sistemimizde de olan bir sorun: Kendimizi doğru bir şekilde tanımamak. Bizler birbirimizi ve kendimizi yeterince tanımıyoruz. İdeolojileri de bir tarafa bırakarak söylüyorum bunu.

Bugün “Batı sanatı” olarak tanıma sıkıştırılan işleri Batı’da sergilediğinizde bu tekerleği icat edenlere tekerleği bir daha sergilemeye benziyor. Sanat alanı kendimizi de tanımladığımız bir alan haline gelmek zorunda Türkiye’de. Yani biz bu anlamda ne kadar serbestiz? Sanat eğitimimizin bu anlamdaki sıkıntıları neler, limitleri neler? Kendimizi daha iyi tanıyor olmamız lazım; bir yolu, bir stili, bir ifade şeklini seçerken aslında elimizdeki enstrümanları doğru tanıyor muyuz, onu kendimize taşıyabiliyor muyuz?

“Kültürel zenginlik” diyoruz ama elimizdeki o çeşitliliği çok tanımak istemiyoruz çünkü belirlediğimiz bu ideolojik değerler aslında bizi buradaki zenginlikleri tanımak anlamında da kısıtlıyor.

Yani “yerli ve milli” olma iddiasındaki de aslında yerli bir kültürü, sanatı ele alıp buradan evrensele uzanmak için bir şey yapmıyor diyorsunuz herhalde.

Kesinlikle yapmıyor çünkü amaç farklı. Yani bir şeyi ne kadar tanımazsanız ya da tanınmasını istemezseniz onu o kadar kolay bir enstrüman haline getiriyorsunuz. Bakınız, önümüzdeki en önemli sorunlardan biri sanat yayıncılığı örneğin. Bizim sanatla ilgili ne kadar yayınımız var? Bugün İslam sanatını derinlemesine araştıracak olsanız bunun için ne kadar tarafsız doküman var? Biliyorsunuz sanat yayıncılığı pahalı bir yayıncılık. Bunu biz ne kadar kolaylaştırıyoruz örneğin? Eğitimde bu toprakların kültürünü, sanatını herhangi bir ideolojiye bağlamadan, tarafsız bir şekilde ne kadar verebiliyoruz? Ben çatışma alanlarının her zaman tanımayla yumuşadığını inanan bir insanım. Birbirimizin hayat tarzını, düşünce tarzını bilmediğimiz, tanımadığımız oranda birbirimizle çatışıyoruz. Çünkü insan böyle bir yaratık, tanımadığından korkuyor.

Peki tam bu noktada aklıma gelen, belki biraz da çetrefilli bir soru sormak istiyorum. Hazır siz sanat ile muhafazakârlık arasındaki ilişkiye değinmişken… 2021’in 30 Ağustos’unda Genel Başkanınız Sayın Babacan bir açıklama yapmış, “Millî günlerimiz üzerinden, bu ülkenin dindar vatandaşlarına göndermeler yapılmasına izin vermeyiz” demişti. Bunun, İBB’nin 30 Ağustos törenlerinde sahnelenen vals dansıyla ilgili olduğu yorumları yapılmıştı. Sizin bu çıkışla ilgili görüşünüzü merak ediyorum.

Bakın burada konu yine tanımlamalara geliyor. Biz valsten bahsederken aslında başka bir şeyden bahsediyoruz. Vals bir dans çeşidi ve sanatın bir alanı. Geçmişte kalmış bir dans. Bugün kim ne kadar vals yapıyor, kaynağı olan Avrupa’da kaç kişi vals yapıyor, tartışılır. Ama işte yine siyasetin içerisinde bu kavramların aslında olmadıkları şeylerle içinin doldurulmasıyla alakalıydı. O dönemde sosyal medyada çok ciddi bir tartışma söz konusuydu ve orada bir açıklama yapma ihtiyacı duydu Ali Bey. Şunu söyleyeyim; oradaki açıklama çekip alıntıladığınız zaman bakış açısını ifade etmiyor. Eğer iddia edildiği gibi düşünen biri olsanız biraz önce sözünü ettiğimiz gibi bir eylem planını çıkarmazsınız, o planın altına imza atıp sunmazsınız da.

Aynı dili konuşmak önemli. Türkçe konuşuyormuşuz gibi geliyor belki ama farklı kültürel kodlarla konuştuğumuzda aslında farklı diller konuşmuş oluyoruz.

‘ALTILI MASA’NIN İKTİDARINDA FESTİVAL YASAĞI OLMAYACAK’

“Altılı Masa” adı verilen koalisyonun, yani Millet İttifakı’nın esasen yönetim taahhütlerini içeren Ortak Politikalar Mutabakat Metni’nde de kültür ve sanat alanına geniş biçimde yer veriliyor. Bunda siz ve partinizin de önemli payınız var diye tahmin ediyorum.

Söz konusu metin beni son derece mutlu eden bir metin. 2 bin 300 madde var orada. Demek ki çok fazla problem var çözülmesi gereken. Mutabakat metni, siyasetin hamaset alanı değil bir sorun çözme alanı olduğunu, olması gerektiğini ifade eden bir metin. Ve orada ifade edilen başlıklar, sonuna nokta konmamış, virgül konmuş konular. Birer tartışma alanı da yaratıyor, olması gerektiği gibi.

Bu metinde kültür ve sanat alanına dair 99 madde var. Her partinin ilgili uzmanları, komisyonları tarafından sunulan ve tartışmasız her parti tarafından kabul edilen maddeler bunlar. Hepsini icra edilebilir görüyorum, öyle de olmalıdır çünkü bunlar bizim taahhütlerimiz. Aynısını kendi eylem planlarımız için de söylüyorum. Türkiye siyaseti, “yapacağız, edeceğiz” diyen siyasetçilere alışık; bunları söylemek de kolaydır. Ancak bunlar artık yazılı taahhütler. Hiçbir parti çıkıp da “Biz böyle bir şey söylemedik” deyip göz ardı edemez.

Yani Altılı Masa seçimden zaferle ayrılırsa bir daha festival yasaklanmayacak Türkiye’de örneğin; bunun sözünü veriyorsunuz çünkü.

Kesinlikle. Bakın, festivallerin yasaklanması sadece hoşlarına gitmeyen içeriklerle ilgili değil. İnsanların bir araya gelmesinden korkan bir iktidar var karşımızda. İnsanların en çok bir araya geldiği, coştuğu kalabalıklar festivaller. İşte Mor ve Ötesi’nin o büyük konserini düşünün; görünce inanamadım. Bu kalabalıkları sanatçılar ve festivaller topluyor ve sanatçılar vicdanen doğru buldukları şeyleri de dile getiriyorlar. Sanat etki alanı iktidarı en çok rahatsız eden alanlardan biridir. Sorunuza dönecek olursam; evet, bu metinde bunun sözünü veriyoruz. Bu bir anlaşmadır, vatandaşlara yapılmış bir taahhüttür. Yapılabilir olması bir yana, mutlaka yapılması gerekiyor söz verilenlerin. Söz verdik, çalıştık, altına imza attık.

Tüm yazılarını göster