- Bisiklete ilk bindiğim zamanlarda, ne kadar çok bisikletli insan olduğunu fark edivermiştim. Sonra kazağın içine gömlek giydiğimde. Sonra gözlük taktığımda. Benzerini görme kardeşliği. Göz hizasında.
- Kuruyemişin üstünde “Günkurusu” yazıyor, kuru kayısının yeni isimli hali. Daha havalı ve yüzde 100 doğalmış. Ama ben ısrarla “Günkusuru” olarak okuyorum. “ben çok şeye kusur kaldım/ çok şey kusura baksın bu yüzden”.
- Bizim kuşağın kült dizisiydi Süper Baba. Şimdi bakıyorum, çok kusur görüyorum ama çok içtenmiş. Kusuru da içten. Halen, ne zaman o çay bahçesine gitsem, bir yerden Nihat çıkacakmış gibi hissediyorum. O semtte gözüm İpek’in eczanesini arıyor. Alim’in gittiği lisenin hangi lise olduğunu öğrendim, hatta içinde bir sempozyuma katıldım, ders gibi bir şey verdim. Ortaokuldaki o halim bir kenarda benimle hep: Lacivert ceket (biraz büyük geliyor, çok kısayım), beyaz gömlek (yazın İstanbul’dan almışız, kolundaki iplikler sökülmüş hafif), lacivert kravat (üstünde okulun arması var ve nedense hepimiz çok gururlanıyoruz bundan), gri pantolon (duble paça), siyah ayakkabı (her sabah boyuyorum evde küçük bir aparatla), beyaz çorap (tuhaf takıntıları olan İngilizce öğretmenimiz görsün diye bazen paçalarımızı yukarı kaldırıyoruz beyazlığını kanıtlamak için). Sabah, kimin aklında ne kaldıysa onu anlatıyor birbirine. O sıra Yüksel’le sıra arkadaşıyız, pencere kenarındaki sıralardan ikincisi. Dizi bitti, biz büyüdük, “kusur benim imzamdır” kaldı yadigâr.
- “Kavaklar” şiiri bir kara kehanettir. Sonradan Madımak yangını olacak, Metin Altıok da gidecek. Madımak denince, aklımda en çok Ahmet Erhan’ın o yazısı. Şimdi, Cizre’de yangın. Göz göre göre. Ve haberler: “İçerideki yaralılara teslim olun çağrısı yapıldı.”
- Çok üşümek yoruyor insanı. Doğa karşısındaki çaresizlik de cabası. Erdal Hoca’nın hatrına, bazen “l”leri onun gibi yapıyorum. O, l’leri kuyruklu yazardı hafif. Klima (buradaki l de kuyruklu) ısıtmıyor, kombi bozuk, faturalar çok can sıkıcı. Derde bak. Dertlere.
- Çok da gönüllü olmadığım bir işi kabul ettim akçe için. Yetişmedi, uğraştığım kadar kısmı da çok yordu beni. Fena bir metin. Ama sözümü tutamadığım için haksızım. Aradı adam, açmadım. Sonra e-postası geldi; 2000 vuruş hakaret etmiş sağ olsun. Bu da mı dert?
- “Devam etmek, devam etmek, işte gerekli olan bu...” demiş Van Gogh. Ben bunu Ferit Edgü’den okuyorum. Edgü, Gogh’un Beckett gibi konuştuğunu söylüyor o esnada. Gogh bunu, kardeşi Theo’ya yazıyor. Ve Beckett diyor: “Her sanat bir başarısızlıkla sona erer.”
- “Karşıki ev kiraya verildi. Maaşının tümünü versen yetmez orayı tutmaya. Ev sahibin çık derse yandın! Emekliliğinin onuncu yılında geldiğin yer burası,” diyor Necati Tosuner Kasırganın Gözü’nün sonunda. Necati Tosuner, İstanbul’un Bostancı’sında içi tütün kokan bir evde yaşıyor. Penceresinden bir kere bakmışlığım var.
- “Kişisel olarak ben, pek rağbet görmeyen bir görüşe sahibim. İnsanların doğuştan iyi olduklarına inanıyorum. İyi olmak herkesin doğasında var. ancak sonra şu soru ortaya çıkıyor: Herkes iyiyse, kötülük nereden geliyor? Buna verecek mantıklı ve akılcı bir cevabım yok ama genel olarak konuşursak, insanlar bir noktada, artık iyi olanı ortaya çıkaracak bir durumda olmadıklarını anlıyorlar ve ben kötülüğün gerçekten doğduğunu düşünüyorum. Kötülük bir tür hayal kırıklığından doğuyor.” Kieslowki söylüyor bunu. Kieslowski Kieslowski’yi Anlatıyor kitabından okuyorum ben de. Adını doğru telaffuz edemediğimi yıllar sonra öğreneceğim. Okudukça, biraz saf olduğunu düşüneceğim. Ve ben sinemadan hiç anlamıyorum.
- Şehre bir film gelmiyor, iklim değişip Akdeniz olmuyor (ki buna gerek de yok), kediler kısırlaştırılıyor, kimi mecliste insan ölümüyle kedi itlafı eşleştiriliyor, Burkay memleketine dönüyor. Dönüyor de ne oluyor? Düğün mü cenaze mi? Al birini, ver ötekine.
- Edgü, “iyi” demek. Yıllar evvel bir Osmanlıca kitabında okuyup kendi kendime çok sevinmiştim.
- “Asıl siz teslim olun!”
- Çingene atasözüymüş: “Evde oturan ölür.” Oturan öldü de, çıkan ölmedi mi?
Bu metin ilk Şubat 2016’da yayımlandı.