George Clooney’nin yönetmenliğini yaptığı yedinci uzun metraj filmi “The Midnight Sky” bittiğinde, iki saat boyunca karşısına oturduğumuz filmin aslında taş çatlasın kırk dakikalık bir malzemeye sahip olduğunu düşünmek sinir bozucu olabilir. Üstelik kendinizi kandırılmış da hissedebilirsiniz. Her şey bittikten sonra filmin neden bir türlü başlayamadığı ve 45. dakikaya gelindiğinde aslında 20 dakikalık bir hikayenin şişirilmiş olduğunu düşünmenizdeki haklılık payı için kendinizi tebrik edebilirsiniz artık.
Bu satırların yazarı yetersizlikleri nedeniyle filmlerde müzik kullanımı konusunda yorum yapmamayı tercih eder. Ama bu film için bir cümle kurmak gerek: Alexandre Desplat gibi bir müzisyenin neden bu kadar ağlak bir tema seçtiğini, Clooney’in buna niye izin verdiğini belki ilerleyen günlerde anlarız. Ama filmde şıp diye anladığımız şeyler var.
2049 yılında dünyanın sonunun hemen ertesinde, Kuzey Kutup Dairesi’ndeki bir gözlem evindeyiz. Yaşlı bir adam tek başına yemek yemekte. Bir süre sonra üç hafta öncesine dönüp gözlem evinin boşaltıldığı ve bu yaşlı adamın kalmayı tercih ettiğini öğreniyoruz. Filmimizin esas oğlanı Augustine Lofthouse ile tanışıyoruz böylece. Gençliğinde K-23 adlı yaşanılabilir bir gezegeni bulan Augustine’in bu tercihi yapmasında kendince kutsal bir neden vardır. Dünyanın yok olacağından emin olduğundan çeşitli görevler için uzayda bulunan bilim insanlarını uyarmak. Ama çok fazla ömrü kalmadığını anladığımız Augustine, kamp boşaltıldıktan bir süre sonra Iris adlı bir çocuk bulur. O andan itibaren Iris’in kim olduğu, hikayenin dönüp dolaşıp nereye bağlanacağı o kadar açık hale geliyor ki, ister istemez filmden yan hikayeler açmasını, başka türlü bir katman yaratmasını bekliyorsunuz. Ne var ki boşuna bir bekleyiş bu.
Bir meteor yağmuru, uzay yürüyüşünde yaşanan aksiyon, en zayıf olanın elenmesi, tabii ki on milyar insan ölmüş olmasına rağmen ailem de ailem diye tutturan bir Amerikalı, Havva ile Adem, biraz “Gravity”, bir tutam “Interstellar”, isteğe bağlı olarak “The Martian” ve geçip giden iki saat… “Tehlikeli Aklın İtirafları”, “İyi Geceler İyi Şanslar”, “Zirveye Giden Yol” gibi filmleri yönetmiş George Clooney’in böylesi bir işe neden giriştiğini anlamak zor açıkçası. Hadi o girişti diyelim, vasat korku filmlerinden sonra “The Revenant” ile sınıf atlayan senarist Mark L. Smith de düşünmemiş demek ki. Lily Brooks-Dalton’ın 'Good Morning, Midnight' adlı kitabından uyarlanan film, her şeyiyle o kadar klişe ve öngörülebilir ki, arada iç geçirmeden yapamıyorsunuz.
Augustine Lofthouse ve Iris’in bulundukları istasyonu değiştirip başka bir merkeze gitmek için yaptıkları zorunlu yolculuktaki ve uzay yürüyüşündeki aksiyon olması, dekor önünde konuşup duran kelleler geçidine dönüşüyor film. Kuşkusuz filmden beklediğiniz bir uzay macerası değil, belli ki bir felsefi derdi var. Ama işte bir adamın pişmanlıklarıyla yüzleşmesi için neden dünyanın yok olması gerekiyor? Geri dönüşlerle (kolay ve açıklayıcı bir tanım olduğu için kullanıyorum) bir ‘ıssız adam’ olduğunu anladığımız Augustine’in nedamet getirmesi için hem dünyanın, daha da önemlisi kendisinin sonunun mu gelmesi gerekiyor? Erkek milleti ancak çok büyük hadiseler karşısında nedamet getirir mesajı mı verilmek isteniyor evrene, orası biraz karışık.
Film, Augustine ve bir süre sonra temasa geçtiği uzay gemisindeki Sully adlı kadın dışındakilere fazlaca alan açmadığı için yeni katmanlar eklenmesine de olanak kalmıyor böylece. Bütün bunları sıralamamın sebebi, “belki süresi kısa olsaymış”, “şu karakter az daha derinleşseymiş”, “görsel tercihler şu yönde yapılsaymış” gibi kimi iyi niyetli yorumların da anlamsız olduğunu ifade etmek. “The Midnight Sky” bir fikir olarak birisinin aklına ilk düştüğü andan itibaren yanlış bir proje… Yani “deveye sormuşlar” diye başlayan fıkradaki gibi durum… Neresi doğru ki…