FED faiz artışlarında bir süreliğine duraksama işareti verince küresel koşullarda dönüşüm beklentisi ve Türkiye’ye sermaye girişi yoğunlaştı. Türkiye sermayedarlarının aklından geçen soru şubat başında billurlaştı: “Uluslararası sermayenin akışı, kredi kanalının işler hale gelmesi, faizlerin düşüşü ve toparlanma dizgesi başladı mı?”
Ortalama haftada bir “bahar geliyor” açıklamaları yayımlanmaya
devam ededursun, Türkiye’nin krizinin ne kadar devam edeceği
belirsizliğini koruyor. Tartışmaya katkı sunan bir çalışma, TEPAV
Ekonominin Seyir Defteri serisinde Fatih Özatay ve Güven Sak
imzasıyla ve “Maliye Politikasında Manevra Alanı
Var mı?” başlığıyla yayımlandı. Çalışmanın temel sorusunu
maliye politikası olanaklarının kullanımıyla Türkiye’deki krizin
etkisinin nasıl azaltılabileceği oluşturuyor. Bir başka ifadeyle
yapısal dönüşüm gerçekleştirilene kadar zaman kazanmak üzere nasıl
bir politika seti tercih edilmeli, özel olarak da kamu harcamaları
ne kadar artırılmalı ki Türkiye’nin deneyimlediği ekonomik tahribat
azaltılsın sorusu.
Farklı senaryoları ele alan araştırmacılar aralarında
Türkiye’nin de bulunduğu ülkelerde 2008 çöküşü sırasında harcama
artırma tepkisinin verildiğini hatırlatıyor, kriz etkilerini
azaltmak için bu yolun uluslararası finansal kuruluşlar tarafından
da önerildiğini belirtiyorlar. Ama harcamaları artırmak devlet
borcunun artışı anlamına da geliyor ve ilelebet tercih edilebilecek
bir yol değil. Bu durumda ne zaman durmalı sorusunun cevabı
verilmeli.
TÜRKİYE İÇİN SINIR VAR MI?
Devlet borcunu simgeleyen tahviller o ekonomide elde edilecek
gelirin devlet tarafından el konulan bir kısmının uzlaşılan
koşullarda kreditöre aktarılacağına dair birer taahhüt. Hiçbir ülke
için önceden bilinen bir borç sınırı net olarak tarif edilemiyor.
Her borç ilişkisinde olduğu üzere borç veren ile alanın koşulları
ilişkinin seyrini belirliyor. Örneğin para zaten tahsil
edilemeyeceği için Yunanistan'ın borcunun yarısından fazlası
2012’de silinmek zorunda kalmıştı. İtalya ise devlet borcu GSYH’ye
oranı yüzde 130’u aşmış bir ülke olarak borç çevirmeye yine de
devam edebiliyor. Borçlunun kapasitesi çevrimde belirleyici
etkenlerden. Bu nedenle Türkiye’de devlet borcunun GSYH’ye oranının
örneğin yüzde 50’lere ulaşması çok yüksek bir faiz dışı fazla ile
kemer sıkma politikasını kreditörlerin gözünde kaçınılmaz hale
getiriyor. Tekrarlamak gerekirse net bir sınır belirtmek mümkün
değil. Ancak aralarında Türkiye’nin de bulunduğu gelişmekte olan
ülkelerin bir noktayı aştıklarında borçlarını çevirmelerinin
giderek daha zor hale geleceği öngörülebilir. Bu olgunun altında
uluslararası iş bölümünde alt basamaklarda yer alan ülkelerde borç
çevriminin sürekliliğinin sağlanmasının daha zor olması; başka bir
ifadeyle riskin fazlalığı ve vaat edilen getiri oranının artması
nedeniyle devletin elde ettiği geliri aktarmasının giderek
zorlaşması yatıyor.
Nihayetinde doğrudan siyasi bir konudan bahsediyoruz. Devlet
toplam gelirin ne kadarına el koysun, ne kadarını hangi koşullarda
kreditöre aktarsın gibi sorular gündemde. Öyleyse durgunluğa karşı
verilecek harcama tepkisinin net bir sınırı olması gerektiği ancak
teknisist bir konumdan ileri sürülebilir. TEPAV çalışmasında da söz
konusu “sınır”, “genişlemeci maliye politikası borç sınırı” kavramı
ile karşılanmış. Farklı senaryolarda Türkiye için yüzde 36 ila 46
oranında değişen sınırlar öngörülmüş (Türkiye’de bugün genel
yönetim borç stoku 1 trilyon 167 milyar TL, GSYH’ye oranı yüzde
32,6, son veri 2018 yılı 3. çeyrek). TEPAV çalışması, genişlemeci
maliye politikasının borç sınırı Türkiye için fazla ötelerde olmasa
da maliye politikası ile para politikası arasında eşgüdüm
sağlanması durumunda hatırı sayılır ölçüde bir manevra alanı olduğu
sonucuna varıyor. Yazarların deyimiyle “disiplinli mali
disiplinsizlik” işe yarayabilir.
Ama asıl soru baki: Siyasi olarak bu tercih edil(ebil)ir mi?
SİYASİ HEDEFLER, PROJELER?
Borç sınırı tartışmasında hem küresel finansal koşullar hem de
siyasi hedefler göz önünde bulundurulmalı. Küresel koşullar
elvermezse borç oranı ekonomiyi yönetenlerin aldığı kararla değil,
GSYH düşüşü deneyimlendiği için artabiliyor. Ekstra bir genişleme
tepkisi ise, Türkiye göz önünde bulundurulduğunda, düzenli olarak
hesap verilen uluslararası yatırımcılar nezdinde (en hafif tabirle)
hoş değil. Kısmen Türkiye borcun faizini ödemek için yeni borç
almak zorunda kalacağı bir noktaya doğru savrulduğundan (bkz.
aşağıdaki grafik), kısmen de Mayıs ve Eylül 2018’de uluslararası
yatırımcılara verilen taahhütler nedeniyle Yeni Ekonomi Programı bu
kapıyı baştan kapatmaya çalışmıştı.
.
Diğer siyasi unsur AKP’nin kadrolarını ilgilendiriyor. Hem
devlet harcamalarının planlı bir şekilde artırıldığı, hem de uygun
faiz tepkisinin verildiği bir dönem ekonomik daralmanın zamana
yayılarak hafiflemesini getirebilir. Cumhurbaşkanı etrafındaki
kadrolar ve AKP’nin tepesindeki isimlerin yönetim pratiği
sistematik anlamda böyle bir müdahaleyi olanaksız kılıyor. İşler
tamamen sarpa sardığında baskının eşlik ettiği ağır bir kemer sıkma
programının uygulanmasının daha yüksek bir olasılık olduğunu bu
nedenle söyleyebiliyoruz. Sonuç debelenmenin devam etmesi. Tasarruf
vaadinde bulunulması ancak plansız bir şekilde ve şirketlere destek
için devlet harcamalarının artması.
BORÇ SİYASİDİR, KRİZ YÖNETİMİ DE ÖYLE
Kumar bağımlılarının masaya oturma ısrarındakine benzer bir
şekilde bir kez daha sorunları ertelemeye oynayanlar, bugün
kazanabileceklerini düşünüyor. FED faiz artışlarında bir süreliğine
duraksama işareti verince küresel koşullarda dönüşüm beklentisi ve
Türkiye’ye sermaye girişi yoğunlaştı. Türkiye sermayedarlarının
aklından geçen soru şubat başında billurlaştı: “Uluslararası
sermayenin akışı, kredi kanalının işler hale gelmesi, faizlerin
düşüşü ve toparlanma dizgesi başladı mı?”
Söz konusu dizge, eğer başladıysa, yeni kur ataklarını, yeni
kredi çöküşlerini engelleyecek değil. Ama hem Erdoğan yönetiminin,
muhalefetin yetersizliği durumunda birkaç sene daha istediğini
yapabilmesini sağlayacak hem de büyük ölçekli sermaye için
yönetilebilir bir süreç ortaya koyacak. 2019’un ikinci yarısında
işverenlere bahar vaat eden bu anlatı, kredi yapılandırmaları ile
sorunların ertelenebilmiş durmasından gücünü alıyor.
Zaten sorunun düğümlendiği nokta burada: Söz konusu ekonomi
yönetimi olunca “teknik” doğru bulunmuyor. Siyaseten kimin başta
olduğu, kimden alınıp kime verileceği ve kimin sözünün geçeceği her
zaman, her şeyden önce geliyor. Alternatif koyamazsanız, en ağır
kriz dahi bedeli milyonlara ödetilerek yönetilebiliyor. Devlet
borcu plansız biçimde, disiplinli bir yönelim olmaksızın ve manevra
alanı bulunmasa da artıyor.
Nihayetinde hepimizin finanse ettiği 2019 bütçesine 117 milyar
lira faiz harcaması kalemi boşuna mı kondu?