Bu yazı, gündelik dilimizde savrukça kullandığımız, duygu
durumumuza göre anlama eğiliminde olduğumuz, tarafgirlikle anlamını
saptırdığımız, politika bilimine ait bir dizi “kavramın” neden
sandığımız anlamı taşıyamayacağını anlatabilme çabasının bir ürünü.
Çıkış noktası da öyle gündem filan değil. Daha çok eş dost
sohbetleri sırasında açığa çıkan, insanı dostundan soğutan, çileden
çıkaran türden saplantılı, nefret kusan yaklaşımlar… Gündemle
bağını da kurabilirsiniz elbet. Size kalmış…
Aslında üç kavram seçtim. Bunlardan yalnızca birisinden
bahsedeceğim bugün. Diğerlerini de sonraki haftalarda irdelemek
istiyorum. Devletle başlayacağım. Belki bu anlatacaklarımdan sonra
geçen haftanın devlet krizi tartışmalarına geri dönmenin yolu da
açılmış olur.
Devleti nasıl tanımlamak gerekir? Yapacağınız tanımı, devleti
kavrama biçimini belirleyen perspektifiniz. Bu perspektiflerin
oluşumu da devletin tarihine paralel bir gelişim izliyor aslında.
Dolayısıyla öncelikle devletin tarihselliğini vurgulamak gerekir.
Bugün sağlıktan eğitime, ekonominin idaresinden sosyal güvenliğe,
iç güvenlikten askeri savunmaya kadar toplumsal oluşumun hemen her
düzeyinde düzenleyici, biçimlendirici, denetleyici, yetkilendirici
bir güç olarak anlaşılan devlet, aslında modern bir yapı. Bugünkü
unsurlarıyla ortaya çıkışı için işin uzmanları on beşinci ve on
altıncı yüzyıllara işaret ediyorlar. Kabaca altı yüzyıllık görece
yeni bir oluşum devlet. Daha önce var olan yönetimler, bizim devlet
deyince aklımızca canlanan soyut makineden oldukça farklıydı.
Örneğin bugün, devletin yapısı modern toplumsal ilişkilerin
karmaşık dokusuna karşılık gelebilecek biçimde, bunların
biçimlendirilebilmesi, düzenlenebilmesi, denetlenebilmesi
işlevlerini ayrı ayrı yerine getirecek farklı uzmanlık alanları
çerçevesinde kollara, dallara ayrışmış durumda. Devasa bir aygıt
devlet o nedenle. Her bir dişlisi farklı bir işlevle donanmış,
kocaman bir makine gibi. Yönetim basit bir iş değil. Nüfuslar
büyük, topraklar geniş. Ülke toprakları üzerinde standart bir
yönetim faaliyeti gerekiyor. Devlet de bunu sağlamak üzere var.
Devleti kutsayanlar bu açıklamadan pek haz etmeyebilir. Kutsal
saydıkları bir şeyin işlevlere, örgüte indirgendiğini düşünerek
itiraz edebilirler buna. Ne yapalım ki, devletin kavram veya ideal
olarak işaret ettiği alan dışında yönetim işiyle ilgili böylesi
işlevsel, örgütsel bir boyutu olduğunu inkar etmek işe yaramaz.
Modern devlet tarihsel olarak üstlendiği işlevlerin çeşitlenmesiyle
birlikte karmaşık bir aygıta dönüşmüş durumda. Buna bağlı olarak
ideolojik tartışmalarla parti siyaseti, dünyanın pek çok yerinde
devletle birey, devletle toplum arasındaki sınırın nerede
çizilebileceği sorusu etrafında şekilleniyor. Devlet bu kadar geniş
bir alana yayılma eğilimindeyken bireye, sivil topluma ne kalacak?
Devlet iktidarının sınırları nasıl çizilecek? Devletin
bireysel/toplumsal olanının alanına fazlaca sızmasının özgürlükler
açısından sonucu ne, buna karşı bireysel ve toplumsal özgürlük
alanları nasıl korunacak? Kısacası, yönetim işlevinin iyice
genişlemesi sonucu devletin toplumsal alanının tamamına özdeş hale
geldiği bir tür totaliterlikten nasıl korunacağız?
Devleti bir aygıt olarak gördüğümüzde, bu aygıtı yönetme gücünü
elinde tutan hükümetle aynı şey olmadığını da kabul etmiş oluyoruz.
Hükümetin politik rekabetin bir sonucu olarak el değiştirdiği
sistemlerde, anayasal düzenlemeler devletle hükümet arasındaki
sınırı açık biçimde çizer. Demokrasi bu sınırın inşasını,
korunmasını gerektirir. Herhangi siyasal partinin, bir yöneticinin
devletle özdeş hale geldiği rejimler demokratik olamaz. Devletle
hükümetin arasındaki sınırı korumak, iktidarın mutlak hale
gelmesinin önüne geçebilmek için zorunludur.
Devletle birey, devletle toplum arasındaki sınırın varlığı aynı
gerekçeyle önemlidir. Devletin herkesi kapsayan bir tamlık olarak
kutsallaştırılması, devletin toplumu bütünüyle yuttuğu, özgürlükler
alanının tamamen devlete feda edildiği bir durumun kutsanmasından
başka bir şey değildir. Oysa devlet, tarihseldir; devlet, bir ideal
değil bir hiç de yansız olmayan bir aygıttır; sınıfsallığı
çerçevesinde eşitsiz ilişkilerin süregitmesinin bir aracıdır.
Bu çerçevede devletperverliğin de bir sınırı olmalıdır. Devleti
toplumdan daha önemli, daha vazgeçilmez saymak, toplumsal olanın
hiçe sayılmasıyla sonuçlanır. Bireyin, ortaklaşmaların kendilerini
devlete feda etmelerini beklemek, adlı adınca faşizmdir. Böyle bir
anlayış, bütün hak mücadelelerini, özgürlük taleplerini topyekun
devlet düşmanı ilan edebilir. Hakkını arayandan devlet adına nefret
edilir hale gelir. Düşmanlıklar beslenir, özgürlük diyenin vatan
haini ilan edilmesi için gerekçe hazırdır. Devlet diye diye
toplumsal ilişkiler tahrip edilir; dayanışmanın esamesi okunmaz.
Ortaklıkların üzerine bina edileceği değerler, bütün etik, devlet
için yerle bir edilir. Ancak bütün bu çöküş, devletin de sonudur.
Her şeyin devletin devasa ağzında yutulup gittiği yerde geriye
“devlet edecek” bir şey kalmayacaktır. Sonuçsa koca bir
hiçliktir.
Not: Bu yazıya, yıllar boyu Siyaset Bilimi dersi verirken
kullandığım çok değerli kaynaklar esin kaynağı oldu. Bunlar
arasında Münci Kapani’nin, Ahmet Taner Kışlalı’nın, Andrew
Hewwood’un Siyaset Bilimine giriş niteliğindeki eserlerini ve
Stuart Hall’un kapitalist devletin doğuşuna dair yazılarını
özellikle anmam gerekiyor.