Şüpheye yer bırakmayacak şekilde, yaşı-başı ne olursa olsun gücün, kudretin sahibiydi. Ki zaten ebed müddet-ezel ebet vurgusu vardı daima. Baba sıfatıyla anılıyordu. Herkesin, hepimizin babası. Koruyucu, kollayıcı. Eli şefkat saçıyordu. Gücünü sınamaya kalkanlara, düşmanlara karşı demir yumrukla çıkıyordu tabii ki.
Çocuktum, büyük büyük adamlar neredeyse sürekli aynı sözü tekrarlayıp duruyordu. Bazen huşuyla, bazen hışımla: Devlet!
Bazı büyük adamlar devlet derken ilk e’yi farklı bir edayla seslendiriyordu sanki. Kapalı e. Bazıları da e yerine ö kullanıyor, Dövlet diyordu. Yine büyük, haşmetli, yüce. Murat Bardakçı bir ara ortalığa ayar vermişti zaten: “Bilen bilmeyen herkes konuşuyor! Osmanlı Devleti’nin resmî adı ‘Devlet-i Aliyye’dir!” Türkçesi: Büyük Devlet. O kadar.
Yine kulağımdaki seslerde, hep erkek bir havası vardı devletin.
Şüpheye yer bırakmayacak şekilde, yaşı-başı ne olursa olsun gücün, kudretin sahibiydi. Ki zaten ebed müddet-ezel ebet vurgusu vardı daima. Baba sıfatıyla anılıyordu. Herkesin, hepimizin babası. Koruyucu, kollayıcı. Eli şefkat saçıyordu. Gücünü sınamaya kalkanlara, düşmanlara karşı demir yumrukla çıkıyordu tabii ki.
Sonraları edebiyata, kitaplara merak sardığımda devletin başka başka halleri, biçimleriyle karşılaştım.
İlk şaşkınlığı Kemal Tahir’le yaşadım. Devlet Ana da neyin nesi? Baba değil mi o!
Çok kafa karıştıran bir yazar Kemal Tahir. Esir Şehir ve Esir Şehrin Mahpusu da onun kaleminden çıkma. İttihatçı yüzbaşı Cemil’i, namı diğer “cehennem topçu Cemil”i Yol Ayrımı’ndan Milli Mücadele zamanlarına taşırken alışılagelen “destan”dan çok Yorgun Savaşçı’yı anlatır. Sonrası Kurt Kanunu; İzmir Suikastı da gene aynı hesaplaşma…
Devlet Ana’yla en başa dönüyor, Ertuğrul Gazi’den Osman Bey’e, oradan cumhuriyete yedi yüz yıllık mufassal Anadolu-Türk tarihini romanlaştırıyor Kemal Tahir. Aşktan da söz etse, eşkıyalıktan, kendi deyişiyle rezillikten, mütarekeden, milli mücadeleden de söz etse onun ilelebet meselesi devlet. Kimi zaman kerim, kimi zaman ceberrut.
Kemal Tahir, 1960’larda Çin’deki Kültür Devrimi’nin de etkisiyle Batı’da yükselen, bizde de yankı bulan Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) tartışmalarını Devlet Ana’yla kendince “yerli” temellere taşıyor… Kuramsal çalışma Sencer Divitçioğlu’ndan geliyor: Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, Devlet Ana’yla aynı yıl yayımlanıyor, 1967’de.
DEVLET KUŞU
Devlet Ana’yı anladık, diyelim. Baba varsa, ana da vardır. Devlet Kuşu’na ne demeli?
Orhan Kemal’in Devlet Kuşu, Devlet Ana’dan neredeyse on yıl önce, 1958’de yayımlanmış. “Büyük siyaset”le, tarihle ve bildiğimiz devletle işi yok Orhan Kemal’in. Gündelik hayata, şimdiki zamana, sokaktaki adama, yaşanana bakıyor. Muhacir çocuğu Avare Mustafa’nın başına konan “devlet kuşu”, öylesine ilgi görüyor ki, 1960’larda iki ayrı topluluk tarafından sahneye taşınıyor. İlk adı İspinozlar, ikinci uyarlama Yalova Kaymakamı. Hatta bu ikincisinde Orhan Kemal’in mecburiyetten sahneye çıkmışlığı da var Boyacı Bayram olarak…
Anılara, yazılanlara bakılırsa “hayatı hakikiye” üzerine inşa etmiş Orhan Kemal, Devlet Kuşu’nu. Yakın arkadaşlarından, Devlet Malzeme Ofisi’ndeki memuriyeti dolayısıyla “ofis faresi” lakabını taktıkları zamanın üretken yazarlarından Muzaffer Buyrukçu’nun yaşamından izler taşıyan roman 1961’de Avare Mustafa, 1980’de Devlet Kuşu adıyla filme alınmış.
Devlet kuşu, talih kuşu oluyor, onu da anladık. Ne de olsa her şeye kadir devlet.
DEVLETLE, SELAMETLE
Peki, bu eskilerin, yine romanlarda karşımıza çıkan uğurlama sözü neyin nesidir: “Devletle mirim,” diyor adam karşısındakiyle, muhatabıyla vedalaşırken… “Devletle, selametle.”
Safiye Erol’un son romanı 1955’de Tercüman gazetesinde tefrika edilen Dineyri Papazı, hâlâ ve hâlâ yaşayıp tartışadurduğumuz modernleşme meselesini konu eder. 1940’larda bir genç kızın ileri yaştaki, evli erkekle yasak aşkı üzerinden okuyoruz modernleşme ve açmazlarımızı.
Derken, şöyle bir muhabbet:
Devletle selametle mirim! Selametle! Yine gel, lütfen bir kahvemizi iç, kusurumuza bakma. … Devletle mirim!
“Sağ, selamet gitmek” bildiğimiz deyişlerden. Sağlık, esenlik dileğine devletin koruyup kollayıcılığı mı ekleniyor bu deyişte? Yoksa, devletin bizim bildiğimiz siyasal organizasyondan başka anlamları da mı var?
Mustafa Nihat Özön’ün Osmanlıca-Türkçe Sözlük’ü en doğru kılavuz.
Oraya baktığınızda, bizim bildiğimiz resmi-tüzel kuruma gelmeden devletin birbirinden ayrı ama birbirini getiren, destekleyip besleyen üç anlamı daha olduğunu görüyorsunuz:
1. Talih, kut.
2. Büyük rütbe, mevki.
3. Zenginlik, varlıklı olma.
4. Hükümet ve ülkesi.
Boşuna “devlet kuşu” denmiyor. Türk Dil Kurumu, bir devlet kurumu olduğundan sıralamayı ters çeviriyor. İlk iki sıraya resmi yapıyı, siyasal anlamı koyuyor. Üçüncü anlam, “mecaz” (benzetme) göndermesiyle “mutluluk, talih” olarak veriliyor. Örnek olarak da Attila İlhan’dan bir cümle:
Böyle sağ salim karşımda görebilmem, bir devlet.
Öncesi var elbette, kendisi devletli olan Muhibbi mahlasını kullanan kudretli padişah Kanuni’nin, Sultan Süleyman’ın o ünlü dizelerini anmanın yeridir:
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya cihanda devlet bir nefes sıhhat gibi
Osmanlı’dan beri asli güç, kudret ve dahi servet kaynağı olarak “devlete kapılanmak” da böylece bir nebze açıklık kazanıyor: Oraya kapılanmak öncelikle şans, talih işi. Rütbe, makam, güç sahibi olmak demek. Bu da servet demek, iktidar demek.
Sözcüklerin bilinci var, evet.
Devletin şeklini şemalini, yapısını, tarihini, sahiplerini, temsilcilerini, onların kullandığı dili, dilleri anlayabilmek öncelikle sözcüklerin bilincine bakmayı gerektiriyor. Bilinen ilk devlet kuramcısı Platon, “Kaç çeşit insan yaradılışı varsa, o kadar da devlet biçimi olacak,” diyor iki bin dört yüz yıl önce.