Gündelik hayatın akışında karşılaştığımız diyaloglara nüfuz eden
genel bir bilgelik türü vardır. Herkes onu kullanıyor olsa da hiç
kimse tek başına ona sahip olamaz. Belki de sıradan sayılabilecek
bazı anlarda bu bilgeliğin ışığı birden parıldar ve hemen ardından
söner. Bu türden hakikat anlarından birine geçtiğimiz günlerde
Cargill işçileri ile polis arasında geçen kısa tartışmada denk
geldik. Eylem görüntülerini izleyince işçilerin açıklama yapmasına
engel olan polisin “Biz devletin gücüyüz, neler yapabiliyoruzu
orada gösteririz size” dediğini görüyoruz.
Halkın kuşaklar boyunca biriktirdiği deneyimler sonucunda
oluşmuş genel zekâ, siyaset biliminde devlet ve toplum ilişkisi
üzerine yazılmış ciltler dolusu eserde içerilen bilgeliğe oradaki
işçinin verdiği şu karşılıkla meydan okuyor: “Devlet gücünü bizim
üzerimizde mi sınayacak?” Elbette eylemci cümlenin sonuna soru
işaretini gerçekten bir cevap beklediği için koymuyor. O da herkes
gibi biliyor ne olacağını, polisin tehdidinin ne anlama geldiğinin
farkında. Bu ülkede “devletin gücü” denen şeyi ömrü boyunca etinde,
kemiğinde hissetmiş insanların içinden gelmiş biri olarak maruz
kalacakları şeyin anlamını ortaya koymaya çalışıyor: “Olur mu
böyle? Biz milletiz, siz bizim gücümüzsünüz?”
Türkiye’de devlet gücünün kullanılma ve meşrulaştırılma
biçimlerinin içerdiği sorunlara bu kısa tartışmanın açtığı
pencereden bakmayı önemli buluyorum. Devlet gücünün benzer
meselelerde nasıl kullanıldığına ve bu yoldan halka iletilen
mesajlara ziyadesiyle aşinayız. Güç gösterisi insanları yere
yatırıp üzerine basmakla, cezaevlerinde veya polis merkezlerinde
soyarak çırılçıplak aramakla, muhalefet edenleri ölmekten beter
edecek medeni ölüm kararnameleri çıkarmakla icra edilen bir tür
devlet sporu.
Bize izletilen sahneler arasında unutulması en zor olanlardan
biriyse, Hakkari’de insanları yere yatırıp tehdit eden güvenlik
görevlisinin karıştığı olaydı. Böylelikle onlara “Türk’ün gücü”nü
gösterdiğine inanıyordu. Buradan bakınca Türkiye’de gücün
kullanıldığı her durumda karşı tarafı aşağılayan, ezen bir sonuç
yarattığı görülüyor. Zira tüm bu örneklerde devletin gücünü
göstermek halkın güçsüzlüğünü göstermek dışında bir anlam ifade
etmiyor. Diyeceksiniz ki zaten egemen güç kullanımı böyle bir şey
değil mi? Egemen güç kullanımının doğasına özgü olan bir özelliği
sadece Türkiye’ye özgülemek neden? Ayrıca “halkın güçsüzlüğünü”
nerden çıkarıyorsun? O insanlar en iyi ihtimalle halkın küçük bir
kesimi olarak görülebilir. Üstelik devletin sözlüğünde bu insanlar
“terörist” olarak adlandırılıyor.
Hemen akla gelebilecek bu sorulardan ilkiyle başlayalım
dilerseniz. Doğrudur, egemen gücün kullanımına özgü olan ve esasen
onun tanımından kaynaklanan bir açmaz var. Üstün güç, tanım gereği
belli sınırlara tabi tutulamayacak olan şeydir. Çünkü bir güç ancak
başka bir güçle sınırlandırılabilir. Eğer egemen güç olarak
devletin sınırlandırılabileceğine inanıyorsak, bu durumda devleti
sınırlandıran güç asıl egemen, başka bir deyişle devlet olur. Sonuç
olarak egemenliğin sınırlandırılması mantıksal bir imkansızlıkmış
gibi görünür. Ancak diğer yandan, güç kullanımı belli sınırları
aştığında kaçınılmaz olarak kullanım amacının aksine sonuçlar
üretir. Yani bizzat o gücün sahibine zarar verir, hatta uç
durumlarda onu yok eder.
Biz esas olarak gücü hayata katkı yapan bir şey olarak düşünme
eğilimindeyiz. İnsanlar yaşlanır, hastalanır, gücü yavaş yavaş
tükenir ve sonunda ölür diye düşünürüz. Bu açıdan yok olmak gücün
kayboluşuyla ilgili bir mesele olarak anlaşılır. Oysa bunun tam
tersinin doğru olduğu durumlar da mümkündür. Ağaçları sulamak
iyidir, güçlendirir; ama çok sulamak çürütür. Uyarıcılar
metabolizmayı harekete geçirir, bedene enerji verir; ama hemen
ardından bedensel bir tükeniş gelir ve uzun vadede bu yöntem
ölümcüldür. Çoğu durumda gücün aşırı kullanımı onu kullanana da
zarar verecek sonuçlar üretir.
Demek ki üstün güç olmanın kendine özgü paradoksal bir doğası
vardır. Bir yandan bu güç kendi dışından sınırlanamamakta,
varlığını ancak taşkınlık yaparak belli etmektedir. Diğer yandan bu
şekilde sınırsız kaldığında adım adım kendi tükenişini
hazırlamaktadır. Görülüyor ki güç açısından esas olan şey azami
kullanım değil optimum kullanımdır. Egemen gücü de bağlayan ve
belki de en çok onun için geçerli olan temel yasa şudur: Sınırsız
güç kullanımı güç değildir. Peki çözüm nedir? Akla gelen tek makul
çözüm gücün kendi kendini sınırlamasıdır. Kendine de zarar
vermemek, olanaklarını etkin bir şekilde kullanmak isteyen her
varlık gibi devlet de kendini kontrol etmeli, kendine belli
sınırlar koymalıdır.
Devletin dahi dokunamayacağı bu sınırlar değişik adlar alsa da
genel olarak insan hakları diye bilinirler. Yani hakkın varlığı,
devlet gücünü sınırlandırmakla onun etkin işlemesini sağlamakta ve
sonuçta kendini oluşturan insanlarla karşı karşıya gelip çelişkili
bir hal almasını engellemektedir. Çoğu devletin pekâlâ aksini de
yapabilecekken kendi koyduğu yasalara riayet etmesinin, insanların
haklarını gözetmesinin, kısacası “hukuk devleti” olmak için
çabalamasının esas sebebini bu gerçek oluşturur. Devletin siyasal
bedeninin çürümemesi, tahrip olmaması için yine kendi kendini
sınırlandırmasının siyasi izahı budur.
Türkiye tarihi güçlü olmayı azami kuvvet kullanımı şeklinde
düşünen bir devlet aklının hakimiyeti altında şekillenmiştir.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında uygulanan tedip ve tenkil
harekatlarından bugün düzenlenen güvenlik operasyonlarına kadar hep
hukukun bir ayak bağı olarak görüldüğünü ve en çok ihtiyaç duyulan
anlarda bir kenara konduğunu görüyoruz. Bu yüzden Türkiye’de hak
kültürünün çok güdük kaldığı ve ülkenin varolan potansiyelinin çok
gerisine düştüğü bir gerçek. Bu bağlamda tartışılabilecek birçok
konu arasında temel olduğuna inandığım ve Cargill işçilerinin
protesto eylemlerinin engellenmesi vesilesiyle tekrar gündeme gelen
ifade özgürlüğü üzerindeki baskının sonuçlarını göstermenin yeterli
olacağını düşünüyorum. Zira ifade özgürlüğü tüm diğer hakların
kullanımını mümkün kılan ve bence olmazsa olmaz nitelikteki bir
hak. Tam olarak bu yüzden, aşırı güç kullanımının geçerli olduğu
siyasi toplumlarda en çok ihlal edilen ve tabii en çok
cezalandırılan bir hak niteliğinde.
İfade özgürlüğü belli yaptırım tehditleriyle veya yanlış
kurulmuş ödüllendirme mekanizmaları aracılığıyla baskı altına
alınabilir ve yoldan çıkartılabilir. Türkiye’de ifade üzerinde
henüz mutlak bir denetim kurulmamış olsa da, siyasi iktidarın
hassasiyetinin olduğu ve Erdoğan’ın iktidarının söz konusu olduğu
durumlarda işleyen katı bir denetim var. Böylesi bir denetim
sonucunda ne oluyor? Basında, televizyonlarda bunun sonuçlarını her
gün izliyoruz. Sırf bu denetim var diye insanlar farklı şekillerde
düşünmüyorlar, sadece düşündüklerini söylemekten çekiniyorlar. Bu
yüzden çoğu insan aslında bir şey düşünürken, diğer yandan başka
bir şey söylüyor. İki yüzlü, çıkarcı ve yalancı insanlar için
bulunmaz bir ortam bu şekilde doğuyor. AKP’li siyasi kadrolarının
Gülen cemaatiyle geçmişteki ilişkileriyle sözüm ona hesaplaşırken
izlediği yol ve yöntemler tam olarak bu dediğim ortamın bir öğesi.
Ekranlar bu türden insanlarla dolup taşıyor. Hoşa gideni
söylemenin, ödüllendirilecek konuşmayı yapmanın ustası haline
gelmiş birçok yorumcu izliyoruz.
Peki ya açık sözlü, gerçekten inandığını söyleyen insanlar?
Onlar ne yapıyor? Onların çoğu suskun ve hoşa gidecek şeyi söylemek
yerine hiç konuşmamayı seçmiş gibi görünüyor. Üniversitelerde,
basında, yargıda ve daha birçok yerde bu tip insanlar
cezalandırılmış durumda. KHK ile ihraç, göz altı, hapishane veya
başka yaptırımların hedefi haline gelmiş insanlar onlar için temel
bir örnek oluşturuyor. Bugünkü ortamda doğru bildiğini, en azından
inandığını söyleyen insanlar dışlanıyorken, yukarıda söz ettiğim
türden insanlar el üstünde tutulmaktadır. Gücün aşırı kullanımının
aslında kullanana zarar verdiğinden söz ederken kast ettiğim tam
olarak budur. Çünkü devlet dediğimiz soyut varlık sonuçta gerçek
insanlar tarafından çekip çevrilir. Baskı yoluyla kendi halkını
bozan, insanlarını yozlaştıran bir gücün uzun vadede ayakta kalması
düşünülemez. İşte halkın bir kısmı denilen veya “terörist” ilan
edilerek her türlü muameleye layık görülen insanlar bu denklemin
öbür tarafını oluşturuyor. Akıllı devlet halkın üzerine güçle
gideceğine, devletin gücüne gideni söyleyeni dinlemeyi esas alır.
Çünkü sonuçta Cargill işçisinin dediği gibi: “Millet biziz”.